29 Ağustos 2023

Yedi Tepe İstanbul 1: Sarayburnu Tepesi

"Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler! Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler…" diye yazmış Necip Fazıl "Canım İstanbul" şiirinde. Nazım Hikmet hasretini "Yedi tepeli şehrimde bıraktım gonca gülümü." dizesinde dile getirmiş. Yahya Kemal de "Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!" dizeleriyle anlatmış. Daha nice şair ve yazara ilham vermiş yedi tepeli İstanbul...

Rivayete göre Roma İmparatoru Konstantin, o dönemde gökyüzünde güneş, ay ve 5 gezegenin olduğu gerçeğinden hareketle kenti 7 tepe üzerine kurmuş. Roma gibi Bizans ve Osmanlı da 7 tepeli kentin sınırlarını korumuş ve üzerine görkemli yapılarını dikmiş. İstanbul’un üzerinde kurulduğu yedi tepe, sur içi ya da Tarihi Yarımada da dediğimiz bölgede, yani fethedilen İstanbul’un tam merkezinde kalan bölümde yer alıyor. Edirnekapı’dan Sarayburnu’na uzanan üçgeni kapsıyor…

Aslında İstanbul'un yedi tepesi yok, Edirnekapı'dan biraz yükselerek giden yerler var. Yedi Tepe İstanbul tanımı, sur içinde kalan ve eski İstanbul'da belirgin olarak görülen hakim yedi tepeyi anlatıyor. Birinci tepede Topkapı Sarayı, ikinci tepede Nuruosmaniye Camisi, üçüncü tepede Süleymaniye Camisi, dördüncü tepede Fatih Camisi, beşinci tepede Yavuz Sultan Selim Camisi, altıncı tepede Mihrimah Sultan Camisi, yedinci tepede Haseki Külliyesi yer alıyor.

İstanbul’u “İstanbul” yapan Tarihi Yarımada’daki bu meşhur tepeleri ve burada bulunan en önemli eserleri gelin hep beraber keşfedelim. Bu yazımızda birinci tepeyi keşfedeceğiz.

"Yedi tepeli şehrimde
Bıraktım gonca gülümü.
Ne ölümden korkmak ayıp,
Ne de düşünmek ölümü."

İstanbul’un birinci tepesi Ayasofya, Topkapı Sarayı ve Sultan Ahmet Camii'nin de bulunduğu bölgeden oluşan tepedir. Tüm zamanlar boyunca kentin kamusal merkezidir, adeta kentin kalbidir. Birinci tepe, Bizans ve Osmanlı tarafından saray alanı olarak seçilmiştir. Fatih Sultan Mehmet tarafından 1478 yılında yaptırılan Topkapı Sarayı, birinci tepenin en hakim noktasında yer alıyor. Topkapı Sarayı’ndan başka bu tepede bulunan Ayasofya Müzesi ve Sultanahmet Camisi şehrin siluetini belirleyen en güzel tarihi abidelerdir. Bu tepede; Topkapı Sarayı, Aya İrini, Ayasofya, Sultanahmet Camisi, İbrahim Paşa Sarayı, Milion Taşı, Alman Çeşmesi, Küçük Ayasofya Camisi, İstanbul Arkeoloji Müzesi, Yerebatan Sarnıcı, Cağaloğlu Hamamı, Yeni Cami, Sirkeci Garı, Bukoleon Sarayı, Arasta Pazarı bulunuyor. İstanbul'da gezilecek yerler dendiğinde ilk akla gelen tarihi bölge içerisinde, birbirlerine çok yakın olan bu yapıları gezmek için bol bol yürüdük.


İlk durağımız olan Topkapı Sarayı, birinci tepenin en hakim noktasında yer alıyor. İhtişamıyla ve mimarisiyle büyüleyen Topkapı Sarayı, İstanbul'da görülmeden geçilmemesi gereken tarihi mekanların başında yer alıyor. 1478 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan saray, 400 yıl boyunca padişahların yaşadığı ve devleti idare ettikleri ana merkez görevini üstlenmiş, tarihe tanıklık etmiş. Bir zamanlar içinde 4000'e yakın insan yaşamış. Abdülmecit döneminde ziyarete açılan Topkapı Sarayı, Osmanlı mimarisine ait izler ve gizemler taşıyor.


Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra, 3 Nisan 1924 yılında müze haline getirilerek Cumhuriyet'in ilk müzesi olmuş. Günümüzde büyük turist kitlelerini kendine çeken bu gizemli saray, 1985 yılında UNESCO Dünya Miras Listesine giren Tarihi Yarımada içerisindeki tarihi eserlerin en başında geliyor... Devletin yönetim merkezlerine açılan ve Orta Kapı da denilen, Bâbüsselâm adındaki iki kuleli kapı, Topkapı Sarayı’nın ve İmparatorluğun ihtişamının bir simgesi olmuş.

Muazzam görünüşüyle İmparatorluğun ve Osmanlı padişahının hâkimiyetini simgeleyen Bâbüssaâde (Akağalar Kapısı) Saadet Kapısı, padişahın özel ikametgâhının başlangıcını teşkil ediyormuş. Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan kapının hemen önünde bulunan 4 sütun daha sonra kaldırılmış ve kapıya yeni bir biçim verilmiş. Kapı kemerinin üstünde 1774’te yapılan tamir kitabesi bulunuyor. Üst tarafta ise Sultan 2. Mahmud’un hattı ile yazılmış Besmele var.

Topkapı, Fatih Sultan Mehmed döneminde inşa edildikten sonra yüzyıllar içinde değişmiş ve genişlemiş. Bununla birlikte, sarayın 4 avludan oluşan temel planı değişikliğe uğramamış. Topkapı Sarayı çok büyük ve kalabalık olduğu için gezerken çok yorulduk ama çok da fotoğraf çektik. Ancak hepsini burada paylaşırsak çok uzun bir yazı olur. Buraya bir gününüzü ayırmanızı ve ihtişamı kendi gözlerinizle görmenizi tavsiye ediyoruz. Sadece sarayı değil, güzel boğaz manzaraları da göreceksiniz. Nurullah Genç'in dediği gibi, hasreti çoğaltan denizi göreceksiniz:

"hasret, yalnızlığı çoğaltan deniz 
ayrılık acıyla süzülür kandan 
nefesin fermandır Topkapı Sarayı'nda 
dönüşünü bekliyor rıhtımda şehzadeler 
öylesine yorgun, mahzun ve candan"






















Topkapı ile Ayasofya arasında İstanbul'un bir başka simge eseri 3. Ahmet Çeşmesi var. 1728 yılında Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın önerisiyle 3. Ahmed tarafından Perayton isimli bir Bizans çeşmesinin yerine Mimar Ahmet Ağa'ya inşa ettirilen çeşme, Türk rokoko tarzının en güzel örneklerinden...




Sıradaki durağımız olan Ayasofya Camii, sınırsızlığı ve görkemiyle yerli yabancı çoğu turisti şaşırtan ve görmek için mutlaka vakit ayrılması gereken mekanlardan biri. Bizans İmparatoru 1. Jüstinyen tarafından yaptırılmış, daha sonra ise Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülmüş olan Ayasofya tarihi hissetmek, şahit olmak isteyen birçok turisti ağırlıyor. 1935 yılından beri müze olarak hizmet veren Ayasofya, Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi ismiyle 24 Temmuz 2020 tarihinde kılınan cuma namazı ile resmen ibadete açıldı.

Ayasofya'nın İmparator Kapısından geçerek ana mekana giriyoruz. İç narteks bölümünden ana mekana geçişi sağlayan ve 6. yüzyıla tarihlenen İmparator Kapısı, Ayasofya'nın en büyük kapısıymış. 7 metre boyundaki İmparator Kapısı, bronz çerçeveli olup meşe ağacından yapılmış. Kanatlarının üzeri tunç levhalarla kaplı olan kapı, yalnız İmparator ve mahiyeti tarafından kullanılırmış. Doğu Roma kaynaklarında kapının, Nuh'un Gemisinin tahtalarından yapılmış olabileceğinin yanı sıra, Yahudilerin kutsal levhalarının saklandığı sandığın tahtası da olabileceği bilgisi geçiyormuş.


Ayasofya, mimari bakımdan, bazilika planı ile merkezi planı birleştiren, kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınıyor.

Doğu Roma İmparatorluğunun İstanbul'da yapmış olduğu en büyük kilise olan Ayasofya, mozaikleriyle büyülüyor. Mozaiklerin yapımında altın, gümüş, cam, pişmiş toprak ve renkli taşlardan oluşan malzemeler kullanılmış.

Kiliselerde doğu yönüne bakan kutsal bölüm olan apsisin tavanında, Hz. Meryem ve Hz. İsa'nın tasvir edildiği 867 tarihli bir mozaik yer alıyor. Ancak kıble tarafında olduğu için namaza engel olmaması amacıyla üstü kapatılmış. Mihrap duvarındaki küçük yuvarlak hat levhalarında Allah (cc), Hz. Muhammed (sav), dört halife (Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali) ile Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in isimleri yazıyor.

Osmanlı döneminde, 16. ve 17. yüzyıllarda, camiye dönüştürülen Ayasofya'nın içine mihraplar, minber, müezzin mahfilleri, vaaz kürsüsü ve maksureler eklenmiş. Mihrap, apsis ile aynı yerde ve 19. yüzyılda son şeklini almış. Mihrabın etrafındaki çini yazı kuşağında Bakara Suresi 255. ayette yer alan "Ayetü'l-Kürsi" yazıyor. Mihrabın iki yanında Kanuni Sultan Süleyman'ın Macaristan'ın fethi sonrasında (1526) Budin'den getirdiği bronz şamdanlar yer alıyor.

Ayasofya'da mihrabın sağında yer alan minber, Sultan 3. Murad döneminde (1574-1595) yapılmış. Osmanlı dönemi 16. yüzyıl mermer işçiliğinin en güzel örneklerinden... Minberin sol, mihrabın sağ tarafında Sultan 2. Mahmud, 3. Ahmed ve 2. Mustafa'ya ait hat levhaları yer alıyor.


Ana mekanın duvarlarında asılı olan büyük yuvarlak hat levhaları, Sultan Abdülmecid (1839-1861) döneminde 1847-1849 yılları arasında yapılan onarımlar sırasında dönemin en ünlü hattatlarından Kadıasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılmış. 7,5 m. çapındaki yuvarlak hat levhaları, kenevirden yapılmış yeşil zemin üzerine altın yaldız ile yazılmış.

Toplam 8 adet levhada; Allah (cc), Hz. Muhammed (sav), Dört Halife; Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ile Hz. Muhammed'in torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin isimleri yazıyor. Levhaların ahşap askıları hafif ve dayanıklı olması nedeniyle ıhlamur ağacından yapılmış. Bu hat levhalarının İslam dünyasının en büyük hat levhalarından olduğu biliniyor.

Aynı hattat kubbenin ortasına ise Nur Suresi’nin 35. ayeti olan "Allah göklerin ve yerin nurudur" yazmış.

Pandantifler üzerinde birbirlerine tam eş olmayan dört melek figürü işlenmiş. Doğuda yer alan melekler mozaikten yapılmış, batıdaki iki melek ise Doğu Roma döneminde bozulmuş ve fresko resim olarak yenilenmiş. Pandantiflerde yer alan melek figürlerinin yüzleri Osmanlı döneminde yıldız biçimli madenî bir kapak ile kapatılmış. 2009 yılında kubbede yapılan mozaik onarımları sırasında, kuzeydoğudaki melek tasvirinin yüzünü örten kapak açılarak meleğin yüzü ortaya çıkartılmış.


16-18. yüzyıl İznik, Kütahya, Tekfur Sarayı çinileri ile bezeli kütüphane, okuma salonu ve kitaplık (hazine-i kütüb) olmak üzere iki kısımdan oluşuyor. Sultan 1. Mahmud tarafından 1739 yılında yaptırılmış. Ana mekandan ayrılan altın yaldızlı tunç şebeke, çiçek ve kıvrık dallarla süslü. Kütüphanenin iki kanatlı kapısı üzerinde "Ya Fettah" yazılı iki kapı kulpu bulunuyor.


Ayasofya’nın mermer kaplı duvarları dışındaki tüm yüzeyler birbirinden güzel mozaiklerle süslenmiş. Bunlardan biri, çıkış kapısının üzerinde yer alıyor.


Sağda İstanbul'u kuran İmparator Konstantinos şehrin maketini, solda Ayasofya'yı yaptıran İmparator İustinianos Ayasofya'nın maketini, Hz. Meryem ve Hz. İsa'ya sunuyor.


Güzel kapı denilen çıkış kapısı, MÖ 2. yüzyıla ait Tarsus'daki Helenistik dönem tapınağının orijinal bronz kapısıymış. Kabartma şeklinde bitkisel ve geometrik desenler ile süslü olan kapı, İmparator Theophilos (829-842) tarafından 838 tarihinde getirtilmiş.


Çıkıştaki sütunların birinde, Hz. Muhammed (sav)'in İstanbul'un fethini müjdeleyen hadis-i şerifi ile karşılaşıyoruz; "Konstantiniyye (İstanbul) muhakkak feth olunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur."


Ayasofya'nın çıkış kapısının karşısındaki, Sultan 1. Mahmud tarafından 1740 yılında yaptırılan Ayasofya Şadırvanı, Osmanlı mimarisinin bir şaheseri olup, İstanbul'daki en büyük ve en güzel şadırvanlardan biri. Mukarnas başlıklı 8 mermer sütunun ve 8 kemerin üzerine yerleştirilmiş kubbe ve saçak ile örtülü. Kubbenin üzerinde üst kısmı tunçtan lale şeklinde istifli oyularak yazılmış "Allah" ve alt kısmında aynalı olarak "Muhammed" yazısı ile mermer revakın üst ve iç kısmında "Kaside" bulunuyor. 16 dilimli şadırvanın her diliminin ortasında tunç musluklar bulunuyor. Muslukların üzerinde yer alan dilimli tunç şebekelerin birleştiği kısmın üstünde, tunçtan lale şeklinde "Biz Her Şeyi Sudan Yarattık" ibaresinin yazılı olduğu alemler var.

Sırada Ayasofya'nın avlusundaki padişah türbeleri var...


Ayasofya padişah türbelerini çıkış kapısından sola dönerek doğu yönündeki girişten ücretsiz olarak ziyaret edebilirsiniz. Türbelerde; Sultan İbrahim (1648), 1. Mustafa (1639), 3. Mehmed, 3. Murad, 2. Selim, şehzadeler ve sultanların kızları metfun...


Sultan 3. Mehmed türbesi, Mimar Dalgıç Ahmed Ağa tarafından 1608 yılında inşa edilmiş. Türbe 8 köşeli ve üzeri merkezi kubbe ile örtülü olup, ortada büyük bir ana mekan ve giriş tarafına bitişik iki kısımdan oluşuyor. Türbenin içi 17. yüzyıl başına ait İznik çinileri ile süslü. Türbede Sultan 3.Mehmed (1595-1603), Sultan 3. Murad'ın kızı Ayşe Sultan, Sultan 1. Ahmed'in şehzadeleri, kızları ve annesi Handan Sultan ile Osmanlı hanedanı mensuplarına ait 26 sanduka bulunuyor.


Sultan 2. Selim türbesi, Mimar Sinan tarafından 1577 yılında Ayasofya haziresinde yapılan ilk türbe ve yaptığı toplam 18 türbeden biri. Dışı mermer kaplı olup, ön kısımda 3 kemerli küçük bir revakı var.

Giriş kapısının iki yanına, beyaz zemin üzerine mor, kırmızı, yeşil, mavi çiçek desenli 60 adet karodan oluşan çini panolar yerleştirilmiş. Dikdörtgen çerçeve içine alınmış panoların beyaz zeminli nişleri; kırmızı, yeşil, mavi şakayıklar, yaprak ve çiçeklerle doldurulmuş, ortadaki lacivert zeminli beyzi madalyon, bahar dallarıyla süslenmiş. Köşeliklerde ise kırmızı zemin üzerinde Çin bulutu motifleri görülüyor. 

16. yüzyılın en güzel İznik çini örneklerinden olan bu panolardan, sol taraftaki çini pano, aslının taklidiymiş. Orijinal çini pano, Sultan 2. Abdülhamid'in diş hekimi olan, eski eser koleksiyoncusu Fransız Albert Sorlin Dorigny tarafından, 1895 yılında restore edilmek üzere Fransa'ya götürülmüş. Ancak panonun imitasyonu yapılarak yerine takılmış, orijinali ise bugün Louvre Müzesi'nin "Arts of Islam" bölümünde sergileniyormuş. Bu durum tamamen güveni kötüye kullanma ve bir sanat hırsızlığı örneği!


Türbe içte 8 sütuna dayanan çift kubbeli, köşeleri yarım kubbelerle destekli, 8 köşeli bir plana sahip. Mimari özellikleri dışında, yapı aynı zamanda, içteki kuşak ve dıştaki saçak altı yazıları, 16.yüzyıl İznik çini kitabesi ve panoları bakımından bir şaheser. Türbede Sultan 2. Selim (1566-1574), karısı Nurbanu Sultan, kızı Esmihan Sultan (Sokullu Mehmed Paşa'nın karısı) başta olmak üzere diğer kızları, şehzadeleri, Sultan 3. Murad'ın şehzade ve kızlarına ait 42 sanduka bulunuyor. 

Sultan 3. Murad türbesinin inşasına Mimar Davud Ağa tarafından başlanmış, onun vefatı üzerine baş mimar Dalgıç Ahmed Ağa tarafından 1599 yılında tamamlanmış. Altıgen planlı, dışı mermer olan türbenin ön tarafında, kubbe merkezinde kufi yazı ile Kelime-i Tevhid yazan revaklı bir bölüm var.

Türbenin abanoz ağacından sedef kakmalı giriş kapısında sedef ustası Mimar Dalgıç Ahmed Ağa'nın imzası bulunuyor.


Dışta sade olan türbe, içte 16. yüzyıl mercan kırmızısı İznik çinilerinin en güzel örnekleri ve kalem işleri ile zengin bir görünüme sahip. Burada bulunan mercan kırmızısı renkteki çiniler, sadece Osmanlı devrinde, İznik çini atölyesinde bir nesil tarafından üretilmesi bakımından önemli olup, bu çinilerin yapılış sırrı daha sonra bulunamamış. 


Kubbeye geçiş bölgesinde cel-i sülüs hat ile merkezde düğümlenir şekilde istiflenmiş Esma-i Hüsna'nın tamamını içeren çini madalyonlar kullanılmış. Türbede Sultan 3. Murad (1574-1595), karısı Safiye Sultan, şehzadeleri ve kızlarına ait 54 sanduka bulunuyor.


Mimar Sinan tarafından 16. yüzyılın sonunda yapıldığı tahmin edilen Şehzadeler Türbesi, dıştan sekizgen, içten 4 köşeli olup sade bir görünüme sahip. Dışı küfeki taşı (deniz kabuklarının oluşturduğu istiridye kalkeri) ile kaplı. Giriş kısmında 3 kemer gözlü mermer bir revak bulunuyor.


Türbenin iç kısmında basit kalem işi süslemeler mevcut. Sultan 3. Murad'ın 4 şehzadesi ve 1 kızı metfun...

Ayasofya vaftizhane binası, Ayasofya'dan daha eski (4-5. yüzyıl) olabileceği düşünülen, önemli ek binalardan biri. Dıştan 4 köşeli, içten ise sekizgen bir yapı. Üstü kasnaksız kubbe ile örtülü...


Ayasofya ile arasında küçük bir avlu var. Doğuda apsis, batıda narteksi olan yapının köşelerine nişler yerleştirilmiş.

Fetihten sonra yapı, Ayasofya'nın kandil yağı deposu olarak kullanılmış. 1639'da Sultan 1.Mustafa'nın vefatıyla, vaftizhane türbeye çevrilmiş. 1648 yılında vefat eden Sultan İbrahim de buraya defnedilmiş. Türbede Sultan İbrahim, 1. Mustafa, 1. Ahmed'in kızları, 4. Murad'ın kızı Kaya Sultan, 2. Ahmed'in şehzadelerine ait 19 sanduka bulunuyor.


Ayasofya'daki türbelerden sonra Sultan 1. Ahmed'in türbesine gitmek için Hürrem Sultan Hamamının önünden geçiyoruz. İstanbul'daki Osmanlı hamamlarının en büyüklerinden ve görkemlilerinden olan hamam, 1556-57'de Hürrem Sultan tarafından inşa ettirilmiş. Ayasofya Hamamı olarak da anılan binanın tasarımcısı ise Mimar Sinan. Yapının duvarlarında, yer yer tuğla hatılların görüldüğü moloz taş örgü kullanılmış, ancak erkekler kısmının, bir revakla donatılmış bulunan giriş (kuzey) cephesinde iki sıra tuğla ve bir sıra kesme küfeki taşından meydana gelen almaşık örgü tercih edilmiş. Diğer hamamlarda hemen hiç görülmeyen ve yapının girişine bir cami görünümü kazandıran erkekler kısmının kuzey cephesindeki zarif revak 5 gözlü. Kare planlı olan ortadaki birim pandantifli bir kubbeyle, dikdörtgen planlı olan diğer birimler ise aynalı tonozlarla örtülü. Revağın, almaşık örgülü sivri kemerleri, baklavalı başlıklarla donatılmış olan sütunlara oturuyor. Basık kemerli girişin üzerinde, bir besmelenin altında, metni "Hüdai" mahlaslı bir şaire ait, 1556-57 tarihli inşa kitabesi yer alıyor. Hamamın diğer birimlerinden daha yüksek tutularak yapının dış görünümüne egemen kılınmış olan kare planlı soyunmalık (soğukluk) birimleri, tromplara oturan kubbelerle taçlandırılmış.


Hamamın dış duvarında Haseki Hürrem Sultan Çeşmesi var.


Sultan 1. Ahmed türbesi, Sultanahmet külliyesinin kuzeydoğu köşesinde bulunuyor. Sultan 1.Ahmed'in 1617'de ölümünden sonra Sultan 1. Mustafa döneminde türbenin yapımına başlanmış, Sultan 2. Osman (Genç Osman) döneminde 1619'da tamamlanmış. Türbenin mimarı, Sultanahmed Camii'nin de mimarı olan Sedefkar Mehmed Ağa. Türbenin muhteşem çift kanatlı kapısında abanoz ağacı kullanılmış; üzeri sedef, fildişi ve bağa ile tezyin edilmiş. Kündekari tekniğinde imal edilen kapı kanatlarının üst kısmında sedefle "Ey kapıları açan Allah'ım, bize hayırlı kapılar aç" duası işlenmiş.

Sultan Ahmet türbesi çini, kalem işi ve ahşap işçiliğinin en güzel örneklerini bir araya getirmiş. Türbe zemininden alt sıra pencerelerin üzerine kadar çinilerle kaplı. 16-17. yüzyıl sıraltı tekniğindeki bu çinilerde bitkisel kompozisyonlara ağırlık verilmiş. Çinilerin üzerinde kalan bölüm ise zengin kalem işleriyle bezenmiş. Çini panolardaki lacivert zemine beyaz sülüs hat ile Mülk Suresi yazılmış. Bu ayet kuşağı bütün türbeyi çepeçevre dolaşıyor.

Türbede Sultan 1. Ahmet, oğulları Sultan 2. Osman, 4. Murad ve bunların kızları ile oğullarına ait 32 sanduka bulunuyor. Sultan 1. Ahmed'in hasekisi, Sultan İbrahim ve 4. Murad'ın annesi Mahpeyker Kösem Valide Sultan da burada yatıyor.


Ecdadı ve ahfadı gibi Sultan Ahmed de şiire yatkınmış. “Bahtî” ve “Ahmedî” mahlaslarıyla yazdığı şiirleri, küçük bir divan teşkil edecek zenginlikteymiş. Sarığı üzerine koydurduğu Hz. Peygamber'in ayak izi üstüne kendi şiir kıtasını yazdıracak kadar peygamber aşığı ve çok dindar bir padişahmış. Sultan 1. Ahmed’in, Efendimiz (sav) için yazdığı kıt’a:

“N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i resmini ol Hazret-i Şâh-ı Resûlün
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmeda durma yüzün sür kademine o gülün”

Dörtlükte şu mânayı dile getirmektedir:

"Ne olaydı, tacım gibi devamlı başımda taşısaydım,
O peygamberler şahının mübarek ayak izini.
Çünkü o ayağın sahibi peygamberlik bahçesinin gülüdür.
Ey Ahmed, durma, o Gül’ün ayağına yüzünü sür."

1. Ahmed Han'dan bize en büyük miras olarak İstanbul'un ufkuna bir anka kuşu gibi oturan muhteşem Sultan Ahmed Külliyesi kalmış.

Ayasofya'nın karşısında bugün de bir mukayese unsuru gibi dikilen bu abide, bütün görkemiyle ayakta...

Sultanahmet Meydanındaki Alman Çeşmesi, Prusya Kralı ve Alman İmparatoru 2. Wilhelm'in 1898 yılında Türkiye'ye yaptığı ikinci ziyaretinin anısına ithaf edilmiş bir anıt. Yapıldığı tarihte Türk-Alman dostluğunun simgesi olarak sunulan ve dolayısıyla politik anlamı ve içeriği çeşme olarak işlevinin önüne geçen yapıt, günümüzde daha çok anıtsal değeri ile tanınıyor. Çeşmenin kagir ve metal bütün yapısal öğeleri Almanya'da hazırlanmış. Mermer ve değerli taşlardan oluşan malzemesi orada işlenmiş ve gemiyle İstanbul'a taşınarak 1901'de şimdiki yerine monte edilmiş.

Çeşmenin giriş bölümünde bir bronz plaka üzerinde Almanca olarak bir kitabe bulunuyor. Yapıt, sekizgen planlı ve yüksek basamakla çıkılan bir platform, bir su haznesi ve 8 kolonla taşınan bir kubbeden oluşuyor. Sekizgen tabanın 7 kenarında benzer kompozisyonlar içinde çeşmeler var. Güneydeki kenarı ise merdiven olarak düzenlenmiş ve böylece çeşmeye bir ön cephe kazandırılmış. Alman Çeşmesi, hiçbir figüratif motifin kullanılmadığı bezemesi, çeşme tipolojisi açısından özgün şeması, politik ve anıtsal içeriği ve kalitesi ile önemli bir mimari yapıt...


Roma döneminde Konstantinopolis'in araba yarışlarının yapıldığı Hipodrom'un tam ortasında, yarış alanını ikiye ayıran ve "spina" olarak adlandırılan bir set bulunuyormuş. Bu set üzerinde çeşitli yerlerden buraya taşınmış olan anıtsal yapılar yer alıyormuş. Bunlardan ilki olan Theodosius Dikilitaşı (Obelisk), ilk olarak eski Mısır'da 3. Tutmosis adına MÖ 1450'ye yakın bir tarihte, bir benzeri ile birlikte, Karnak'taki Amon-Ra Mabedi önüne yerleştirilmiş.


Dikilitaş'ın 4 yüzündeki Mısır'ın hiyeroglif yazısı net bir biçimde görülüyor. Bu yazı, Tutmosis'in babası için Karnak'ta bir obelisk diktirdiğini ve Mezopotamya'da bir anıt yaptırdığını anlatıyor. Üzerinde Firavun ile tanrı Amon-Ra'nın resimleri de var. Yeni Roma kentine Mısır'dan çok sayıda obelisk taşınmış. Büyük Konstantin de kendi kurduğu yeni başkenti süslemek için bu obeliski yerinden söktürmüş ancak buraya getirilmesi uzun süre gecikmiş. 1. Theodosius zamanında şimdi bulunduğu yere dikilmiş.


Yaklaşık 20 metre yüksekliğindeki taşın ilk halinin daha yüksek olduğu ve bugüne kalan kısmının, aslının ancak üçte ikisini oluşturduğu söyleniyor. Anıtın alt kısmı muntazam bir biçimde düzeltilmiş ve bu arada da hiyerogliflerden biri tam ortasından kesilmiş. Anıt, taşıma sırasında kırılmış ya da bir dereceye kadar hafifletilmesi amacıyla kesilmiş olması da mümkün. Dikilitaş mermerden bir kaide üzerine oturtulmuş. Kaidenin yine mermerden yapılmış temel kısmının iki yüzüne Grekçe ve Latince kitabeler işlenmiş.


1. Konstantinus, yeni Roma'nın başkentini kurarken önemli tarihi olayları anmak ve kutlamak amacı ile dikilmiş bazı abidevi dikilitaşları yeni şehri süsleme amacıyla Hipodrom'a getirtip dikmiş. Bu dikilitaşlardan biri olan Burmalı Sütun, Yılanlı Sütun ismiyle de tanınmış olan tunç anıt, Roma Hipodromundan günümüze ulaşabilmiş. İlk ve orijinal haliyle, sütunun boyu 8 metreyi buluyormuş. Buradaki zemin zamanla yükseldiği için sütunun alt kısmı yer seviyesinin altında kalmış. 19.yüzyılın ortalarında yapılan kazı ile şu anki şekli ortaya çıkarılmış.


Hipodrom'un tam ortasında, yarış alanını ikiye ayıran set üzerinde son anıt olarak yer alan Örme Sütun, günümüze kadar gelebilmiş olan 3 eski anıttan biri. Mermer kaidesinin bir tarafına, Grekçe 6 mısralık bir kitabe işlenmiş. Kitabeye göre; daha eski döneme ait olan bu yapı 4-5. asırda harap duruma gelmişken, İmparator 7. Konstantinos ve oğlu 2. Romanos tarafından onarılmış. Evliya Çelebi bu anıtın şehrin tılsımlarından biri olduğunu bildiriyor. At Meydanının toprak seviyesinde yaşanan yükselmeden dolayı anıtın kaidesi gömülü durumdayken Kırım Savaşı sırasında 1856'da Charles Newton'a verilen izinle kaide çevresi açılarak etrafı demir parmaklık ile çevrilmiş. Anıt 32 metre boyunda ve temelindeki 3 basamaktan sonra mermer kaide geliyor. Gövde pek muntazam yontulmuş olmayan taşlardan örülmüş. Ortadaki bölümde, alt ve üst kısımlara nispetle daha muntazam olan dolgu, 19. yüzyılın son yıllarında yapılan onarımın izlerini taşıyor.


Roma dönemine uzanan tarihi hipodromun kademeleri üzerinde yükselen yapılardan biri de İbrahim Paşa Sarayı. 16. yüzyıl sivil mimari örneklerinin en önemlilerinden olan İbrahim Paşa Sarayı, adını Kanuni Sultan Süleyman'ın 2. veziri olan Pargalı Damat İbrahim Paşa'dan alıyor. Sarayın yapım tarihi tam olarak bilinmemekle beraber 2. Bayezid dönemine (1481-1512) denk geliyor. İbrahim Paşa'nın 1536'da idamından sonra saray birçok kez el değiştirmiş.

İbrahim Paşa Sarayı, günümüze kadar gelebilmiş 16. yüzyıl devlet ricaline ait olan ve ayakta kalan tek örnek. Bugüne gelemeyen bütün vezir ve hanedan saraylarının aksine kagir olan yapı, yüzyılların tahribatına karşı durabilmiş; bulunduğu yerin öneminin yanı sıra, çeşitli tören ve eğlencelere, yabancı elçilerin ağırlanmasına ev sahipliği yapması nedeniyle de hafızalarda yer etmiş; hanedana evlilik yoluyla akraba olmuş bir dizi sadrazam, kaptan-ı derya ve beylerbeyi arasında el değiştirirken, İbrahim Paşa Sarayı olarak kalmış.


Müstahkem görünüşlü olan saray, Osmanlı saraylarının geleneksel kabul edilen mekan organizasyonunu yansıtıyor. Özgün haliyle, meydana doğru alçalan bir alanda inşa edilmiş, 4 avlu etrafında şekillenmiş. Atmeydanına bakan cephesinin toplam genişliğinin 140 metre civarında olduğu biliniyor.

Saray, eski hipodrom meydanına bakıyor. Teşhir salonları çıkışındaki merdivenlerde muhteşem Sultanahmet Camii manzarasını izleme fırsatı yakalayabilirsiniz.

Avluda, yaklaşık olarak 200 yaşında olduğu tespit edilen, kavuk şeklindeki gövdesiyle ilgi çeken bir çınar ağacı bulunuyor.


Saray, 1983'ten bu yana Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak kullanılıyor. Türk ve İslâm sanatı eserlerini topluca kapsayan ilk Türk müzesi ve Osmanlı döneminde açılan son müze olma özelliğini taşıyor. Müze teşhir salonunun son 3 odası ve geniş koridoru Mukaddes Emanetler bölümü olarak düzenlenmiş.

Mukaddes Emanetler bölümünde Lihye-i Saadet ya da Sakal-ı Şerif olarak tanınan Peygamber Efendimize ait sakal telleri orijinal muhafaza ve kutuları içerisinde sergileniyor.

Mukaddes Emanetler bölümünde Peygamber Efendimizin, Kadem-i Saadet olarak tanınan ayak izi ve Sakal-ı Şerif olarak bilinen sakal tellerini Salavat-ı Şerif eşliğinde görebilirsiniz.

Erken İslâm döneminin önemli yerleşimlerinden Rakka ve Samarra’da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan eserlerin sergilendiği Rakka ve Samarra bölümünde arkeolojik kazı canlandırması yapılmış.

Müzede, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait birbirinden değerli halı, seramik, maden, ahşap, cam, taş ve yazma eserleri yakından görebilirsiniz.


Akşehir Seyyid Mahmud Hayrani türbesinde 1911 yılında yapılan hırsızlıkta çalınan Seyyid Mahmud Hayrani ve kardeşi Necmeddin Ahmed'e ait sanduka ve tabutları ile oğlu Seyyid Ali'ye ait sanduka bulunarak müzeye getirilmiş. Ancak Seyyid Ali'ye ait olup 1907 yılında çalınan tabut hala Danimarka'da bir müzede sergileniyormuş.


Müzede Cizre Ulu Camii kapısı da sergileniyor. Kapıda bulunan iki adet kapı tokmağından biri Aralık 1969 tarihinde yerinden sökülerek çalınmış ve Danimarka'daki müzede sergileniyormuş.


Haftanın 7 günü ziyarete açık olan, Türk ve İslâm sanatının nadide eserlerini bünyesinde bulunduran Türk ve İslâm Eserleri Müzesi bütün ihtişamıyla sizleri bekliyor. Biz müzeyi gezdikten sonra Sokullu Mehmet Paşa Külliyesine doğru yürümeye başlıyoruz. 


Sultanahmet Meydanından Kadırga'ya doğru inen Şehit Mehmet Paşa yokuşunda bulunan ve cami ile külliyeden oluşan eser, Mimar Sinan'ın ustalık döneminin en güzel eserlerinden biri sayılıyor. Bu zarif eser, 3 padişaha sadrazamlık yapan Sırp asıllı Sokullu Mehmet Paşa adına 1571'de, karısı ve aynı zamanda 2. Selim'in kızı Esmehan Sultan tarafından yaptırılmış. (Biraz önce, Sultan 2. Selim türbesinde mezarından bahsetmiştik.)

Yapıldığı günden beri deprem, yangın gibi hiçbir doğal afetten zarar görmeden, her dönem ibadete açık biçimde günümüze gelmeyi başarmış bir yapı Sokullu Camii. Ancak, biraz arka sokakta kaldığı için gözlerden kaçıyor ve hak ettiğinin çok altında bir ilgi görüyor.

Dış avlusu olmayan caminin iç avlusuna kuzey kapısından merdivenlerle giriliyor. Merdivenlere atılan ilk adımda bu sevimli caminin sıcak ve davetkâr görünümü insanı büyülüyor. Küçük avlunun üç tarafı revaklar ve üzeri kubbeli 16 medrese odasıyla kuşatılmış. Bugün bu odalar Kur'an kursu olarak işlevini sürdürüyor.

Tek minareli küçük bir cami olmasına rağmen, Mimar Sinan'ın ustalık dönemine denk geldiği için yapının her yerinde bir özen göze çarpıyor. Revakları kubbeye bağlayan kemerler önemli bir mimari tarzı simgelediklerini adeta haykırıyor. Merdivenli girişin üzerindeki dershane, avlunun ortasındaki sütun ve mermer şebekeleri sanatkârane işlenmiş kubbeli şadırvan, avluya değişik bir hava veriyor. Odalara sonradan eklenmiş çirkin alüminyum doğramalar bile bu havayı bozmaya yetmiyor.

Mimar Sinan, bu camide klâsik devir altıgen plânını tekrar fakat daha da üretken bir biçimde uygulamış. Altı ayak üstünde yükselen kasnağa oturmuş merkezi kubbe ana mekânı kaplıyor. Büyük kubbenin iki yanında ikişer kubbeyle örtülmüş ve bayanlara ayrılmış bölümler bulunuyor.


Cami içerisindeki benzersiz özelliklere sahip çiniler, diğer hiçbir camide görülmeyen biçimde; mermer mihraptan tavana kadar olan bölümde, minber külâhının üzerinde, pencere alınlıklarında ve kubbe kemerlerinde kullanılmış. Süslemede çini bolca kullanılmış ama bu kullanım mimariyi ezecek boyuta ulaşmamış. 

Sinan'ın, Süleymaniye Camii'nde akustik keşfinde nargileden faydalandığı bilinen bir konu. Tasarım etabında akustiğe büyük önem veren, detaylı hesap ve plânlama sonucu oluşan tasarımı uygulayan büyük mimar, bu camideki akustik meselesini de boş küplerle çözmüş. Kubbe kasnağı üzerinde bulunan oyukların içine küpleri gömmüş. Mekân içindeki tüm sesi, bu küplerle kubbede toplamış.

Osmanlı döneminin en özgün külliye mimarisi örneklerinden olan yapı, Hacerü'l Esved'in taşlarıyla örülü bir cami olma özelliğine de sahip. Kabe-i Muazzama'da bulunan Hacerü'l Esved muhafazaya alınırken çevresinden kopan 10 cm. büyüklüğündeki parçalar, caminin inşaatı sırasında getirilmiş ve caminin giriş kapısının üzerinde, mihrabın üst orta kısmında, minber giriş kapısının üzerinde ve minber kubbesinde olmak üzere 4 ayrı noktaya altın çerçeve ile gömülmüş. Hacer-ül Esved taşının bir parçası Kanuni Sultan Süleyman Han’ın Türbesi'nde, bir parçası da Edirne’deki Eski Camii'de...




Sokullu Camii, Sultanahmet Camii'ne sadece birkaç yüz metre uzaklıkta, Kadırga'ya inen yokuş üzerinde, içerisinde barındırdığı Müslüman âlemi için paha biçilmez değerlerle ziyaretçilerini bekliyor. Sokullu Mehmet Paşa Külliyesini ziyaret ettikten sonra Küçük Ayasofya Camisine doğru yürümeye devam ediyoruz. Küçük Ayasofya Camisi, Sultanahmet Meydanının güneybatısından denize doğru inerken tren yolunun hemen yanında, Cankurtaran ile Kadırga semtlerinin kesiştiği alanda bulunuyor.

Bizans İmparatoru Jüstinyen tarafından 527-536 tarihlerinde Aya Sergios ve Bachos Kilisesi adıyla yaptırılmış.

Sultan 2. Beyazıd zamanında 1497 tarihinde Topkapı Sarayı Babüssaade ağası Hüseyin Ağa vakfiyesi olarak camiye çevrilmiş.

Yapının 8 köşeli ana kubbesi bulunuyor. Kareye yakın bir dikdörtgen içinde yer alan bu sekizgenin kenarları bir kemer, bir yarım kubbe olarak sıralanıyor. 

Yapıda, mozaik veya fresko resim yok... Buna karşılık, pembe ve yeşil somaki sütunlar ve mermer levhalarla süslenmiş.

Küçük Ayasofya Camii'nin mihrabı, mermerden beş kenarlı ve yalın, sadece üzerindeki tacı süslü...

Caminin minberi de mihrap gibi mermerden ve sade fakat çok güzel...


Cami bahçesinin güney kısmında; 24 odalı, geniş bahçeli ve ortasında şadırvanı olan Hüseyin Ağa Medresesi yer alıyor. Medrese, Yesevi Vakfı tarafından restore edilmiş ve Türk el sanatlarının hizmetine verilmiş.

Yanında Kesikbaş Hüseyin Ağa türbesi yer alıyor.

Yapı 1836 ve 1956 yıllarında iki onarım görmüş, muhtelif kurşun ve sıvaları yenilenmiş. Tek minaresi önemli ölçüde onarılmış.


Sultanahmet'in ara sokaklarında kalmış bu camiyi henüz keşfetmediyseniz, mutlaka gitmenizi tavsiye ederiz. Küçük Ayasofya Camisini de ziyaret ettikten sonra Sultanahmet Meydanına doğru geri dönüp yürümeye başlıyoruz. Yürürken karşımıza içerisinde el sanatları türünden çeşitli eşyaların satıldığı küçük ama şirin Arasta Pazarı çıkıyor. Rengarenk bir görüntüsü olan çarşıda Türkler rahatça gezebiliyor ama satıcılar turistleri pek rahat bırakmıyor, Kapalıçarşı gibi... Çarşıda yürürken Büyük Saray Mozaikleri Müzesinin girişini görüp gezmeye karar verdik. Büyük Saray, Ayasofya ve Sultanahmet Meydanının güneyinde, Marmara Denizine inen yamaçlar üzerinde kurulmuş.

Mozaiklerde esas tema hep doğa ve peyzajla ilgili; hayvanlar alemi, av ve oyun, doğa, cenneti anımsatan yerler ve destan unsurları tek tek sahnelere damgasını vuran konular. Mozaiğin günümüze kalan bölümlerinde yaklaşık 150 ayrı insan ve hayvan figürü saptanmış. 


Hemen herkesin bildiği bu yapılardan başka, çok kişinin ıskaladığı, Ayasofya’nın da buraya yapılmasının tek önemli nedeni olan "Million Taşı", Ayasofya'dan Beyazıt'a giden Divan Yolunun sağında, tam köşede yer alıyor. Million Taşı, antik dönemde "Dünyanın Merkezi", Roma'nın da sıfır noktası olarak kabul ediliyormuş. Million Taşı, Avrupa şehirlerine giden büyük Roma yolunun başlangıcı ve dünya üzerindeki diğer şehirlerin bu şehre olan mesafelerinin ölçüldüğü referans noktasıymış. Bugün neredeyse doğru düzgün fark edilmeyen bu taş, "Tüm yollar Roma'ya çıkar" sözünün de kaynağıymış.


İstanbul'un görkemli tarihsel yapılarından birisi de Million Taşının yanındaki, şehirdeki en geniş kapalı sarnıç olan Yerebatan Sarnıcı. Doğu Roma İmparatorluğunun en parlak devri olan 6. yüzyılda İmparator Jüstinyen tarafından yaptırılmış. Sarnıcın suyu şehrin 19 kilometre uzağında bulunan Belgrad Ormanlarından getirilmiş. Bizans döneminde üzerinde yer alan Bazilika sebebiyle Bazilika Sarnıcı olarak anılıyormuş. Bu büyük yeraltı sarnıcı, suyun içinde yükselen ve sayısız gibi görünen mermer sütunlar sebebiyle halk arasında "Yerebatan Sarayı" olarak isimlendirilmiş. Öğrenci giriş ücreti 5 TL.

Sarnıç, uzunluğu 140 metre, genişliği 70 metre olan dikdörtgen biçiminde bir alanı kaplayan dev bir yapı. 52 basamaklı taş bir merdivenle inilen bu sarnıcın içerisinde her biri 9 metre yüksekliğinde 336 sütun bulunuyor.


Sarnıcın tavan aralığı kemerler vasıtasıyla sütunlara aktarılmış. Çoğunluğu eski yapılardan toplandığı anlaşılan ve çeşitli mermer cinslerinden yontulmuş sütunların büyük bir kısmı tek parçadan, bir kısmı da iki parçadan oluşuyor. Bu sütunların başlıkları, yer yer farklı özellikler taşıyor; korint, dor veya iyon karışımı. Çevre duvarlarının kalınlığı 4 metre olup pişmiş tuğla ile örülmüş, üzeri su geçirmez özelliği olan horasan harcından kalın bir tabakayla sıvanmış.


Gözyaşı ya da Ağlayan Sütun, diğer sütunlardan farklı olarak ıslak olması nedeniyle ağlıyormuş gibi bir görünüme sahip. Ağlayan Sütunun, Yerebatan Sarnıcının inşasında hayatını kaybeden yüzlerce kölenin hatırasına yapıldığı rivayet ediliyor.


Sarnıçtaki sütunların köşeli veya yivli biçimde olan birkaç tanesi hariç büyük bir çoğunluğu silindir biçiminde. Sarnıcın kuzeybatı köşesindeki iki sütunun altında kaide olarak kullanılan iki Medusa Başı, Roma dönemi heykel sanatının şaheserlerinden kabul ediliyor.


Sarnıcı ziyaret eden insanların en çok ilgisini çeken Medusa başlarını gördükten sonra sarnıçtan çıkıp İstanbul'un birinci tepesindeki gezimizi bitiriyoruz.

Yemek için Sultanahmet Meydanı ile karşılıklı bir mekan olan Sultanahmet Köftecisini tavsiye ediyoruz. Girişte biraz sıra bekleseniz de hiç pişman olmayacağınız, günün her saati dolu ve çok güzel köfteleri olan bir mekan. Sultanahmet'te yemek denildiğinde herkesin aklına Tarihi Sultanahmet Köftecisi geliyordur diye düşünüyoruz. Tatlı için Eminönü'nde iştah açıcı vitrinlerinin önünden geçerken ağzımızın sulandığı meşhur tatlıcılardan biri olan Hafız Mustafa'ya gidebilirsiniz.


İstanbul'un birinci tepesini gezdik, diğer tepelerde yaptığımız gezilerin yazısını aşağıdaki bağlantılardan okuyabilirsiniz. "Canım İstanbul" şiirinde "Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler! Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler…" diyen Necip Fazıl, acaba birinci tepeye hangi rengi verirdi?

"Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler…
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar…"

Necip Fazıl'ı bilmiyoruz ama Nurullah Genç "Yürüyelim Seninle İstanbul'da" şiirinde tarihin soylu anası diye nitelediği İstanbul'a kırmızıyı yakıştırmış:

"anlayabilir misin 
neden çıban gibi büyür bağrımda 
büyür de kelebek olur bu sızı 
kırmızıyı sevdiğini söyledin 
bu yüzden mi günlerdir 
İstanbul'da gül kokusu yayılan 
tepeler kırmızı, sular kırmızı"



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder