21 Eylül 2023

Dünya Miras Listesinde Türkiye: 21 Kültürel Miras

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO); bütün insanlığın ortak mirası olarak kabul edilen evrensel değerlere sahip kültürel ve doğal varlıkları dünyaya tanıtmak, toplumda söz konusu evrensel mirasa sahip çıkacak bilinci oluşturmak ve çeşitli sebeplerle bozulan, yok olan kültürel ve doğal değerlerin yaşatılması için gerekli işbirliğini sağlamak amacıyla 1972 yılında kurulmuştur.

Uluslararası önem taşıyan ve bu nedenle takdire ve korunmaya değer doğal oluşumlara, anıtlara ve sitlere “Dünya Mirası” statüsü tanınıyor. Üye devletlerin UNESCO’ya başvurusuyla başlayan ve uzmanların başvuruları değerlendirmesi sonunda tamamlanan bir işlem dizisinden sonra aday varlıklar Dünya Miras Komitesinin kararı doğrultusunda bu statüyü kazanıyor.

UNESCO tarafından belirlenen ve dünya çapında koruma altına alınan kültürel ve doğal varlıklardan oluşan Dünya Mirasları Listesinde, Türkiye’de bulunan kültür varlığı sayısı 2023 yılında Ankara Gordion ve Anadolu’nun Orta Çağ Dönemi Ahşap Hipostil Camiileri'nin de listeye dahil edilmesi ile 21’e çıktı. Bu varlıklardan, Kapadokya Göreme Milli Parkı ile Pamukkale Hierapolis hem kültürel hem doğal miras olarak, diğer 19 varlık ise kültürel miras olarak listede yer alıyor. Böylece, Türkiye’nin UNESCO Dünya Mirası Listesi haritası aşağıdaki gibi şekillendi. Anadolu'nun Ortaçağ Dönemi Ahşap Hipostil Camileri birden fazla varlığı kapsadığı için haritada gösterilemedi.

Türkiye tarihi, kültürel ve coğrafi potansiyeli ile bu listede daha fazla dünya mirasıyla yer almayı hak ediyor. UNESCO Kültür Mirasları Listesinde daha çok eserle yer almak için kültürel değerlerimizi korumayı, açığa çıkarmayı daha fazla öğrenmemiz ve bunun üzerine çalışmamız gerekiyor. Listenin mevcut hali de bize gezilip keşfedilecek birçok nokta gösteriyor. Bizim hedeflerimizden biri de Türkiye’deki UNESCO Dünya Mirası Listesi’ni bitirebilmekti. İşte, birçoğunu gezmiş olduğumuz, listeye giriş tarihlerine göre Türkiye’nin mirasları:


“Taşı toprağı altın” diye nitelendirilen İstanbul, 4 bölge olarak Dünya Mirası Listesi’ne dahil edilmiş. Yaşamak için uzak duracağımız ancak gezmek için her gittiğimizde yeni yerler bulduğumuz İstanbul listenin ilk sırasında...

İstanbul; Yenikapı'daki kazılarla bulunan liman doğrultusunda yerleşim tarihi 8500 yıl, kentsel tarihi 3000 yıl, başkentlik tarihi 1600 yıl öncesine kadar uzanan, Avrupa ile Asya kıtalarının kesiştiği noktada bulunan bir dünya kenti. Şehir, çağlar boyunca farklı uygarlık ve kültürlere ev sahipliği yapmış. Yüzyıllar boyu çeşitli din, dil ve ırktan insanların bir arada yaşadığı (kozmopolit) yapısını korumuş ve tarihsel süreçte eşsiz bir mozaik hâlini almış. Uzun zaman dilimleri boyunca, her alanda merkez olmayı ve iktidarda kalmayı başaran dünyadaki ender yerlerden biri olan İstanbul, geçmişten günümüze bir dünya başkenti...


MÖ 7. yüzyılda  kurulan İstanbul’un, kuzeyde Haliç, doğuda İstanbul Boğazı ve güneyde Marmara Denizi ile çevrili kısmı günümüzde “Tarihi Yarımada” olarak anılıyor. Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayan stratejik konumu nedeniyle tarihi boyunca kentte hüküm süren uygarlıklar için daima çok önemli olmuş. Bu özellikleri ile İstanbul; Roma, Doğu Roma ve Osmanlı gibi büyük imparatorluklara başkentlik yapmış. Bu görkemli geçmişi ile farklı dinleri, kültürleri, toplulukları ve bunların ürünü olan yapıtları benzersiz bir coğrafyada bir araya getiren İstanbul, 1985 tarihinde UNESCO Dünya Miras Listesi’ne 4 bölge olarak dahil edilmiş. Bunlar; Hipodrom, Ayasofya, Aya İrini, Küçük Ayasofya Camisi ve Topkapı Sarayı’nı içine alan Sultanahmet Kentsel Arkeolojik Sit Alanı; Süleymaniye Camisi ve çevresini içine alan Süleymaniye Koruma Alanı; Zeyrek Camisi ve çevresini içine alan Zeyrek Koruma Alanı ve İstanbul Kara Surları Koruma Alanı’nı içeriyor.


Konstantinus'un döneminde şehre Nova Roma dense de, 11 Mayıs 330'da şehrin ismi Konstantinopolis olmuş. Döneminde dünyanın en büyük katedrali olan Ayasofya'yı 360'da kuran Konstantin, böylece Roma İmparatorluğunun dinini de Hristiyanlık olarak değiştirmiş. Çok kez el değiştirip yıprandığından kentte, Roma İmparatorluğu dönemine ait fazla yapı kalmamış. Bugün Sultanahmet Meydanı olarak bilinen Hipodrom Meydanı, Circus Maximus tarafından inşa edilmiş.


Roma döneminden günümüze kalan yapılardan biri, kente gelen su sisteminde yer alan Bozdoğan Kemeri. Kentin su rezerv sisteminin inşası, İmparator Hadrianus döneminde başlamış. 1. Konstantin zamanında, kentin yeniden yapılanması ve büyümesiyle birlikte hızla artan nüfusun ihtiyacını karşılamak için sistemin daha da genişletilmesine gerek duyulmuş. O zamanlar kente gelen su, Yerebatan Sarnıcı gibi 100'den fazla sarnıçta depolanmış...



İstanbul ile ilgili daha fazla bilgi ve fotoğraf için, Tarihin Soylu Anası: İstanbul yazımızı okuyabilirsiniz.

Sivas'ta bulunan Divriği Ulu Camii, 1228-29 yıllarında Mengücekli beyi Ahmed Şah tarafından yaptırılmış. Dârüşşifa ise aynı tarihte, Ahmed Şah'ın eşi ve Erzincan beyi Fahreddin Behramşah’ın kızı olan Turan Melek tarafından Ahlatlı Muğis oğlu Hürrem Şah adlı bir mimara yaptırılmış. İki kubbeli türbeye sahip Ulu Camii ve caminin güney cephesine dayanmış darüşşifadan oluşan bu müthiş eser ziyaret ettiğimiz vakitte restore halde olsa da, dış cephedeki motifler bizi hayran bırakmaya yetmişti.


Mimari özelliklerinin yanı sıra, sergilediği zengin Anadolu geleneksel taş işçiliği örnekleriyle ne Türkiye'de ne İslam dünyasında bu ikili şaheserin benzerleri tekrarlanmamış. Bu nedenle UNESCO, 1985'teki ilk koruma listesinde "Türkiye'den seçilen 3 eser" arasında tescil etmiş. Divriği Ulu Cami ve Darüşşifası Türkiye’nin bu listeye giren ilk mimari yapısı...


Plan tipi ve süsleme olarak benzeri olmayan bir eser. Aralarında üslup birliği olmayan 3 portalin süslemeleri de birbirinden farklı. İki başlı kartal motifini de içeren süslemeler, son derece taşkın ve barok karakterli. Batı portalinde, Alaaddin Keykubad’ın arması olan çift başlı kartal ile Ahmet Şah'ın arması olan doğan motifi bulunuyor.


Caminin giriş kapısına ikindi güneşi düştüğü zaman oluşan gölgede, ayakta duran bir erkek siluetinin yandan görüntüsünün belirdiği söyleniyor. Bu siluetin önünde, dikdörtgene benzer bir gölge daha var. Bu gölgelerin, Kuran okuyan ve namaz kılan bir adam olduğuna inanılıyor.


Evliya Çelebi bu eser için şöyle demiş: "Üstad, mermer bu camiye öyle emek sarf edip, kapı ve duvarları öyle nakış bukalemun eylemiş ki, methinde diller kısır, kalem kırıktır."

Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası ile ilgili daha fazla bilgi ve fotoğraf için, Doğu Ekspresi Yolunda Kültürel Miras: Sivas, Erzincan, Erzurum, Kars, Ardahan yazımızı okuyabilirsiniz.


Kapadokya, başta Nevşehir olmak üzere Kırşehir, Niğde, Aksaray ve Kayseri illerine yayılmış bir bölge. Kapadokya 60 milyon yıl önce; Erciyes, Hasandağı ve Güllüdağ’ın püskürttüğü lav ve küllerin oluşturduğu yumuşak tabakaların milyonlarca yıl boyunca yağmur ve rüzgar tarafından aşındırılmasıyla ortaya çıkmış.


Göreme Milli Parkı ve Kapadokya, 6 Aralık 1985 tarihinde doğal ve kültürel varlık olarak Dünya Miras Listesine alınmış. Bu alanlar içinde; Göreme Milli Parkı, Derinkuyu ve Kaymaklı Yeraltı Şehirleri, Karain Güvercinlikleri, Karlık Kilisesi, Yeşilöz Theodoro Kilisesi ve Soğanlı Arkeolojik Alanı yer alıyor.



Volkanik tüften oluşmuş ilgi çekici bir manzara yapısı içerisindeki Kapadokya, Bizans kilise mimarisi ile Hristiyan tarihinden önemli bir devri sergiliyor. Hititler'in yaşadığı bu topraklar, daha sonraki dönemlerde Hristiyanlığın en önemli merkezlerinden biri haline gelmiş. Ana ulaşım yollarına uzaklığı ve engebeli bir alan olması, gizlenmek veya inzivaya çekilmek isteyenler için uygun bir korunma yeri olmuş. Kayalara oyulan evler ve kiliseler, bölgeyi Roma İmparatorluğunun baskısından kaçan Hristiyanlar için devasa bir sığınak haline getirmiş. Burada yaşayanlar, savaşların etkilerinden ve merkezi idarenin otoritesinden uzak kalmayı başarmış. Manastır hayatı 3-4. yüzyıllarda başlamış ve hızla yayılmış. Manastırlar, kiliseler, şapeller, yemekhaneler ve keşiş hücreleri, depo amacıyla kullanılan mekanlar oyulmuş ve duvar resimleri ile süslenmiş...

Dünyanın sayılı yerinde bulunan bu doğal oluşumları ziyaret listenize mutlaka eklemelisiniz. Çeşitli sebeplerden dolayı birkaç kere yolumuz düşse de bir kere görmek yeterli... Göreme Milli Parkı ve Kapadokya ile ilgili daha fazla bilgi ve fotoğraf için, Güzel Atlar Ülkesi: Kapadokya yazımızı okuyabilirsiniz.


1986 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne alınan Çorum’un Boğazkale ilçesindeki Hattuşa (Boğazköy), Hititlerin 400 yıllık başkenti olarak Anadolu’da yüzyıllar boyu çok önemli bir merkez olmuş. Önceleri ilk sahipleri olan Hattiler tarafından “Hattuş” olarak adlandırılan şehir, Hitit egemenliğine geçtikten sonra “Hattuşa” adını almış. MÖ 1700’lerde Kuşşara şehrinin kralı Anitta tarafından alınan Hattuşa, yine Anitta tarafından yıkılmış. Yazılı kayıtlarda Anitta ilk Hitit kralıymış. Yaklaşık 100 yıl kadar sonra şehir, 1.Hattuşili tarafından tekrar kurularak 400 yıldan uzun bir süre hüküm sürecek olan bir uygarlığın başkenti haline getirilmiş. Hattuşa, sanat ve mimarlık alanında gelişmeler göstermiş. Günümüzde görülebilen ve büyük çoğunluğu Büyük Kral 4. Tudhaliya dönemine ait olan kalıntılar arasında tapınaklar, kraliyet konutları, surlar ve kapılar bulunuyor.


Yapılan kazılarda, 5 kültür katı ortaya çıkmış. Bu katlarda Hatti, Asur, Hitit, Frig, Galat, Roma ve Bizans dönemlerine ait kalıntılar bulunmuş. Kalıntılar Aşağı Kent, Yukarı Kent, Büyük Kale (Kral Kalesi) ve Yazılıkaya'dan oluşuyor... Antik kent yaklaşık 6 kilometrelik yol ile çevrili alanda olduğu için araçla gezmek mümkün. Eğer yolunuz Hattuşaş’a düşerse, 2 km uzaklıktaki Yazılıkaya‘yı da görmeden geçmeyin...

Hattuşa ile ilgili daha fazla bilgi ve fotoğraf için, Hitit Uygarlığına Yolculuk: Çorum Alacahöyük ve Hattuşa yazımızı okuyabilirsiniz. Ayrıca, Melih Cevdet Anday'ın Teknenin Ölümü kitabındaki Hattuşa'yı anlattığı İlk Krallar şiirini de okumalısınız.


Güneşin en güzel doğduğu ve battığı yerler listesinin başlarında olan Nemrut Dağını asıl özel kılan, 2150 metre yükseklikteki zirvede bulunan Komagene Krallığı’na ait dev heykeller.  Kral 1. Antiochos tarafından yaptırılan, beş tanrıya ait 9 tona kadar ulaşabilen heykeller gerçekten ilgi çekici...


Dünyanın 8 harikasından biri olan Nemrut Dağı, 1987'de UNESCO tarafından Dünya Mirası Alanı ilan edilmiş. Adıyaman’ın Kahta ilçesindeki Nemrut Dağı yamaçlarında hükümdarlık yapmış olan Kommagene kralı 1. Antiochos’un tanrılara ve atalarına minnettarlığını göstermek için yaptırdığı mezarı, anıtsal heykelleri ve benzersiz manzarası ile Helenistik dönemin en görkemli kalıntılarından biri...


Kommagene kralı Antiochus Theos, MÖ 62 yılında bu dağın tepesine, pek çok Yunan ve Pers tanrısının heykelinin yanı sıra kendi mezar-tapınağını da yaptırmış. Anıtsal heykeller doğu, batı ve kuzey teraslarına yayılmış. Doğu terası kutsal merkez olduğu için en önemli heykel ve mimari kalıntılar burada bulunuyor. 8-10 metre yüksekliğinde iyi korunmuş durumdaki dev heykeller kireçtaşı bloklarından yapılmış. Varlığı bilinmekle beraber kral mezarı henüz keşfedilememiş.

Nemrut Dağı Milli Parkı ile ilgili daha fazla bilgi ve fotoğraf için, Kralların Taşlaştığı Yer: Nemrut yazımızı okuyabilirsiniz. Nemrut'a gitmeden önce Jean-Christophe Grangé’in Kurtlar İmparatorluğu kitabını okumanız Nemrut'a bakışınızı güçlendirecektir.


Pamukkale ve Hierapolis, 1988 yılında UNESCO tarafından belirlenen Dünya Miras Listesine alınmış. Çaldağı’nın güney eteklerinden gelen kalsiyum oksit içeren suların oluşturduğu görkemli beyaz travertenler ile geç Helenistik ve erken Hıristiyanlık dönemlerine ait kalıntılar içeren Hierapolis, antik çağlardan bugüne kadar ulaşan en çarpıcı merkezlerden biri. Denizli’ye 2 km. uzaklıkta bulunan bu alan, ayrıca çok çeşitli rahatsızlıklara iyi geldiğine inanılan şifalı suları ile de ünlü. Pamukkale, 2700 metre uzunluğunda, 600 metre genişliğinde ve 160 metre yüksekliğinde beyaz bir kale gibi...


Hierapolis ise Pamukkale üzerine inşa edilen bir antik kent. Antik kentin MÖ 2. yüzyılda Bergama krallarından 2. Eumenes tarafından kurulduğu, adını ise Bergama’nın kurucusu Telephos’un eşi Heira’dan aldığı sanılıyor. Eski kaynaklara göre metal ve taş işlemeciliği, dokuma kumaşları ile ünlü olan kent, Büyük Konstantin döneminde Frigya bölgesinin başkentliğini yapmış, Bizans döneminde piskoposluk merkezi olmuş.


Tiyatrosunun tasarımından, burada gladyatör dövüşleri yapıldığı anlaşılıyor. Sahne altındaki çukurluk bölüm ile oturma sıraları arasında seyircileri vahşi hayvanlardan korumak için yaklaşık 1 metrelik yükseklik farkı var. Gladyatör dövüşlerinin olmadığı tiyatrolarda bu fark bulunmayıp sıralar sahne düzeyinden başlıyor.






















Şehrin giriş kapısında işlenmiş olan Medusa figürü, tanrıça Medusa'dan korunmak için yapılmış. Bu inancın, Türk kültürüne nazar boncuğu olarak geçtiği sanılıyor. Bu da nazar boncuğunun batıl bir inanç olduğunu doğruluyor...

Pamukkale ve Hierapolis ile ilgili daha fazla bilgi ve fotoğraf için, Ege'nin Pamuk Prensesi: Pamukkale yazımızı okuyabilirsiniz.


Birbirine yaklaşık 6 km uzaklıktaki bu iki antik kentten Xanthos Likya’nın en büyük idari merkezi iken, Letoon ise Likya’nın dini merkezi konumundaki kentleriymiş. Tarihteki ilk demokratik toplum olan Likyalıların başkenti olan bu alan tarihi açıdan çok şey vadetse de görsel anlamda diğer antik kentlerden pek bir farkı yok, hatta birçoğundan daha kötü durumda...

Fethiye’ye 46 km. uzaklıkta, Kınık köyü yakınlarında bulunan Xanthos, antik çağda Likya’nın en büyük idari merkeziymiş. MÖ 545’te Perslerin egemenliğine girene kadar bağımsız olan kent, bundan yaklaşık olarak 100 yıl kadar sonra tamamıyla yanmış. Bu yangından sonra şehir tekrar inşa edilmiş, hatta MÖ 2. yüzyılda Likya Birliğinin başkenti olma görevini üstlenmiş. Daha sonra Romalıların kontrolüne giren kent, bundan sonra Bizans egemenliğine girmiş ve 7. yüzyıldaki Arap akınlarına kadar Bizans egemenliğinde kalmış. Yerleşen her uygarlığın inşa ettirdiği yapılarda Likya gelenekleri, Helenistik ve Roma dönemi etkilerini gösteren bu merkez 1988 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne alınmış.






















Şehir, Ksantos nehri (Eşen çayı) kenarındaki ovaya hakim iki tepe üzerinde kurulmuş. İlki Eşen çayının kenarından sarp bir kayalık şeklinde yükselen surla çevrili Likya akropolü, ikincisi ise kuzeydeki daha yüksek ve geniş olan Roma akropolü...


Antik çağda Xanthos, Likya’nın en büyük idari merkezi iken Xanthos’a 4 km. uzaklıkta bulunan Letoon, Likya’nın dini merkezi konumundaymış. Kentte en eski yerleşim izleri MÖ 7. yüzyıla kadar gidiyormuş. Şair Ovidius´un anlattığı bir öyküye göre kent, Zeus´tan hamile kalarak Artemis ve Apollo’nun annesi olan Leto’ya adanmış. Ören yeri merkezinde yan yana 3 tapınak bulunuyor. En büyük tapınak olan batıdaki Leto Tapınağı, peripteros tarzında yapılmış. Doğuda yer alan Dor tarzında yapılmış olan Apollo tapınağı, Leto tapınağından daha az korunmuş durumda ve boyutları daha küçük. Her iki tapınağın ortasında yer alan Artemis tapınağı ise en küçük tapınak olarak yapılmış.






















Bu kutsal alanda Leto, Apollon ve Artemis tapınakları ile birlikte, bir manastır, bir çeşme ve Roma tiyatrosu kalıntıları bulunuyor. Kentin kuzeyindeki Helenistik döneme ait tiyatro, arkasını kısmen doğal yamaca dayamış. Letoon, MS 7. yüzyılda terk edilmiş.


Ksantos ve Letoon ile ilgili daha fazla bilgi ve fotoğraf için, Güneşin Ülkesi: Güney Ege ve Batı Akdeniz Turu yazımızı okuyabilirsiniz.


Karabük’ün şirin ilçesi Safranbolu’da bulunan eski Osmanlı evleri, dönemin tarihini ve kent yaşamını çok güzel bir şekilde ortaya koyuyor. İki ya da üç katlı evlerden oluşan kentin en güzel manzaralarından biri Hıdırlık Tepesi‘nden yakalanıyor.


Camileri, çarşısı, mahalleleri, sokakları, tarihi evleri ile geçmişin hikayelerini günümüze taşıyan özgün bir Anadolu kenti olan Safranbolu 1994 yılında kültürel niteliği ile UNESCO Dünya Miras Listesi’ne dahil edilmiş. Kent, Dünya Miras Listesinde Çukur, Kıranköy ve Bağlar olmak üzere 3 bölüm halinde temsil ediliyor.

Bilinen tarihi MÖ 3000 yıllarına kadar giden Safranbolu sırası ile Hititler, Frigler, Lidyalılar, Persler, Helenistik Krallıklar, Romalılar, Selçuklular, Çobanoğulları, Candaroğulları ve Osmanlılar’ın egemenlik kurdukları bir bölgede yer alıyor. Bugünkü yapısını 17. ve 18. yüzyıllarda kazanan benzerlerinin aksine korunabilen birkaç önemli yerden biri olan Safranbolu, Türk şehir yapısına uygun olarak, zamana ve ihtiyaca bağlı gelişen, birbirine eklenerek büyüyen ve doğaya uyum sağlayıp onu koruyan niteliği ile dikkat çekiyor.


Safranbolu, 1950'lerde Anadolu'da gerçekleşen modern şehirleşmeden fazla etkilenmemiş. Bu nedenle kent kültürünü en özgün biçimde açığa çıkaran “Safranbolu Evleri” mimari gelenekleri ile iyi korunmuş... Türk kent kültürünün günümüzde yaşamaya devam eden en önemli yapı taşları ve geleneksel Türk konut mimarisinin en iyi temsilcilerinden olan Safranbolu Evleri’nden 2.000 adet bulunuyor. Evler, Türklerin yaşam gereklerini tüm yönleriyle karşılamak üzere gelenek ve göreneklerden ödün vermeden mekânsal zenginlikler öne çıkarılarak oluşturulmuş, doğaya ve komşuya saygı geleneği ile şekillenmiş.

Safranbolu evlerinde evin dış görünümünü tekdüzelikten kurtaran çıkmalar, kente farklı bir algı katıyor. “Muşabak” denen kafeslerin görülebildiği ahşap kanatlı pencereler, ahşap yerleşim tavanlar ve bezemeler, demir kapı tokmakları, çeşitli motiflerdeki anahtarlar, malakari cephe süslemeleri, taş işçiliği gibi küçük detaylar Safranbolu evlerinde asıl bütünü tamamlayan unsurlar.

Safranbolu şehri ile ilgili daha fazla bilgi ve fotoğraf için, Batı Karadeniz Seyahatimiz: Sinop, Kastamonu, Karabük, Bartın yazımızı okuyabilirsiniz.

9. TROYA ANTİK KENTİ / ÇANAKKALE (1998)

Dünyadaki en ünlü antik kentlerden biri olan Troya, 1988 yılından beri Dünya Miras Listesinde, 1996 yılından beri de Milli Park statüsünde yer alıyor. Antik kent, Çanakkale'ye bağlı Tevfikiye köyünün batısında, Hisarlık tepesinde bulunuyor. Homeros tarafından yazıldığı sanılan iki manzum destandan biri olan İlyada'da bahsi geçen Troya Savaşının gerçekleştiği antik kent, 1870'lerde Alman amatör arkeolog Heinrich Schliemann tarafından keşfedilmiş. Antik kentten çıkan eserlerin çoğu günümüzde Türkiye, Almanya ve Rusya'da yer alıyor.


Troya’da görülen 9 katman, kesintisiz olarak 3000 yıldan fazla bir zamanı gösteriyor. Anadolu, Ege ve Balkanların buluştuğu bu benzersiz coğrafyada yerleşmiş olan uygarlıkları izlememizi sağlıyor. Troya’daki en erken yerleşim katı MÖ 3000 - 2500 ile erken Tunç Çağına tarihleniyor, daha sonra sürekli yerleşim gören Troya katmanları MÖ 85 - MS 8. yüzyıla tarihlenen Roma dönemi ile sona eriyor. Troya, bulunduğu coğrafi konum nedeniyle burada hüküm süren uygarlıkların diğer bölgelerle ticari ve kültürel bağlantıları açısından daima çok önemli bir rol üstlenmiş. Troya ayrıca gösterdiği kesintisiz katmanlaşma ile Avrupa ve Ege’deki diğer arkeolojik alanlar için referans görevi görüyor. İlk olarak 1871’de Heinrich Schliemann, daha sonra W. Dörpfeld, C.W Blegen tarafından kazılmış olan bu görkemli arkeolojik şehirde kazılar halen sürdürülüyor.

Antik kentte kesintisiz olarak 3000 yıldan fazla bir zamanı gösteren 9 katman bulunduğu için burası tarihi olarak çok şey ifade etse de meşhur tahtadan at heykelinin bir kopyası haricinde çok da göze hitap eden bir şey kalmamış. Troya Antik Kentini henüz görmedik ama Çanakkale'de gezdiğimiz diğer yerler için Kaz Dağlarının Eteklerinde: Balıkesir ve Çanakkale yazımızı okuyabilirsiniz. Troya'ya gitmeden önce David Gibbins’in Truva Maskesi kitabını okumanız buraya bakışınızı güçlendirecektir.


İstanbul’un fethinden önce Osmanlı’nın başkenti olan Edirne’nin en önemli anıtsal eseri ve şehrin siluetini taçlandıran Selimiye Camii ve Külliyesi, 16. yüzyılda Sultan 2. Selim adına yaptırılmış. Teknik mükemmelliği, boyutları ve estetik değerleriyle döneminin ve sonraki zamanların en muhteşem eseri olan cami ve külliye, Osmanlı mimarlarından en önemlisi Mimar Sinan’ın ustalık dönemi eseri, mimarlık sanatının en görkemli örneklerinden biri ve insanın üretici dehasının bir başyapıtı olarak kabul ediliyor. İnce ve zarif 4 minareye sahip büyük kubbesiyle görkemli cami, iç tasarımında kullanılan ve döneminin en iyi örnekleri olan taş, mermer, ahşap, sedef ve özellikle çini motifleri ve ince işçilikleri ile kubbe ve kemerlerindeki kalem işleri, mermer döşemeli avlusu ve yapıyla bağlantılı el yazması kütüphanesi, eğitim kurumları, dış avlusu ve arastası (eskiden çarşılarda aynı tür iş yapan esnafın bulunduğu bölüm) ile bir sanat türünün zirvesini temsil ediyor.


Selimiye Camii ve Külliyesi, 28 Haziran 2011'de Dünya Mirası Listesine girdi. Böylelikle Drina Köprüsünden sonra bir Osmanlı eseri daha listeye girmiş oldu. Osmanlı’ya başkentlik yapmış bir şehir, muhteşem yapıtlar ve Mimar Sinan’ın “ustalık eserim” dediği Selimiye Cami…Yapımına 1568 yılında başlanıp 15.000 kişinin çalışmasıyla ancak 7 yılda bitirilebilen cami, mutlaka görülmesi gereken yapıtlardan...

Selimiye Camii ve Külliyesi ile ilgili daha fazla bilgi ve fotoğraf için, Osmanlı'nın Ustalık Eseri: Edirne ve Çanakkale yazımızı okuyabilirsiniz.

11. ÇATALHÖYÜK NEOLİTİK KENTİ / KONYA (2012)

Çatalhöyük kalıntılarının, UNESCO tarafından 2012 yılında Dünya Miras Listesine dahil edilmesine karar verildi. Çatalhöyük, Orta Anadolu'da, günümüzden 9000 yıl önce iskan edilmiş, çok geniş bir Neolitik Çağ ve Kalkolitik Çağ yerleşimi. Höyükler, yaklaşık 2000 yıl kesintisiz iskan edilmiş. Özellikle neolitik yerleşimin genişliği, barındırdığı nüfusu, oluşturduğu güçlü sanat ve kültür geleneği ile son derece dikkat çekici bir yer. Yerleşimde, 8000 üzerinde insan yaşadığı kabul ediliyor. Dünyanın en eski yerleşimlerinden biri olan Çatalhöyük'ün sakinleri, ilk tarımcı topluluklardan da biri... Çatalhöyük'ün diğer neolitik kentlerden temel farkı, bir köy yerleşmesini aşıp kentleşme evresini yaşamış olması.


Neolitik Döneme ait en eski yerleşim yerlerinden biri olan Çatalhöyük, bizim beğeni sıralamamıza göre listedeki en son ziyaret edilecek yer. Yerleşik hayata geçiş, tarımın başlangıcı, avcılık gibi değişimlere tanıklık eden kentte bizim ilgimizi çeken tek şey, içlerine çatılardan girilen evler...


Çatalhöyük Neolitik Kentinin bulunduğu Konya'da gezdiğimiz diğer yerler için Bozkırın Esrarlı Güzelliği: Konya yazımızı okuyabilirsiniz. Ayrıca, Melih Cevdet Anday'ın Göçebe Denizin Üstünde kitabındaki Çatalhöyük'ü anlattığı Ana Tanrıça şiirini de okumalısınız.


Orhan Bey’in fethi ile Osmanlılara katılan Bursa, 39 yıl başkentlik yapmış bir şehir. Altı padişah döneminde yapılmış olan 127 cami, 45 türbe, 34 medrese, 25 han, 37 hamam ve 14 imarethane ile buram buram tarih kokuyor. “Bursa ve Cumalıkızık: Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu” Dünya Miras Alanı;  Orhangazi Külliyesi ve çevresini içine alan Hanlar Bölgesi, Hüdavendigar (1. Murad) Külliyesi, Yıldırım (1. Bayezid) Külliyesi, Yeşil (1. Mehmed) Külliyesi, Muradiye (2. Murad) Külliyesi ve Cumalıkızık Köyü olmak üzere 6 bileşenden oluşuyor. Bu bileşenlerden Cumalıkızık Köyü de, Osmanlı mimarisini en güzel yansıtan evlerin doğal sokaklar ve anıtsal eserlerle birleştiği önemli bir kültür mirası olarak göze çarpıyor.


Osmanlı'nın ilk başkenti olarak kurulan ve külliyelerle şekillenen Bursa’nın tarih boyunca sahip olduğu önemli ticari rolü, kentteki büyük hanlar, bedesten ve çarşılarla ortaya konulmuş. Hanlar Bölgesi, 14. yüzyıldan bu yana kent ekonomisinin kalbi olmuş. Erken dönem Osmanlı kentine istisnai bir örnek olan Bursa’nın kentleşme modeli, daha sonra kurulan Osmanlı-Türk kentlerine örnek teşkil etmiş.


Cumalıkızık Köyü ve çevresindeki diğer vakıf köylerinin, payitaht Bursa’nın kent merkezindeki hanlar ve külliyeler ile ekonomik ilişkileri, Osmanlı’nın bütün kurumlarıyla bir beylikten imparatorluk haline dönüşmesine önemli bir katkı sağlamış. Bursa ve Cumalıkızık, bugün hala yaşayan ticari kültürü ve kente oldukça yakın kırsal yaşamın devamlılığı ile birlikte, erken dönem Osmanlı yaşam şekli ve vizyonuna iyi bir örnek teşkil ediyor...

Cumalıkızık ve Bursa ile ilgili daha fazla bilgi ve fotoğraf için, Tüm Zamanların Güzel Şehri: Bursa yazımızı okuyabilirsiniz. Bursa'ya gitmeden önce Mustafa Armağan’ın Osmanlı'yı Kuran Şehir: Bursa'ya Şehrengiz kitabını okumanız Bursa’ya bakışınızı güçlendirecektir.

13. BERGAMA ÇOK KATMANLI KÜLTÜREL PEYZAJ ALANI / İZMİR (2014)

Bergama; Helenistik, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinden eserlerin bir arada olduğu bir kent. Tıp biliminin ilk örneklerinin burada bulunduğu söylenen antik kent 8500 yıllık geçmişe sahip...



Kale Dağının tepesindeki antik Pergamon yerleşimi, anıtsal mimarisiyle Helenistik dönem şehir planlamacılığının en iyi örneğini temsil ediyor. Athena Tapınağı, Trajan Tapınağı, Helenistik dönemin en dik tiyatro yapısı, kütüphane, Heroon, parça parça sökülüp Almanya’ya götürülerek Pergamon Müzesi’nde sergilenmekte olan Zeus Sunağı, Dionysos Tapınağı, agora ve gymnasion yapıları bu planlama sisteminin ve dönem mimarisinin en seçkin örnekleri olarak karşımıza çıkıyor.

Helenistik Bergama Krallığının başkenti olan kent, önemli bir eğitim merkeziymiş. Daha sonra Roma İmparatorluğunun Asya Eyaleti başkenti olan Bergama, döneminin en önemli sağlık merkezlerinden Asklepion’a ev sahipliği yapmış. Çevresindeki kültürel peyzaj ile birlikte Helenistik ve Roma dönemlerine ait pek çok istisnai örneği içerisinde barındıran kent, özellikle Roma dönemine ait katmanlar üzerinde yayılmış olan Osmanlı dönemi mimarisine ait pek çok cami, han, hamam ve ticari merkez ile de önemini korumuş.

Bergama'yı henüz görmedik ama İzmir'de gezdiğimiz diğer yerler için Güneşin Ülkesi: Güney Ege ve Batı Akdeniz Turu yazımızı okuyabilirsiniz.


Bölgede hüküm süren medeniyetlerin, kültürlerin ve dönemin ihtiyaçları doğrultusunda şekillenerek özgünlüğünü ve 7000 yıllık tarihsel varlığını sürdüren Diyarbakır Kalesi, Surları ve Burçları hala orijinal ve özgün kültür varlıkları olarak yaşıyor. Dünya tarihi için önemli bir evrensel miras özelliğini koruyor. Çin Seddi’nden sonra günümüze bozulmadan gelen en uzun surlardan biri olarak ünlenen Diyarbakır Surlarından, Dicle Nehri kıyısındaki 8000 yıllık Hevsel Bahçelerini seyre dalabilirsiniz.


Hevsel Bahçeleri, bahçe kültürünün çok önemli olduğu bir coğrafyada yer alan tarihi boyunca, halkın kullanımına açık sivil bir bahçe olarak özgün bir değer ortaya koymuş. 30’dan fazla uygarlığın izlerini taşıyan bir bölgede, 8000 yıl gibi çok uzun süredir bahçe olarak var olmasıyla, tarımsal değerinin dışında, kültürel ve tarihi olarak da özgün bir yere sahip. Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçelerinin oluşturduğu yaşamsal işbirliği ve peyzaj, kentin binlerce yıldır kesintisiz yaşam sürmesinde en önemli etken...

Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri ile ilgili daha fazla bilgi ve fotoğraf için, Sur ve Sır: Diyarbakır yazımızı okuyabilirsiniz.


Antik kent denildiğinde ilk akla gelecek yer olan Efes Antik Kenti, İzmir’in Selçuk ilçesine yaklaşık 4 kilometre uzaklıkta. Zamanında yaklaşık 14000 kitaba ev sahipliği yapan büyüleyici Celsus Kütüphanesi, antik tiyatrosu, Kral Yolu, Yamaç Evleri ile Efes her dönem binlerce ziyaretçi ağırlıyor.


Dünya Miras Listesine alınan “Efes” Dünya Miras Alanı; Çukuriçi Höyük, Ayasuluk Tepesi (Selçuk Kalesi, St. John Bazilikası, İsa Bey Hamamı, İsa Bey Camii, Efes Antik Kenti ve Meryem Ana Evi olmak üzere 4 ana bileşenden oluşuyor.


Antik dönemin en önemli merkezlerinden biri olan Efes, tarih öncesi dönemden başlayarak Helenistik, Roma, Doğu Roma, Beylikler ve Osmanlı dönemleri boyunca yaklaşık 9000 yıl kesintisiz yerleşim görmüş. Tarihinin tüm aşamalarında çok önemli bir liman kenti, kültürel ve ticari merkez olmuş.


Helenistik ve Roma döneminin üstün kentleşme, mimarlık ve dini tarihine ışık tutan simgeleri barındıran Efes’te, farklı dönemlere ait üstün mimari ve kent planlama örnekleri bulunuyor. MÖ 8.yüzyıla tarihlenen ve antik dönemin 7 harikasından biri olarak ünlenen kült merkezi Artemision, Hz. Meryem’in Hz. İsa’nın annesi olarak kabul ve ilan edildiği 431 tarihli Ekümenik Konsülün gerçekleştiği yer olan Meryem Kilisesi, Hz. İsa’nın havarilerinden biri olan ve Yahya İncilini Efes’te yazan St. John’ın mezarı üzerine inşa edilen Bazilika...






















Erken Hristiyanlık dönemine şahitlik eden bunun gibi eserleri, günümüzde Hristiyanlar tarafından hac mekanı olarak kabul edilen Meryem Ana Evi ve beylikler döneminde inşa edilen İslam yapıları ile Efes, aynı zamanda dini tarih açısından da bugün hala ayakta olan benzersiz bir birikim sunuyor...

Efes ile ilgili daha fazla bilgi ve fotoğraf için, Güneşin Ülkesi: Güney Ege ve Batı Akdeniz Turu yazımızı okuyabilirsiniz.


Kars'ta, Türkiye ve Ermenistan sınırında yer alan Ani Arkeolojik Alanı, Erken Demir Çağından 16.yüzyıla kadar yerleşimin sürekli olduğu; Orta Çağın şehircilik, mimarlık ve sanat açısından gelişiminin tüm zenginlik ve çeşitliliğinin bir arada görüldüğü çok kültürlü bir İpek Yolu yerleşimi...



İçkale’de 4. yüzyılda başlayan yerleşim, kapalı kent modelinden açık kent modeline geçişin bölgedeki ilk örneğini belgelemesi bakımından önemli. Yerleşimin yoğun ticaret akslarının üzerinde olması, ilerleyen zamanlarda çok kültürlü bir ticari merkez olarak gelişmesine neden olmuş. Bu da kenti Ermeni, Gürcü, Bizans ve Selçuklu kültürlerinin buluşma noktası haline getirmiş.

Bu karşılıklı kültürel etkileşimin sonucu olarak ortaya çıkan mimari tasarım fikirleri, inşaat malzemeleri, teknikleri ve dekorasyon ayrıntıları ise, daha sonra tüm Anadolu’ya ve Kafkasya’ya yayılacak olan Ani’ye özgü bir mimari dilin oluşumuna neden olmuş. Sürekli dönüşen bir kentsel peyzaj içinde, özgün mimari anıtlar üretilmiş.

Bu özellikleriyle Ani Arkeolojik Alanı, 2016 yılında UNESCO Dünya Miras Listesine kaydedildi. Doğu Ekspresi’nin popülerliğinin gün geçtikçe artmasıyla, harabelerde turist ziyareti katlanmış durumda. Yazı ayrı, kışı ayrı bir güzel... Ani ile ilgili daha fazla bilgi ve fotoğraf için, Kars'ın Anı Defteri: Ani Harabeleri yazımızı okuyabilirsiniz.

17. AFRODİSİAS / AYDIN (2017)

Aydın'ın Karacasu ilçesindeki Geyre mahallesi sınırları içinde yer alan Aphrodisias Antik Kenti, Menderes (Meander) ırmağının bir kolu olan Dandalaz (Morsynus) çayının oluşturduğu bereketli vadide, denizden yaklaşık 600 metre yükseklikteki bir plato üzerinde yer alıyor. Tarih boyunca, içinde bulunduğu nehir havzasının doğal özelliklerinden beslenen kentin antik dönemdeki en büyük zenginlik kaynağını ise kentin kuzeyinde, Babadağ eteklerinde yer alan mermer ocakları sağlamış.



Yerleşim tarihi MÖ 5000 ortalarına kadar uzanan Aphrodisias, MÖ 6. yüzyılda küçük bir köy görünümünde iken, MÖ 2. yüzyılda Menderes vadisindeki yoğun şehirleşme döneminde kent devleti (polis) statüsü kazanmış. MÖ 1. yüzyılda Roma ile yakın ilişkilere sahip olan Aphrodisias, daha sonra Roma İmparatoru olarak Augustus unvanını alacak olan Octavian tarafından “Tüm Asya’dan kendime bu kenti seçtim.” sözleriyle koruma altına alınmış. Roma Senatosu tarafından, MÖ 39 yılında vergi muafiyeti ve özerklik gibi ayrıcalıklar tanındıktan sonra hızla gelişmeye başlamış. 

Aphrodisias’ın arkeolojik önemi, geç Helenistik dönemden Roma ve Bizans dönemlerine kadar süren yoğun bir fikir ve değer alışverişini gözler önüne seren, büyük ölçüde mermerden inşa edilmiş yapıların ve bunlarla ilişkili kabartma ve yazıtların istisnai ölçüde iyi korunmuş olmasından geliyor. Aphrodisias, MS 1-5. yüzyıllar arasında bütün Akdeniz dünyasında büyük üne kavuşan, başta Roma olmak üzere, imparatorluğun dört bir yanında imzalarını taşıyan eserleri bulunan heykeltıraşlar yetiştirmiş. Mermer ocaklarının kente eşine az rastlanır derecede yakın olması, Aphrodisias'ın mermer heykel sanatı için yüksek kaliteli bir üretim merkezi haline gelmesinin önemli bir nedeni olmuş. Bu özelliği sayesinde Roma İmparatorluğunun Asya Eyaletinde, dönemin mermer sanatı ve mimarisinin tüm yönleriyle araştırılıp anlaşılmasını sağlayan kentlerden biri olmuş. Kente adını veren ve kent kimliğinin gelişiminde önemli rol oynayan Aphrodite kutsal alanının ve kentteki özgün Aphrodite kültünün de, Akdeniz havzasında geniş bir alanı kültürel açıdan etkilediği biliniyormuş.

Bu özellikleri nedeniyle, Aphrodisias Antik Kenti yaklaşık 2-3 km kuzeydoğusunda bulunan antik mermer ocakları ile birlikte 2017 yılında Dünya Miras Listesine kaydedildi. Adını aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit’ten alan Afrodisias Antik Kenti, girişine kurulan müzenin heykelleri ile birlikte kesinlikle görülmeye değer...

Afrodisias'ı henüz görmedik ama Aydın'da gezdiğimiz diğer yerler için Güneşin Ülkesi: Güney Ege ve Batı Akdeniz Turu yazımızı okuyabilirsiniz.


Tarihin bilinen ilk ve en büyük tapınağı olan Göbeklitepe, Şanlıurfa kent merkezinin 18 kilometre kuzeydoğusunda, Örencik Köyü yakınlarında yer alıyor. Alan 1963 yılında, İstanbul ve Chicago Üniversitelerinin ortaklığıyla gerçekleştirilen bir yüzey araştırması sırasında keşfedilmiş ve “V52 Neolitik Yerleşimi” olarak tanımlanmış. Alanın gerçek değeri, 1994 yılından sonra başlatılan kazı çalışmaları ile ortaya çıkmaya başlamış. Bu çalışmalar sonrasında, Göbeklitepe’nin 12000 yıl öncesine uzanan bir kült merkezi olduğu anlaşılmış.


Göbeklitepe ile ilgili bahsi geçen bilimsel veriler, arkeoloji çalışmalarında neolitik dönemle ilgili kuramsal çerçevenin ve tarihlendirmelerin yeniden değerlendirilmesini gerektiren önemli bilgiler vermiş. Göbeklitepe'nin konumu, boyutları, tarihlendirilmesi ve yapılarının anıtsallığı ile neolitik dönem için tek bir kutsal alan olduğu anlaşılmış. Alan, 12000 yıl boyunca doğal çevresi içinde dokunulmadan kaldığından önemli arkeolojik buluntular vermiş.



Göbeklitepe'de, çapları 30 metreyi bulan yaklaşık 20 oval yapının ortasında, 2 adet “T” biçimli, 5 metre yüksekliğinde, kireçtaşı sütunlar yer alıyor. Yapıların iç duvarlarında da daha küçük sütunlar bulunuyor...



Göbeklitepe ile ilgili daha fazla bilgi ve fotoğraf için, 2019 Göbeklitepe Yılında: Tarihin Sıfır Noktasında yazımızı okuyabilirsiniz. Göbeklitepe'ye gitmeden önce İskender Pala’nın Bir Göbeklitepe Romanı: Akşam Yıldızı kitabını okumanız Göbeklitepe’ye bakışınızı güçlendirecektir.


2021 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesine giren, dünyanın en eski sarayını barındıran, MÖ 5 binli yıllara tarihlenen, eski çağlardan beri Anadolu ve Ortadoğu'nun kavşak noktası olmuş Arslantepe Höyüğü...


1930 yılında höyüğün kuzeyinde, Yeni Hitit şehir devleti giriş kapısında ortaya çıkarılan Kral Tarhunza ve höyüğe adını veren iki aslan heykeli ile kabartmalar halen Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesinde sergileniyor. Arslantepe'deki heykeller ise kopyaları. Bu eserlerin fotoğraflarını görmek isterseniz Tarihe Yolculuk: Anadolu Medeniyetleri Müzesi yazımızı okumanızı tavsiye ederiz.

Ahşap çatı, yürüyüş yolları ve bütün giriş düzenlemeleri 2011 yılında Malatya Valiliğince yapılmış.

Malatya'nın tarihini hissetmek isteyenler için Güneş Doğudan Doğar: Malatya, Elazığ, Bingöl, Muş, Bitlis, Van, Ağrı, Iğdır yazımıza göz gezdirmenizi öneriyoruz.


Ankara’nın 70 km güney-batısında yer alan Gordion’da, ana yerleşimin bulunduğu höyük bugünkü Yassıhöyük Köyünün sınırları içerisinde bulunuyor. Alanda yapılan bilimsel kazılardan elde edilen bulgulara göre, alanda yerleşim, Erken Bronz çağından Ortaçağ’a (M.S. 12-13. yüzyıllar) kadar uzanan uzun süreyi kapsıyor. Gordion, M.Ö. 12. yüzyılda Hitit İmparatorluğunun çöküşüyle birlikte yükselen Frigya ve Friglerin politik ve kültürel başkenti olmasıyla öne çıkıyor.


Bölgenin peyzajı, yoğun Tümülüslerle benzersiz bir şekilde ayırt ediliyor. Kraliyet ve seçkin sınıf mezarları (Tümülüsler) bölgede MÖ 9. yüzyıldan MÖ 3. yüzyıla kadar uzanan süreç boyunca görülüyor. Bunlardan biri olan Büyük Tümülüs (Tümülüs MM) 53 metre yüksekliğinde ve dünyanın 3. büyük Tümülüsü olarak nitelendiriliyor. Özellikle Tümülüs MM’in altındaki ahşap mezar odasının günümüze kadar bozulmadan, sağlam durumda ulaşmasının hiçbir yerde benzeri bulunmuyor.


Gordion'un tarihini hissetmek isteyenler için Eşek Kulaklı Kral Midas'ın Şehri: Polatlı Gordion yazımıza göz gezdirmenizi öneriyoruz.

21. ANADOLU'NUN AHŞAP CAMİİLERİ (2023)

Mimari malzeme olarak genellikle kesme taşın kullanıldığı Anadolu-Türk mimarisinde, ahşap tavanlı olan ve bu tavanın ahşap desteklerle taşındığı camiler, özel bir yapı grubunu oluşturuyor. 13. ve 14. yüzyılda özellikle Anadolu’nun iç ve batı bölgelerinde inşa edilen bu yapılardaki ahşap kullanımı, Türklerin Orta Asya ve Horasan bölgesindeki mimari üslubunu hatırlatıyor. Yapı içlerindeki ahşap yüzeylerin “kalem işi” adı verilen süslemelerle bezeli olduğu bu camiler, dıştan sade görünümlerine karşın renkli bir iç mekana sahip...


Afyonkarahisar Ulu Camii (1272-77), Eskişehir Sivrihisar Ulu Camii (1274-75), Ankara Ahi Şerefeddin (Arslanhane) Camii (1289-90), Konya Beyşehir Eşrefoğlu Camii (1296-99) ve Kastamonu Kasaba Köyü Mahmut Bey Camii (1366-67), “Anadolu’daki Ahşap Tavanlı ve Ahşap Destekli Camiler”in en üstün örnekleri...

Yukarıdaki fotoğrafta görünen Ankara’daki Arslanhane Camii için Ankara'nın Ulu Camisi: Aslanhane Camii yazımıza göz gezdirmenizi öneriyoruz. Çok güzel bir cami olduğu için ona özel bir yazı hazırladık. Diğer camilerden de biraz bahsedelim...


Konya'daki Eşrefoğlu Camii, Beyşehir Gölü’nün 100 metre kuzeyinde, Eşrefoğlu Mahallesinde yer alıyor. Cami, 1299 yılında bir türbe, kervansaray ve hamam ile bir külliye şeklinde, Eşrefoğlu Emir Süleyman Bey tarafından yaptırılmış. Yapı, genel olarak Selçuklu geleneğini devam ettirmiş.


Kuzey-güney doğrultusunda uzanan yapının harim kısmı, mihrap duvarına dik 7 sahın oluşturacak şekilde ahşap direklerle tanzim edilmiş. Orta sahın yan sahınlardan daha geniş tutulmuş. Tavanın ortasında aydınlık feneri olarak da adlandırılan hem iç mekana ışık verdiği, hem de zemindeki havuza dolan kar sayesinde ahşap aksamın ihtiyaç duyduğu nemi sağladığı düşünülen bir boşluk yer alıyor. Mihrap önü kubbesi Türk mimari geleneğini yansıtıyor.


Çini mozaik mihrap ve kündekari tekniğinde yapılmış minber caminin önemli süsleme unsuru. Camiyi, tek kılan özelliği ise büyük ölçüde özgün olan ahşap aksamı ve bu yüzeylerin üzerinde örneklerinin en başarılısı ve gösterişlisi olan kalem işleri...

Konya'nın tarihini hissetmek isteyenler için Bozkırın Esrarlı Güzelliği: Konya yazımıza göz gezdirmenizi öneriyoruz.


Şehrin sarp kalesinin eteklerindeki vadide yükselen ve Afyonkarahisar'ın en büyük camilerinden birisi olan Ulu Cami, Anadolu Selçukluları devrinde (1272-1277 yıllarında) Sahipata Nusrediddün Hasan tarafından yapılmış. Minaresi ise 14. asırda Yıldırım Beyazid devrinde yapılmış. Ulu Camii, 19. yüzyıla kadar Hoca Bey Camii ismi ile anılırken 19. yüzyıldan itibaren Camii Kebir (Ulu Camii) olarak anılmaya başlanmış. 



Tamamı ahşaptan üstelik tek bir çivi bile çakılmadan yapılan tarihi Ulu Cami, 5 sıralı 40 adet ahşap direk üzerine oturtulduğu için Kırk Direkli Cami olarak da biliniyor. Cami içerisindeki ahşap işçiliği kayda değer güzellikte. Ahşap sütunlar üzerindeki sarkıt ve baklava dilimli sütün başlıkları eskiden rengarenk boyalıymış. Mukarnaslı başlıklar, ahşap kirişler ve lambriler üzerinde geometrik, bitkisel, yazılı ve figürlü kalem işi süslemelerin varlığı bilinse de bu süslemelerden çok azı günümüze ulaşmış durumda...

Bu camiyi anlatmaya kelimeler yetmez, en iyisi siz Karahisar'ın Eteklerinde: Afyon yazımıza bir göz atın.


Sivrihisarlı kadı Leşker Emir Celaleddin Ali tarafından 1231-1232 yıllarında inşa ettirilen Sivrihisar Ulu Camii, Anadolu’da sayıları fazla olmayan ahşap direkli ve ahşap tavanlı camilerin en önemli temsilcilerinden biri. Ahşap sütunları üzerindeki oyma ve kabartmalar ile ince işçilikli ahşap minberi dikkat çekici...

Sivrihisar'ın tarihini hissetmek isteyenler için Gönül Dağı: Sivrihisar yazımıza göz gezdirmenizi öneriyoruz.


Anadolu Selçuklu Devletinin parçalanmasından sonra kurulan beyliklerden biri olan Candaroğulları Beyliği döneminde 1366 yılında inşa edilen Kastamonu Mahmut Bey Camii, Anadolu’daki ahşap tavanlı ve ahşap destekli camilerin ender örneklerinden biri. Özellikle ibadet mekanındaki ahşap bölümlerin hiç çivi kullanılmadan geçme tekniğiyle birleştirilmesi ve ahşap yüzeyler üzerindeki “Kalem İşi” adı verilen süslemeler, yapıyı benzerlerinden ayıran en önemli özellikleri. Anadolu Türk mimarisinde nadir görülen alçı mihrabı ile birlikte üstün bir sanatsal anlayışın örneği olan ahşap kapı kanatları, Mahmut Bey Camii’ni öne çıkaran diğer özellikler...

Anadolu'nun tarihi camilerini hissetmek isteyenler için Anadolu'nun Ahşap Camileri: Ankara, Konya, Eskişehir, Afyonkarahisar, Kastamonu yazımıza göz gezdirmenizi öneriyoruz.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder