30 Aralık 2019

Doğu Ekspresi Yolunda Kültürel Miras: Sivas, Erzincan, Erzurum, Kars, Ardahan

Türkiye'nin gezilecek yerleri arasında ilk sıralarda yer alan büyülü bir yolculuk Doğu Ekspresi ile Kars turu. Doğu Ekspresi tren hattı Ankara-Kars arasında çalışıyor. Bugünkü hali ile 54 istasyondan oluşan hat, 7 ilden geçiyor. Aslında, adı hala Ankara-Kars olmasına rağmen, Ankara’ya yakın olan Kırıkkale’nin Irmak istasyonundan yola çıkıyor, Yozgat'tan kısaca geçerek, Kayseri’ye uğrayarak, Sivas’a geçiyor. Sivas’tan güneye doğru dönerek Erzincan’a, Erzincan’dan kuzeye doğru dönerek Erzurum’a kadar çıkıp, oradan da Kars’a ulaşıyor. Doğu Ekspresi turuyla uzun ve doğa ile iç içe bir serüven sizi bekliyor.

Güneş doğudan doğar, kar doğuya yağar, gizemler hep doğudadır. Ne zamandır gözümüz doğudaydı ama biz Kars'a arabayla gitmeyi tercih ettik. Ankara-Kars arası 1080 kilometre ve arabayla yaklaşık 12 saat 40 dakika sürüyor. Bu yolu tek seferde almamız yorucu olacağı için her zaman yaptığımız gibi yol güzergahımız üzerindeki illeri geze geze gitmeye karar verdik. Doğu turunun aynı zamanda bir kültürel miras yolculuğu olduğunu düşünerek, gezdiğimiz yapıları burada paylaşmak istedik. Tüm görülmesi gereken önemli yapıları tek tek anlattık. Bu rotamızda yaklaşık 3000 km'lik bir yol yapmış olduğumuzu ve yaklaşık 600 TL'lik yakıt harcaması yaptığımızı en baştan söyleyelim.

O zaman, yolumuz açık ve tuzlanmış, dağlarımız karlı olsun!


1.Gün: Ankara - 5,5 saat - Sivas

Seyahatimizin ilk gününde Anadolu'daki Selçuklu motifi Sivas'tayız. Sivas, yüz ölçümü bakımından Türkiye’nin 2. büyük kenti, oldukça gelişmiş bir yer. Sivas, yiğitlerin harman, türkülerin derde derman olduğu, yüreği yanık ozanlar şehri... Sivas aklın durduğu, güzelliklerin kalbi yoğurduğu, ince minarelerinin günde beş vakit Hakk'a divana durduğu akl-ı selim bir şehir...

Doğu Ekspresi Sivas’a Şarkışla’dan girer. Buradan devam ederek Sivas’ın merkezine gelir. Sivas garının biraz ötesinde bulunan şehir meydanı kültürel miras harikalarıyla dolu; Gök Medrese, Çifte Minare ve Buruciye Medresesi bunlardan en görkemlileri...


Sivas gezimizde ilk ziyaret yerimiz tarihi Gök Medrese, 4. Kılıçarslan'ın oğlu 3. Gıyasettin Keyhüsrev döneminde, Vezir Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından 1271 yılında yaptırılmış. Türk mimarisinin ve süslemesinin bir arada olduğu önemli yapılardan olan Gök Medrese, özellikle anıtsal mermer taç kapısı ve cephesiyle, 13. yüzyılın karakterini tam anlamıyla yansıtıyor. Gök Medrese, geçmişin engin gönüllü erenlerinin hatırlı ve hatıralı dualarını kalbinin taraçalarında saklar gibi...


Gök Medreseden sonra Ulu Camiye gittik. İç ve dış mekânıyla oldukça yalın bir tasarımı olan Ulu Camii, Anadolu öncesi Türk mimarisinin geleneklerini sürdüren ilginç süslemeli tuğla minaresiyle Sivas'ın merkezinde yükseliyor. Caminin 13. yüzyılın ilk yarısında inşa edilen minaresi, yıldırım düşmesiyle hasarlanmış. Ulu Camii, ender görülen mimari yapısının yanı sıra, zamanla eğilen ve kendi eksenine göre 25 derece eğri olarak ayakta kalan minaresiyle ünlü...


Caminin yapım tarihiyle ilgili iki görüş öne çıkıyor. 1955'teki toprak hafriyatı çalışmalarında ortaya çıkarılan ve Sivas müzesinde bulunan kitabesinden hareketle, Selçuklu Sultanı 2.Kılıçarslan'ın oğlu Kutbüddin Melikşah zamanında Kızılarslan oğlu İbrahim tarafından, 1197'de inşa ettirildiği kabul ediliyor.

Ancak, erken dönem Anadolu Türk mimarisi uzmanları, mimari özelliklerinden hareketle, caminin Danişmendliler tarafından 12. yüzyılın başlarında yapıldığını kabul ediyorlar.

Oldukça büyük olan ibadet mekânı, mihrap duvarına dik uzanan 11 neften oluşuyor. 50 kalın ayağa oturan geniş sivri kemerler bu nefleri ayırıyor.


Ahenkli oranları ve sade tasarımıyla insanı etkileyen bir ibadet mekânı...


Sivas şehir merkezinde yer alan tarihi eserlerden Çifte Minareli Medrese, taç kapı üzerinde yer alan kitabesine göre, 1271 yılında İlhanlılar Veziri Şemseddin Cüveyni tarafından yaptırılmış.


Medrese, süslemeli taç kapısı ve tuğla-çini örgülü iki minaresi ile dikkat çekici bir yapı...


Gündüzü ayrı, gecesi ayrı güzel...


Çifte Minare Medresesinde, çifte dünyalara hazırlığı bir berekete dönüştürüp hayret duygularının semaya kanat çırpmasına köprü olur dualarınız...

Çifte Minareli Medresenin tam karşısındaki Şifaiye Medresesine geçiyoruz. 1217 yılında, Anadolu Selçuklu Devleti sultanı 1. İzzeddin Keykavus tarafından darüşşifa olarak yaptırılan yapı, Osmanlı devrinde medrese olarak kullanılmış. Dört eyvanlı olan medresenin bir eyvanı, 1. İzzeddin Keykavus'un türbesi haline getirilmiş.

Şifaiye Medresesinin taç kapısı geometrik bezemeli, sivri kemerli bir kuşakla çevrelenmiş. Taç kapı kemerinin köşeliklerinde, tahrip olmuş, yürür durumdaki iki hayvan kabartması bulunuyor. Birinin boğa olduğunu belirtenler olsa da, her ikisi de aslan figürü olarak kabul edilen ve pek seçilemeyen bu kabartmalar, sıhhati ve gücü sembolize ediyormuş. Şifaiye Medresesinin taş oymaları ile görkemli görünüş kazanan ana giriş kapısı, iç içe geçmiş yıldız biçimindeki zarif motiflerle, sonsuzluğa açılan çok görünüşlü bir şaheser...


Şifaiye Medresesinin en önemli bölümü, Selçuklu sanatının en zengin sırlı tuğla ve mozaik-çini süslemeleriyle kaplı türbe cephesi. Türbe, geometrik yıldız motifleriyle süslenmiş. Şifaiye Medresesinin kitabeleri konusunda yapılan en kapsamlı çalışmaya buradan ulaşabilirsiniz.

Şifaiye Medresesinde, doktorların Hakk'a teslim olmuş çabalarını hissedebilirsiniz. 1. İzzettin Keykavus sırra kadem bassa da, inşa ettiği medresede onun soluğunu ve hatıralarını bulur, derin bir tefekkürün kapısını çalarsınız...

Biz ki cihanı terk edip göçtük
Gönül derdi ektik, matemler biçtik
Şimdiden sonra da nöbet sizindir
Biz sıramızı savdık da geçtik

Aynı meydanda yer alan Kale Camii, 1580 yılında 3. Murat Han'ın vezirlerinden Mahmud Paşa tarafından yaptırılmış. İnce, uzun, zarif minaresi ile Sivas'taki Osmanlı dönemi camilerinin en güzeli...


Kare planlı ve üzeri kurşunla kaplı tek kubbe ile örtülü...


Yine aynı meydandaki Buruciye Medresesi, 1271 yılında Anadolu Selçuklu Sultanlarından 3.Gıyasettin Keyhüsrev zamanında, Hibetullah Burucerdioğlu Muzaffer Bey tarafından ilmiye çalışmaları için yaptırılmış. Buruciye Medresesi, sağlam kalmış muhteşem taç kapısıyla, Selçuklu taş oymacılığının en güzel örneklerinden... 

Taş işlemeciliğinde ağırlığın, çok zengin bezemeli taç kapıda yer aldığı görülüyor. Yapıya girişin sağlandığı doğu cephede taç kapı dışa taşırılmış.


Son olarak da Kongre Binasına gidiyoruz. 1892 yılında lise olarak yaptırılan, milli mücadele yıllarında Sivas Kongresi'ne ev sahipliği yapan ve 1981 yılına kadar lise olarak kullanılan tarihi binada Atatürk Kongre ve Etnoğrafya Müzesi açılmış. Meydana bakan giriş kapısında, Sivas Kongresi'nin tarihi (4 Eylül 1919) ve 'Cumhuriyetin temelini burada attık' yazıyor.



Sivas gezimizi bitirdiğimizde hava da kararmıştı. Artık yemek zamanı... Sivas'da ne yenir? Sivas kebabı ve köftesi yarışır. Biz Lezzetçi'de hem kebap, hem de köfte yedik. Köfte her türlü güzel ama kebap daha güzeldi, tavsiye ederiz. Yemekten sonra Sivas Öğretmenevine (120 TL) yerleştik ve günün yorgunluğunu çıkardık. Yarın güzel bir gün, açık bir yol bizi önce Divriği, oradan da Erzincan'a götürsün diye dileyip, dinlendik.

2.Gün: Sivas - 2,5 saat - Divriği - 3 saat - Erzincan

İkinci gün Divriği'ye gitmek için Sivas'ın güneyine doğru yola çıkıyoruz. Şehrin çıkışında eski bir taş köprü görünüyor. Sivaslılar şeklinden dolayı Eğri Köprü koymuş adını...

Yazılı kaynaklarda Selçuklu dönemine ait olduğu belirtilmiş. 18 gözlü olup gözleri teşkil eden kemerler sivri. Uzunluğu 179.60 m, eni 4.55 m olan köprü halen araç trafiğine kapalı, yaya trafiğine açık ve sağlam durumda...

Doğu Ekspresi, merkezden sonra güneyde Ulaş’a, oradan Kangal’a, daha sonra da Divriği’ye gider. Biz de bir süre tren yolunu takip edip Kangal’dan sonra Karasar Geçidini aşıp Divriği’ye doğru yol alıyoruz.

İlk karı da 1950 rakımdaki Karasar Geçidinde görüyoruz.

Divriği’nin merkezinde, muhteşem Divriği Kalesi ile UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alan Ulu Cami ve Şifahanesini ziyaret edebilirsiniz.

Divriği gezimizde ilk ziyaret yerimiz, tarihi Ulu Cami ve Şifahane... Ne Türkiye'de ne İslam dünyasında bu ikili şaheserin benzerleri tekrarlanmamış. Bu nedenle UNESCO, Ahmed Şah Ulucamii ve Melike Turan Melek Darüşşifasını 1985'teki ilk koruma listesinde "Türkiye'den seçilen 3 eser" arasında tescil etmiş. Divriği Ulu Cami ve Darüşşifası Türkiye’nin bu listeye giren ilk mimari yapısı. (Diğer 2 eser; İstanbul'un Tarihi Alanları ve Kapadokya Göreme Milli Parkı) Özellikle gitmezseniz yolunuzun belki de hiç düşmeyeceği bu "ikili" yalnızlık, taç kapılarındaki hayal ötesi yontuları, simgeleri, astrolojik bezemeleriyle bir müze envanterinin zenginliğini gizemli bir sükunetle anlatıyor. Bitişik iki yapı, mekanlarıyla da 800 yıllık özgünlüklerini ortak dirençle korumuş ama şu anda restorasyonda...



Kitabedeki adıyla Mescidü'l-Caminin 3 taç kapısından kuzeydeki kıbleye açılıyor. Yapının giriş kapısını dolduran yontular, düş ötesi yüksek kabartma taş ögeler, olağanüstü bir anlatı yansıtıyor. Sanatkarlar, Ahlatlı Hürremşah ve Tiflisli Ahmed, bu somut-soyut imgelere hayranlıkla bakanlara ibadete gelenlere, Allah'ın vadettiği cenneti betimlemişler. Kıble kapısı kavsarasında Selçuklu Sultanı Keykubad, daha aşağıdaki beşli niş kuşağında çiçekli Nesih hattıyla Arapça "Süleyman Şah oğlu Melik Ahmed Şah" künyesi yazıyormuş.


Batı kapısında aynı künye ve "Mescid'ül-Cami" temelinin 1228 yılını karşılayan hicri 626 tarihinde atıldığı yazılıymış. Yapı restorasyonda olduğu için biz göremedik ama caminin giriş kapısına ikindi güneşi düştüğü zaman oluşan gölgede, ayakta duran bir erkek siluetinin yandan görüntüsünün belirdiği söyleniyor. Bu siluetin önünde, dikdörtgene benzer bir gölge daha var. Bu gölgelerin, Kuran okuyan ve namaz kılan bir adam olduğuna inanılıyor.


Turan Melek Darüşşifası, Selçuklu Anadolusunun ilk "Darüşşifa"sıymış. Taç kapıdaki Arapça yazıtta, "Bu kutsal esenlik yurdu"nu Allah'ın rızasını kazanmak için Behram Şah kızı Melike Turan Melek'in 1228'de yaptırdığı yazılıymış. Uygarlık aleminde, yaptıranı bir kadın olan bu taç kapıdan daha görkemli ikinci bir kapı tasarlanmamış. Şu halde Turan Melek, vakıf eserler kuran kadınların da melikesi sayılabilir. İç içe kemer sütunların çerçevelediği taç kapıdaki yıldızlar, simgeler, büstler, gülce ve çelenkler, Hayat Ağacı kaideli denge sütunu, arkasındaki hacet penceresi özgün tasarımlar...


Evliya Çelebi bu eser için şöyle demiş: "Üstad, mermer bu camiye öyle emek sarf edip, kapı ve duvarları öyle nakış bukalemun eylemiş ki, methinde diller kısır, kalem kırıktır." O yüzden biz ne desek anlatamayız, en iyisi restorasyon bitince siz gidip kendiniz görün... Son olarak, Ulu Cami ve Şifahane'nin hemen arkasında bulunan Divriği Kalesinden bahsedelim.

Çaltı Çayı'na bakan yamaçta kayalık arazinin üzerinde bulunan Divriği Kalesinin günümüze ulaşabilen hali 1230 yılında Mengücekoğulları tarafından yaptırılmış.

Türklerin Anadolu'daki ilk kalesi olan Divriği Kalesi, fethi mümkün olmayan kale olarak da biliniyormuş.

Hazır gitmişken, Divriği etrafındaki eski evleri ve doğal mirasları görebilirsiniz. Tevrüzlü Evleri gibi tarihi konakları gezebilir, Nuri Demirağ Müzesi olarak düzenlenen Mühürdarzade Konağını ziyaret edebilirsiniz. Burada yöresel yemekler de yiyebilirsiniz ama biz aç olmadığımız için müzeyi gezip Erzincan'a doğru yola çıkıyoruz. Divriği’ye veda ederken, Demirdağ’ın eteklerinden, demir madenlerinin yanından geçerek Divriği’nden ayrılıyoruz. Sivas’a veda etmeden önce Adatepe köyünden geçiyoruz. Burada Çaltı Suyu Fırat’la birleşiyor ve Fırat’ı gördüğünüzde gerçek Doğu’ya varmış oluyorsunuz.

Doğu Ekspresi Fırat’ı takip ederek İliç ilçesinden Erzincan’a girer. Tren Erzincan merkez yolunda Fırat’ı takip ederek İliç’ten Kemah’a geçer. Hititler döneminden beri yerleşime sahne olan Kemah, Erzincan’a 52 km uzaklıkta bulunuyor. Kemah’a bağlı yapıların bir kısmı tamamen yok olmuşken, bir kısmı halen ayakta ve ulaşılabilir durumda. Buradaki Sultan Melik Türbesini ziyaret edebilirsiniz.

Kemah'ı geçtikten sonra, Erzincan-Kemah kara yolunun yaklaşık 35. kilometresinde, Fırat nehri üzerinde kesme taştan yapılan tek gözlü bir köprü görüp duruyoruz ve köprünün Acemoğlu köprüsü olduğunu da, acı öyküsünü de burada öğreniyoruz.



22 Nisan 1996 günü iç güvenlik harekat görevine giden askeri aracın Acemoğlu köprüsünden Fırat nehrine uçması sonucu 14 askerimiz şehit olmuş. Bu yüzden köprünün hemen yanı başında bir de Şehitler Anıtı bulunuyor ve bu anıtta şehitlerimizin isimleri yazıyor. Ruhları şad olsun...



Şehitlerimizin ruhuna Fatiha okuyup yola devam ediyoruz. Erzincan'a geldiğinizde tarihi ve doğal mirasları görebilirsiniz. Bizim tavsiyemiz, mutlaka görülmesi gereken bir yer olan Girlevik Şelalesi... Şelale, şehre 30 km uzaklıkta bulunuyor. Erzincan'ın Çağlayan bucağının Girlevik köyünden adını alan şelalenin muhteşem doğal güzelliğini, coşkun akan suyunun yanı sıra dinlenme ve mesire alanı tamamlıyor. Bölgenin cenneti olan bu alanda, yaz aylarında piknik, kış aylarında ise buzul tırmanışları yapılabiliyormuş ama biz gittiğimizde henüz fazla kar yoktu. Biz debisinin en düşük olduğu zamanda gitmişiz ama yine de bütün ihtişamını hissettik.

En sıcak yaz günlerinde bile buz gibi serinliği ile 30 metre yükseklikten, çok sayıda kola ayrılarak dökülen Girlevik Şelalesi, Munzur Dağları'nın temiz havasını ve serinliğini de beraberinde taşıyor.

Tamamen doğal bir şelale olan Girlevik Şelalesi’nin suyu Munzur Dağları’nın yamacında yer alan Kalecik Köyü’nden doğan gözelerden gelmekte. Dokuz ayrı gözeden çıkan su, bir dere yatağı vasıtası ile şelaleye kadar ulaşıyor.


Girlevik Şelalesi'nin hemen arkasında bulunan Ergan Dağı, modern kış sporları tesislerine sahip. Ergan Dağı'nda kış spor etkinlikleri olarak snowboard, kayak, kar motosikleti, buzul tırmanışı yapılabiliyormuş ama biz gittiğimizde fazla kar olmadığı için henüz sezon açılmamıştı, sadece göl kenarında yürüyüş yaptık.



Türkiye'nin en uzun kayak pistine sahip, doğa ve kış sporları merkezi olan dağın kış manzarası harika...

Dağ, yazın da ülkemizin oldukça rağbet gören dinlenme ve doğa sporları merkezi olma özelliğine sahip...

Ergan Dağının bir diğer önemli avantajı ise şehir merkezine ve havaalanına olan yakınlığı, sadece 17 km mesafede bulunuyor.


Erzincan'a gitmişken, Anadolu'da yetişen büyük velilerden olan Terzibaba Türbesini ziyaret edebilirsiniz. Mezarı kendi tekkesinin bulunduğu yerde olduğundan mezarlığa da bu mübarek zatın ismi verilmiş. Terzibaba Mezarlığı, Erzincan merkeze 4 km uzaklıkta bir yer...

1778-1848 yıllarında Erzincan'da yaşayan ve asıl adı Muhammed Vehbi olan tasavvuf ehli Terzibaba, mesleği terzilik olduğundan halk arasında bu adıyla anılmış.


Terzibaba türbesinin yanında Erzincan'da 1887-1908 yılları arasında kesintisiz 21 yıl süre ile ordu komutanı olarak hizmet eden Mareşal Zeki Paşanın da mezarı var. Paşanın mezarı, farklı işçiliğiyle hemen göze çarpıyor. Mezar taşının üstünde paşa rütbeleri ve yine taştan yapılma bir sarık yükseliyor.


Terzibaba mezarlığında bir selsebil çeşmesi yapılmış. Mardin'de de farklı şekillerde gördüğümüz bu çeşmelerde, İslam tasavvuf felsefesinin esasını teşkil eden vahdet-i vücut anlatılmaya çalışılmış. Tek noktadan çıkan suyun, muhtelif çanakçıklara bölünmesi, sonra da tekrar bir havuzcukta toplanması, insanın doğup çoğalmasını ve tekrar aslına dönüşünü temsil ediyormuş.


Terzibaba'nın halifesinden ders alan ve şehrin manevi mimarlarından biri olan Piri Sami Hz. Türbesini de ziyaret etmenizi tavsiye ederiz.


1847-1912 yıllarında Erzincan'da yaşayan ve asıl adı Muhammed Sami olan tasavvuf ehli Piri Sami, İstanbul'a giderek Fatih Medresesinde ilim tahsil etmiş. İcazet alarak müderris olmuş.


1883 yılında bugün türbesinin bulunduğu yerde Kırtıloğlu tekkesini kurmuş. 1897 yılında kendisine bağlı 90 müridiyle İstanbul'da Sultan Abdülhamid Hanın sarayında 2 gün misafiri olarak kalıp görüşmüş.


Erzincan’ın merkezinden sonra buraya yakın Üzümlü ilçesine gitmek isteyebilirsiniz. Doğru sezonda giderseniz bir ihtimal Türkiye’nin tek patentli üzümü Cimin Üzümünü de tadabilirsiniz. Buradaki Altıntepe Kalesi’ni ziyaret edebilir ve artık Urartuların topraklarında olduğunuzu hissedebilirsiniz.

Biz Erzincan gezimizi bitirdiğimizde hava da kararmıştı. Artık yemek zamanı... Biz Erzincan Döner'de döner yedik. Biraz ince kesilmişti ama döner güzeldi. Tatlı olarak da Konak Mazlum'da hoşverdi tatlısı yedik, mutlaka denemelisiniz. Yemekten sonra Hilton Otele (250 TL) yerleştik ve günün yorgunluğunu çıkardık. Yarın güzel bir gün, açık bir yol bizi Erzurum'a götürsün diye dileyip, dinlendik.

3.Gün: Erzincan - 1 saat - Mama Hatun - 1 saat - Erzurum

Doğu Ekspresi Erzincan merkezinden ayrılır ve Fırat’ı takip etmeye devam eder. Biz de Erzincan merkezinden ayrılıp Fırat’ı takip ederek masmavi bir gökyüzü altında Erzurum'a doğru yola çıkıyoruz. Türkiye'nin az anlatılan ama tarihi ve kültürü ile çok değerli yapılarını ve mutfağını barındıran Erzurum'a gidiyoruz!



Erzincan topraklarına veda etmeden önce, Erzincan’ın ve ortaçağ Türk mimarisinin önemli değerlerinden biri olan Mama Hatun Külliyesini ziyaret ediyoruz. Saltukoğulları Hükümdarı İzzeddin Saltuk'un kızı Mama Hatun tarafından Erzurum-Erzincan kervan yolu üzerinde Tercan'da (eski adı Mamahatun) yaptırılmış. Külliyede; türbe, kervansaray, hamam ve mescit yer alıyormuş ama restorasyon olduğu için biz sadece türbeyi ziyaret edebiliyoruz.

1192'de ölen Saltuklu Prensesi Mama Hatun adına yaptırılan türbe, daire planlı kuşatma duvarının ortasında yer alan sekizgen dilimli bir gövde ve külâha sahip...


Artık yola devam etme zamanı... Tercan’dan sonra Aşkale yakınlarındaki Tepebaşı Geçidini aşıp Erzurum'un yolunu tutuyoruz.

Biz Erzurum'a geldiğimizde hava da kararmıştı. Vardığımızda Öğretmenevine yerleştik, iki gece fiyatı 246 TL. Erzurum Öğretmenevi, konaklama kapasitesi bakımından Ankara Başkent Öğretmenevinden sonra 2. büyüklükteymiş, çok büyük bir bina ama artık eskimiş. Yarınki programımız Erzurum şehir merkezini gezmek. Yarın güzel bir gün olsun diye dileyip, dinlendik.

4.Gün: Dadaşlar Diyarı: Erzurum

Erzurum, yüz ölçümü bakımından Türkiye’nin 4. büyük kenti, oldukça gelişmiş bir yer. Ayrıca doğuda gördüğümüz ilk il. Erzurum, yiğitlerin, dadaşların, Nene Hatunların şehri... Erzurum'u gezmek için önce Cumhuriyet Caddesine çıkıyoruz, çünkü her şey bu caddede toplanmış. Erzurum gezimizde ilk durağımız, müze olarak ziyarete açık olan tarihi Yakutiye Medresesi...




Medrese binası öyle büyük ki kadraja zor sığıyor. Burası Müzekarta ücretsiz...


İlhanlı döneminden günümüze kalan nadir eserlerden biriymiş. 1994 yılında restore edilen medrese, Türk İslam Eserleri ve Etnografya Müzesi olarak düzenlenmiş. 

Giriş kapısındaki vakıf kitabesine göre, medrese 1310 yılında İlhanlı Hükümdarı Sultan Olcayto zamanında askeri vali Gazanlı Cemaleddin Hoca Yakut tarafından geleneksel Selçuklu mimari tarzında yaptırılmış. 

Anadolu'daki kapalı avlulu medreselerin en büyüğü ve son örneklerinden biri. Taçkapının sağında dam seviyesinden yukarısı kırmızı tuğla ve çini ile kaplanmış farklı bir minare yer alıyor.


Taçkapısındaki geometrik ve bitkisel motifli bordürler döneminin özelliklerini taşıyor.


Taçkapının iki yan yüzünde; kartal, hayat ağacı ve aslan motiflerinden oluşan panolar bulunuyor.


Basık kemerle örtülü kapıdan giriş holüne, oradan da bir kapıyla medresenin muazzam avlusuna geçiliyor. Ortası mukarnaslı bir kubbe ile örtülü avlunun çevresine talebe odaları ve dershaneler yerleştirilmiş. 

Medrese 3 eyvanlı plan şeklinde olup kesme taştan inşa edilmiş.

Avlunun orta kısmında üstünde hava ve ışık penceresi bulunan görkemli bir kubbe yer alıyor.


Anadolu medreseleri, cami yanında bile olsa kendine ait mescidi olurmuş. Bazen de Yakutiye Medresesinde olduğu gibi eyvanlardan birisi mescit olarak kullanılırmış. Girişin karşısındaki ana eyvan ve mescit olarak kullanılan güney eyvanının duvarları geçmişte çini ile kaplıymış.


Eski Erzurum evlerinde en önemli bölümü oluşturan tandırevi (mutfak) dinlenmek, oturmak, yemek pişirmek ve yatmak amacıyla kullanılırmış. Yakutiye Medresesinde de bir tandırevi canlandırılmış. Kareye yakın bir plan tipinde olan tandırevi, kırlangıç tavan örtüsü ile kapatılmış.


İlhanlı ve Selçuklularda medreseyi yaptıran şahısların mezarları medrese içerisindeki türbeye defnedilirmiş. Yakutiye Medresesinde de bir türbe yapısı var ama günümüzde bu kısımda sanduka bulunmuyor. Türbeyi içten yuvarlak, dıştan sivri bir kubbe örtüyor. 

Yakutiye Medresesi ile aynı meydanda bulunan Lala Paşa Camisi, Erzurum'da Osmanlı döneminde yapılan ilk cami olması bakımından önem taşıyor.

Yapı, Kanuni Sultan Süleyman'ın komutanı, Kıbrıs fatihi ve Sadrazam Lala Mustafa Paşa tarafından, Erzurum Beylerbeyi görevini yürüttüğü dönemde, 1562 yılında yaptırılmış.

Mimar Sinan'a ait olan eserin yanında bir saray, bir de sübyan mektebi yer alıyormuş, ancak bunlar günümüze kadar ulaşamamış.


Lala Paşa Camisi, İstanbul'daki Şehzadebaşı, Sultan Ahmet, Eminönü Yeni Camii gibi camilerde uygulanan plan tipinde, ancak onlardan hayli küçük ölçekli olarak inşa edilmiş.


İki yanda altlı üstlü ikişer pencere arasında mihrap bulunuyor. Yapının kitabesi, yuvarlak ve mukarnaslı olan mihrabın üzerinde yer alıyor. Pencerelerde bulunan hadisler, hat sanatıyla yazılmış.


Lala Mustafa Paşa Camii'nin kuzeyinde şadırvanı yer alıyor.


Cami yanında inşa edilen Lala Mustafa Paşa Çeşmesinden su içmeden geçmeyin...

Lala Paşa Camisinin biraz ilerisinde bulunan Caferiye Camii, 1645 yılında Sultan İbrahim döneminde Erzurum vergi memuru Ebubekir oğlu Cafer Efendi tarafından yaptırılmış. 

Lala Paşa Camisi gibi kare planlı tek kubbeli bir cami...


Üç kubbeli son cemaat yeri 4 taş sütun üzerine bina edilmiş. Sütunlar mukarnas başlıklı olup birbirine sivri kemerlerle bağlı...


Cami kesme taş ve moloz taşla inşa edilmiş. Mihrabı da düzgün kesme taştan ve sade yapılmış. Ahşap minberi bazı değişiklikler geçirmesine rağmen orijinalmış.

Caferiye Camii'nin hemen karşısında kale görünüyor.

Erzurum Kalesi, 5. yüzyılda Bizans İmparatoru tarafından yaptırılmış. Bir tepenin üzerine kurulan kale, şehrin güvenliğini sağlayan muhafız askerlerin bulunduğu iç kale ve halkın ikamet ettiği mahalleleri de içine alan dış kaleden oluşmaktaymış. Günümüzde iç kale sağlam kalmış olmasına rağmen şehri çevreleyen üç sıra halindeki dış kale surları büyük ölçüde yıkılmış. Dışa açılan kapıların ise sadece Erzurum sokaklarında gezerken kah bir semtte kah bir dükkanda göreceğiniz adları kalmış; Tebriz kapı, Erzincan kapı, Gürcü kapı ve sonradan açılan İstanbul kapı ile Yeni kapı...


İç kalede Saltuklu Türkleri zamanında yapılan Saat Kulesi ve Kale Mescidi, Türk mimari döneminin ilk örnekleri olması bakımından önem taşıyor.

Mescid 12.yüzyılda Saktuklular zamanında yapılmış. Erzurum'daki en eski Türk yapısı olarak kabul edilen Kale Mescidi, mescid-türbe arası ilginç bir mimari özelliğe sahip. Kıble duvarıyla sura bitişen mescit, dikdörtgen bir plana sahip...


Saat Kulesi (Tepsi Minare), ortaçağda gözetleme kulesi olarak kullanılmış. Osmanlılar ise saat kulesine çevirmiş. Zamanında bir gezgin, Asya kentleri içinde sadece Erzurum'da bir saat kulesi bulunduğunu, onun da saatinin işlemediğini yazmış.


Merdivenleri oldukça dik ama yukarıya çıkınca 360 derecelik bir Erzurum manzarası sunuyor. Sur kulelerini, kubbelerini, minarelerini gördüğümüz hemen yakınımızdaki kentten gözlerimizi ayıramıyoruz. Palandöken'den her şeyi örten, her şeyi beyazlatan başka bir sis yükseliyor.


Erzurum Kalesinden, Ulu Caminin arkasındaki Çifte Minareli Medrese ile birleşen görüntüsü...

Ulu Camii, Erzurum'un en eski camilerinden. Saltuklu emirlerinden Nasirüddin Muhammed tarafından 1179 yılında yaptırılmış. Saltuklular'ın, Selçuklular gibi vezirlere ve valilere verdikleri "Atabey" unvanından dolayı burası "Atabey Camisi" olarak da biliniyor.


Üçü kuzeyden, ikisi doğudan toplam 5 kapı ile içeriye giriliyor. Düzgün kesme taşla inşa edilen Ulu Cami, mihraba dikey 7 sahından oluşuyor.

Güneşin konumuna göre namaz vakitlerini Müslümanlara bildirmesi Ulu Camii benzerlerinden farklı kılıyor. Sağdaki kuş gözü pencereye güneş vurduğu zaman öğle vaktini, soldaki ise ikindi vaktini gösteriyor.


Caminin mihrabında yalın geometrik süslemeler yer alıyor. Mihrap gibi ahşap minber de sade görünüyor.


 Mihrap önü tavanı ahşap kırlangıç kubbe ile örtülü...

Ulu Camii'nin içerisinde Kabe, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa maketleri de var. Aşağıdaki fotoğrafta solda görülüyor.

Cumhuriyet Caddesinin sonuna geldiğinizde karşınıza Çifte Minareli Medrese çıkacak. Medresenin, Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad’ın kızı Hundi (Hüdavend) Hatun tarafından 13.yüzyılda yaptırılmış olabileceği düşünülüyor. İlhanlı hanedanlarından padişah Hatun tarafından da yaptırılmış olabileceği düşüncesi ile çeşitli kaynaklarda yapının adı, "Hatuniye" veya "Hande Hatun Medresesi" olarak da geçiyormuş. 

Medresenin, 26 metre yüksekliğindeki, rengarenk çinilerle süslü yarım minareleri, bu tarihi esere isim olmuş. Bir de efsanesi var minarelerin yarım kalmasıyla ilgili... Şöyle ki; inşa edilen bina yükseldikçe çırak, ustasından daha zanaatkar olduğunu göstermeye başlamış. Bu durumu ne kadar kıskansa da usta bir şey diyemiyormuş. Bir gün çalışırlarken, çırak ustasından su istemiş. Bunu duyan usta "Usta idim oldum şegirt (çırak), al destiyi suya seğirt" diyerek kendisini minareden aşağıya atmış. Hatasını fark eden çırak çok pişman olmuş ve ustasının arkasından o da kendini minareden aşağıya atmış. Çalışan işçiler bu olaya çok üzülmüşler ve işi yarım bırakarak gitmişler...

Selçuklu mimarisinin en önemli ve görkemli örneklerinden biri olan Çifte Minareli Medrese; açık avlulu, iki katlı ve dört eyvanlı plan tipiyle inşa edildiği dönemin mimari özelliklerini günümüze aktarabilen en önemli yapılardan biri. Selçuklu dönemi Türk kültürünün özünü içeren geometrik ve bitkisel figürlü süslemeleri ile ilginç bir bütünlük arz eden taç kapı, iki yanda yükselen minarelerin kürsüleri ile bütünleşmiş.


İki yanındaki firuze renkli mozaik çinili panolar ve yivli gövdeli çifte minareleriyle dikkat çeken yapı, devrinin en büyük ve görkemli yapıları arasında yer alıyor. Medresenin minare kaidesinin alt kısmında, Yakutiye Medresesinde de olduğu gibi kartal ve hayat ağacı motiflerinden oluşan 4 pano bulunuyor. Bu panolarda kalın bir silmenin çerçevelediği sivri kemerli nişler içerisinde, iki ejderhanın kuyrukları ucundaki bir hilalden çıkan ve yelpaze gibi iki yana açılan yapraklar arasında, hayat ağacı motifi görülüyor. Hayat ağacının altındaki çift ejder figürü sadece Çifte Minareli Medresede kullanılmış. Taçkapının sağındaki hayat ağacı üzerinde çift başlı kartal figürü işlenmiş, diğerleri tamamlanamamış.


Dikdörtgen avlu dört taraftan revaklarla çevrili. İki kat halinde düzenlenmiş revakları eyvanlar bölüyor.

Çifte Minareli Medresenin arkasında, Hundi Hatun‘un türbesi olduğu söylenen bir kümbet var. Kümbet medresenin güney eyvanına bitişik olarak iki katlı düzenlenmiş. 12 köşeli gövdenin dış yüzeyi, her biri diğerinden kaval silmelerle ayrılmış olan 12 panoya bölünmüş. Saçak kısmı süsleme şeritleri ve silmelerle bezenmiş.

Çifte Minareli Medresenin arkasına doğru giden caddeden devam ettiğinizde karşınıza Üç Kümbetler çıkacak. Anadolu'da bulunan anıt mezarların en eski, en güzel ve farklı örnekleri arasında yer alıyor. Üzerlerinde kitabe bulunmayan kümbetlerin en büyüğünün Emir Saltuk'a ait olduğu ve 12.yüzyılın sonlarında yapıldığı sanılıyormuş. Diğer kümbetlerin kime ait oldukları bilinmezken bunların da 14.yüzyılda inşa edildikleri tahmin ediliyor. Gövdenin altındaki mezar odalarına giriş yapıların içinden sağlanmış.

Erzurum Kalesinden, gezdiğimiz tarihi yapıların Palandöken ile birleşen görüntüsü... Erzurum'un güneyinde yer alan 3125 metre rakımlı tektonik bir dağ Palandöken. Erzurum şehir merkezinin rakımı 1950 metreyi bulduğundan, şehir merkezinden Palandöken pek heybetli görünmüyor.


Artık dönüşe geçip Rüstem Paşa Bedestenine doğru yola devam ediyoruz. Taşhan adıyla da anılan Rüstem Paşa Kervansarayı, Kanuni Sultan Süleyman’ın veziri Yemen fatihi Rüstem Paşa tarafından 16.yüzyılda yaptırılmış. Orijinalinde toprak damla örtülü olan yapı Cumhuriyet döneminde kurşun levhalarla kaplanmış. Yolcuların gece ve gündüz her türlü ihtiyaçlarının karşılandığı bu yapı Osmanlı kervansaray mimarisinin şaheser örneklerinden biri...

Kervansaray, günümüzde özellikle oltu taşından yapılan takıların satıldığı dükkanları ile ünlü... Biraz pahalı olsa da buradan oltu taşından takılar alabilirsiniz. Oltu taşı topraktan çıktığında çok yumuşak olmasına rağmen, hava ile temas edince sertleşir, kullandıkça parlarmış. Gerçek olup olmadığını anlamak için taşı elinize alıp nefesinizle buharlaştırdığınızda, buharı çekmesi ve üzerinin nemlenmesi gerekirmiş.


Sıradaki durağımız olan Erzurum Kongresinin yapıldığı bina, 1864 yılında Mıgırdiç Sanasaryan tarafından yaptırılmış ve Sanasaryan Koleji olarak kullanılmış. Bina 1924 sonlarında büyük bir yangın geçirmiş ve ahşap kısım tamamen yanmış.

Yangından sonra onarılan bina, ilkokul ve lise olarak kullanılmış. Günümüzde "Erzurum Resim Heykel Müzesi ve Galerisi Müdürlüğü" olarak faaliyet gösteriyor.

Erzurum Kongresi 23 Temmuz 1919'da Mustafa Kemal Paşa'nın "Nutuk"ta söz ettiği gibi bu pek mütevazi mektep salonunda toplanmış. Kongre 7 Ağustos 1919'a kadar devam etmiş. Vatanın birliğine ve bütünlüğüne dair kararlar alınmış. Bunlardan en önemli 3 tanesi; vatanın bütünlüğünü muhafaza ve müdafaa etmek, milli istiklalin dokunulmazlığını ve tamlığını sağlamak, Kuva-yı Milliyeyi tek kuvvet olarak tanımak ve milli iradeyi hakim kılmak...

Sıradaki durağımız Nene Hatun Tarihi Milli Parkı, Osmanlı-Rus savaşında kahramanca çarpışmalara sahne olmuş bir yer.  Giriş ücreti 7 TL olan Milli Parkın girişinde bizi, açık hava silah sergi alanı karşılıyor.


Girişten sonra araçla yaptığımız kısa bir tırmanış sonunda Aziziye Tabyalarına geliyoruz. Aziziye Tabyaları, Erzurum'a doğudan gelebilecek olası Rus, hatta İran saldırı ve tehlikesine karşı 1867-1872 yılları arasında Sultan Abdülaziz'in emriyle yaptırılmış. Bütün Erzurum'un ve istihkamlarının kilidi sayılan Topdağı denilen bu tepede yapı bir hilal oluşturacak biçimde 3 ayrı tabyadan oluşuyor. Bu 3 tabya birbirine bir siperle bağlanmış.

Aziziye tabyası denilince, akla “Nene Hatun” geliyor. 1 numaralı Aziziye'nin doğusunda Nene Hatun'un mezarı ve Aziziye Anıtı bulunuyor.


Anıtta, "Bu gelinlik genç kızlar, ihtiyar erkekler ve nineler, kendi namusları ve Türk milletinin şan ve şerefi için saldırdılar, dövüştüler ve öldüler. Şimdi Türk milletinin kalbinde yaşıyorlar." yazıyor.

Türk tarihinin kadın kahramanlarından Nene Hatun 1857 yılında Erzurum Çeperli köyünde doğmuş. Soyadı "Kırkgöz" olan Nene Hatun 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi sırasında (93 Harbi) Rusların tabyaları işgale kalkışması üzerine ayağa kalkan Erzurum halkının öne çıkan kahramanlarından biri olmuş. 9 Kasım 1877 günü Ayazpaşa Camii müezzini Abdullah Efendinin okuduğu sabah ezanını takiben erkeği ve kadınıyla topyekun ayaklanan Erzurum halkıyla birlikte Aziziye Tabyalarına yürümüş ve Rus ordusu ile kahramanca çarpışarak Türk kadınının asalet, iffet ve hürriyet timsali olmuş. 

1952 yılında düzenlenen 30 Ağustos kutlamalarında '3.Ordunun Annesi' unvanı verilen Nene Hatun ayrıca 1955 yılında ülkemizde ilk defa kutlanan Anneler Gününde de Türk Kadınlar Birliğince 'Yılın Annesi' seçilmiş. Coğrafyayı vatan kılan Müslüman Türk ruhunun vücut bulduğu Anadolu kadınının nadide bir temsilcisi olan Nene Hatun 22 Mayıs 1955 tarihinde 98 yaşında vefat etmiş. Ruhu şad, mekanı cennet olsun...

Aziziye Tabyasında şehitlikler de var. Şehitlikler, uğruna şehit düştükleri Erzurum şehrine hakim bir konumda olan Topdağı tepesi üzerinde yer alıyor.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!


3 numaralı Aziziye Tabyasının ise yalnızca batı duvarının tamamı, kuzeybatı ve güneybatı kenarlarının 12 metrelik bir kısmı dışarıdan görülüyor.

Diğer yerler kalın bir toprak tabakasıyla kapatılmış. Bu sebeple tabya adeta yere gömülmüş.


Erzurum'un doğusundaki 2042 metre rakımlı Topdağı üzerine inşa edilen ilk tabya ise Mecidiye Tabyasıymış. Tabya topçuluk alanında o zamana kadar görülen gelişmeler göz önüne alınarak Sultan Abdülmecid zamanında, 1852-1855 yılları arasında yaptırılmış.

Geniş bir avlunun doğusunda yay şeklinde bir plan üzerinde kurulmuş olan tabya, yan yana koğuş odalarından meydana geliyor. 


9 Kasım 1877 tarihi Erzurum'un ve Erzurum insanının zafer günlerinden biri olmuş. 9 Kasım günü Erzurum insanı ile Türk ordusu el ele vererek, tarihimizin sayfalarına altın harflerle yazılan Türk milletinin yeni bir şecaat ve kahramanlığını tescil ettirmiş. Aziziye zaferi, ordu-millet bütünleşmesinin en güzel örneklerinden biri olmuş. 9 Kasım günü Aziziye Tabyalarında bir milletin zulme, emperyalizme karşı verdiği istiklal mücadelesinin zafere dönüştüğü gün olmuş. Kadınıyla-erkeğiyle Erzurumlular Aziziye'de bir vatan savunmuş. Türk milleti Aziziye'den aldığı ilham ve dersle Allahuekber'de, Çanakkale'de, Sakarya'da, 15 Temmuz'da Türk vatanını, ordu-millet bütünleşmesiyle savundular. Ruhları şad, mekanları cennet olsun...

Sıradaki durağımız, Milli Parkta uzaktan izlediğimiz Palandöken. Dağların insanı hüzünlendiren bir görünüşü var. Erzurum'un güneyinde yer alan yaklaşık 3125 metre rakımlı tektonik bir dağ Palandöken. Dadaşın yüreği ile ısıttığı karlar diyarı yüce bir dağ...

Palandöken Kayak Merkezi, Türkiye kış turizminin gözde merkezlerinden biri. En önemli avantajı ise şehir merkezine olan yakınlığı, sadece 8 km mesafede bulunuyor.


Palandöken yüce dağ
Altı mor sümbüllü bağ
Seni vermem ellere!
Nice ki bu canım sağ

Erzurum'a gitmişken, Peygamber Efendimizin ashabından olan Abdurrahman Gazinin türbesini ziyaret edebilirsiniz. Türbe 1796 yılında Erzurum Valisi Yusuf Ziya Paşanın eşi Ayşe Hanım tarafından yaptırılmış, yanına bir de cami ilave edilmiş. Türbe içerisinde 4.85 m boyunda yerli taştan yapılmış Abdurrahman Gazi Hazretlerinin mezarı bulunuyor.

İslam ordularının Anadolu'ya yapılan ilk seferlerinde ordu komutanlığı yapan, İslam ordusunun sancaktarlığını üstlenen ve Ashab-ı Kiram'dan olduğu kabul edilen Abdurrahman Gazi Hazretleri, yakın coğrafyada tanınan ve devamlı ziyaret edilen, hürmet gösterilen Anadolu coğrafyasının İslamlaşmasında önder isimlerden biriymiş. Ruhları şad, mekanları cennet olsun...


Son olarak Erzurum garına gidiyoruz. Gar binası Almanlar tarafından inşa edilmiş. 20 Temmuz 1937'de Erzurum istasyonunun temel atma töreni yapılmış.

Gecesiyle gündüzüyle güzel, küçük, şirin bir gar...

avareyim, asudeyim, yorgunum
bilmiyorum neden sana vurgunum
Erzurum garında banklar üstünde
uyku tutmuyor karanlıkları
yitik düşlerimi kovalıyorum
gölgeler gidiyor; ben kalıyorum.

Artık yemek zamanı... Erzurum'da ne yenir? Cağ kebabı ve döner yarışır. Biz hem Gel Gör'de cağ kebabı, hem de Dönerci Hacıbaba'da döner yedik. Cağ kebabı her türlü güzel ama döner daha güzeldi. Tatlı olarak da kadayıf dolması yedik, mutlaka yemelisiniz.

5.Gün: Erzurum - 2 saat - Sarıkamış - 1 saat - Kars

Sabah Erzurum’dan Kars’a hareket ediyoruz. Doğu Ekspresi Erzurum’un merkezinden, bu sefer Aras Nehri’ni takip ederek önce Pasinler’e, sonra Köprüköy’e, oradan da Horasan’a yönleniyor.

Tarihi İpek Yolu'nun üzerindeki Pasinler’e uğrayıp Hasan Kalesini görebilirsiniz. Hasankale, Erzurum'un 38 km doğusunda yer alan Pasinler ilçesindeki Hasan Dede Dağı'nın önünde sarp bir tepe üzerinde yükseliyor. Kent, başı Hasankale ile taçlı kayalığın eteğinde kurulmuş.

"Mübarek mekandır Hasan Kal'ası / Kamu zevke kândır Hasan Kal'ası / Suyu hoş, hevası, kışı mutedil / İrem'den nişandır Hasan Kal'ası". Böyle niteler doğduğu toprakları İbrahim Hakkı. Onun cennet bahçelerinden bir bahçe olarak tarif ettiği Hasankale, Pasinler Ovasının tarihi, kültürel ve coğrafi bakımdan değerli bir parçası. Kale, 4. Murat ve Yavuz Sultan Selim'i de konuk etmiş.


Hasan Dede Dağı üzerindeki Hasankalesi'ni "Pasinler Ova'sına hakim sivri kayaların üstüne kurulmuş bir şahine benzer" diyerek tarif etmiş İbrahim Hakkı Konyalı. "Ehmedek denilen iç kalenin muhteşem tak kapısının muntazam ve süslü taşlarla yapılmış söveleri, kemerleri ve kitabeleri sökülerek yok edilmiş" diyerek tarihimize karşı gösterdiğimiz duyarsızlığı da dile getirmiş. Hasankale, ovanın bir remzi adeta. Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nde iç kalenin batıya, uçuruma açılan bir kapısının bulunduğunu, buna gizli kapı manasına "Uğrun Kapı" denildiğini, alt tarafta da Hasankale mezarlığının bulunduğunu yazmış.


Sana derim sana Hasan kalesi
Alt yanımda dövüş oldu, cenk oldu, cenk oldu
Yiğit olan yiğit çıktı meydana
Koç yiğitler arap ata bin oldu, bin oldu

Pasinler'den sonra Köprüköy’den geçerken Aras Nehri üzerindeki Çobandede Köprüsünü göreceksiniz. 13. yüzyıl yapımı köprü, Hasankale tarafından gelen Kargapazarı Çayı’nın Köprüköy ilçesinde Aras Nehri’yle buluştuğu noktada yer alıyor. İlhanlı hükümdarlarından Gazan Han’ın veziri Emir Çoban Salduz tarafından 1298 yılında yaptırılan köprünün üzerinde yer alan üç kitabe de zamanın yıpratıcı etkilerine maruz kaldığı için deşifre edilememiş. İran sınırına geçiş güzergâhı üzerinde bulunan Çobandede Köprüsü önemini tarihin hiçbir döneminde yitirmemiş. 130 metre uzunluğunda ve 7 gözlü olarak inşa edilen köprüden günümüze sadece 6 kemer göz kalmış. Selyaranların üzerine oturtulan çokgen kulelerle dengesi sağlamlaştırılan köprü, değişik taşlar kullanılarak yapılmış. Bu farklı taşların renk harmonisi ve kuleler üzerindeki İlhanlı süslemelerini yansıtan geometrik desenler, köprüye estetik bir görünüm kazandırıyor.

Çoban Dede Köprüsü Pasinler Ovasını ikiye ayırıyor. Köprünün doğusundaki ovaya Aşağı Pasin, batısındakine de Yukarı Pasin adı verilmiş öteden beri. Yukarı Pasinde Karga Pazarı, Deveboynu dereleri akıyor; Hasankale önünde birleşip Çoban Dede köprüsünde Aras'a karışıyor.

Doğu Ekspresi Horasan’da Aras’tan uzaklaşır ve kuzeye doğru Süngütaşı Çayı’nı takip edip Erzurum’dan ayrılarak, altıncı ve son iline, Kars’a girer. Kars şehrine varmaya 1 saat kala, tren Sarıkamış’ta son defa duraklar. Her ne kadar Selçuklu döneminden beri Türklerin yerleştiği bir bölge olsa da Kars’ın geneli gibi Sarıkamış’ın da altın çağının Rus etkisinde olduğu zamanlar olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Sarıkamış da Kars merkez gibi Rus etkisinin yoğun olarak gözlemlenebildiği, o dönemden kalma birçok tarihi yapının bulunduğu yerlerden... Sarıkamış’ın merkezinde bir Rus kilisesi Kazım Karabekir Camisi olarak kullanılıyor ve Yanık Kilise olarak biliniyor.

Her ne kadar atıl bir durumda olsa da tepelik arazide, karlar altında yükselen Katerina’nın Av Köşkü, Sarıkamış’ın sembol yapısı. Sarıkamış merkezden bağlanan yol karlarla kaplı olduğu için arabayla buraya gidemedik.

Doğu Ekspresi ile son durağa yani Kars’a gidenleri muhteşem bir tatil deneyimi bekliyor. Doğası dört mevsim canlı olan Kars, özellikle kış ayları Sarıkamış Kayak Merkezi dolayısıyla daha hareketli oluyor. Türkiye’de popülaritesi yıldan yıla katlanarak artan Kars, dünyada yalnızca Alpler’de görülen kristal karlarıyla kayakseverler için bir cennet durumunda. Yılın büyük bir bölümü güneşli geçmesine rağmen, kar ilk yağdığı günkü özelliğini kaybetmiyormuş. Kayak sezonunun oldukça uzun sürdüğü Sarıkamış’ta kar kalınlığı ortalama 1 metreyi aşıyormuş ama biz gittiğimizde kar yeni yağdığı için henüz sezon açılmamıştı. Vaktiniz varsa Sarıkamış Kayak Merkezi'nde kaymanın zevkini tatmalısınız.

Sarıkamış'ta şehitlikleri de ziyaret edebilirsiniz. 1. Dünya Savaşı yıllarında Doğu Cephesi’nde şehit düşen 90 bini aşkın kahramanın şehitlikleri, Allahuekber Dağları’nda Sarıkamış çevresinde yer alıyor. Her yıl Ocak ayının ilk haftasında geniş katılımlı anma törenleri ile anılan kahramanların anısı Sarıkamış Allahuekber Dağları Milli Parkı sınırları içinde yer alan Allahuekber Tepe Şehitliği, Meçhul Asker Şehitliği, Sarıkamış Şehitliği, Dikenli Tepe Tabya Şehitliği, Çakırbaba Şehitliği, Ağababa Şehitliği, Soğanlı Şehitliği, Divik Köyü Şehitliği ve Bardız Geçidi Şehitliği’nde yaşatılıyor.

Kışın diğer şehitliklere ulaşmak zor olsa da, bizim gittiğimiz Erzurum-Kars yolu üzerindeki Allahuekber Tepe Şehitliği, düşman işgali altındaki Sarıkamış'ı kurtarma harekatı başladığı zaman gözetleme karargahının kurulduğu yermiş. Aziz şehitlerimizi minnet ve saygı ile anıyor, yüce Allah'tan rahmet diliyoruz...


Şehitliği ziyaret ettikten sonra Kars'a doğru yola devam ediyoruz. Erzurum-Kars arası 205 kilometre ve arabayla yaklaşık 2 saat sürüyor. Sarıkamış'tan sonra ise yaklaşık 40 dakikalık yolumuz kalıyor. O zaman biraz Kars'tan bahsedelim.

Kars ve civarında başka bir dünya var. Hiçbir şey tanıdık değil, o yüzden de buram buram macera kokuyor. Ocakbaşı yerine kaz yemeye gidilen, Baltık mimarisi yüksek tavanlı tarihi taş binalarıyla kafamızdaki doğu şehri imajını alt üst eden Kars'ta farklı şeyler yaşamak isteyenlerin mutlaka gelmesi lazım!

Öyle bir doğu şehri ki; haritanın bittiği en ücra köşede kurulmuş şehrin sokaklarını dantel gibi Baltık mimarisi süslüyor ama içinde Kürdü, Azerisi, Türkmeni, Acemi yüzyıllardır omuz omuza yaşamış...  İşte bu peri masalının yazıldığı yer Kars. Aşağıda Kars'ı gezmek için ihtiyacınız olan bilgileri bulabilirsiniz.

Kars’ın muhteşem doğası, göz alıcı Ani Antik Kenti ve tarihi yerleri sizi bekliyor. Kars'ın büyüsünü yaşamak için; Ani Antik Kentini ve şehir merkezindeki gezilmesi gereken yerleri gezmeli, donmuş Çıldır Gölü'nde buzda atlı kızağa binmeli ve mutlaka kaz yemelisiniz.

Kars’ı gezerken bir önerimiz var. Piri uygulaması ile bu büyülü şehri Karslı Türkolog Ali Canip Olgunlu’nun sesinden dinleyerek gezebilirsiniz. Uygulamadaki harita ve yönlendirmelerle turu kolayca takip edebilir, mekanlara uygun müzikler ve hikayeler eşliğinde, kendi başınıza, sanki yanınızda bir rehber varmış gibi bir tur yapabilirsiniz.

Kış aylarında hava erken kararıyor ve aynı saatte doğu, batıya nazaran daha karanlık oluyor. Aralık sonunda saat 5 gibi karanlık çöküyordu ve Kars'a geldiğimizde hava da kararmıştı. Vardığımızda Kars merkezindeki Kars-ı Şirin Otele yerleştik, üç gece fiyatı 1070 TL. Küçük, şirin, butik, temiz, aşırı sıcak, yeni bir otel ve yeri de güzel, özellikle yöresel kahvaltıları çok güzel, personeli de çok güler yüzlü. Yarınki programımız Ani'ye gitmek. Yarın güzel bir gün olsun diye dileyip, dinlendik.


6.Gün: Kültürlerin Kavşağında Bir Mimarlık Hazinesi: Taşın Şiiri Ani Antik Kenti

Yaşı bilinmeyen görkemli bir şehre gidiyoruz bugün… Öncelikle derin bir nefes alın, derecelerin insanı korkuttuğu kadar soğuk değil çünkü çok güneş alıyor ve nem yok. Ama tabi bayağı soğuk yine de ve tabi ki hazırlıklı gelmeniz lazım. Polar, yoksa kalın yün kazak, eldiven, bere, kalın tabanlı su geçirmez nitelikte botlar, kalın çoraplar, tercihen dize kadar uzanan çoraplardan, pantolonun altına termal içlik, yün çorap ya da tayt şart...

Kars'ta gezilecek yerler listesinin ilk sırasında Ani yer alıyor. Otelde yaptığımız yöresel kahvaltıdan sonra Kars'a 42 km uzaklıktaki Ani’ye gitmek üzere yola çıkıyoruz. Kars'ın ilk karını da 1993 rakımdaki Yahnidağ Geçidini aşarken görüyoruz.

Kars'tan sınıra doğru yol aldığımızda Ani'ye ulaşıyoruz. Dünya çapında tarihi ve kültürel miras olan bölge, Türkiye-Ermenistan sınırını ayıran Arpaçay nehrinin batısında, volkanik arazi üzerine kurulmuş önemli bir ortaçağ kenti. Milattan önce bir kale kenti olarak kurulan Ani, 10. yüzyılda Bagratoğulları sülalesinden Ermeni hükümdarlara kadar başkentlik yapmış. Kendisini ele geçiren kavimler tarafından defalarca yenilenmiş ve askeri amaçla kullanılmış olan kent, 1064 yılına kadar Bizans'ın yönetiminde kalmış ve bu tarihte Selçukluların eline geçmiş. Konumu açısından İpek Yolu üzerinde olması, ticari ve askeri bakımdan önemini bir kat daha artırmış.

Kafkasya üzerinden gelen ticaret kervanları ile dolup taşan Ani şehri, bir zamanlar dünyanın en kalabalık kentlerinden biriymiş. Bugünse Ermeni Krallığı’nın, Selçuklu’nun ve daha birçok medeniyetin izlerini sergileyen Ani Antik Kenti, 2016 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Ani Antik Kenti Surları, Tigran Honents Kilisesi, Bakireler Manastırı ve Rahibeler Manastırı Ani’de ayakta kalan Ermeni Dönemi eserlerinden bazıları. İpek Yolu Köprüsü’nün günümüze ulaşan iki ayağı, Selçuklu Sarayı ve Selçuklu Kervansarayı da Ani Antik Kenti’nde dikkate değer diğer Selçuklu mimarisi örnekleri. Şehirde yer alan Ebu’l Manuçehr Camii ise günümüze ulaşan en eski Selçuklu yapısı olmasıyla büyük önem taşıyor.


Üç yönden akan dere ve nehirlerin vadileriyle doğal olarak korunan Ani'nin en korunaksız kısmı kuzey tarafı. İkinci surlar Kral 2. Smbat döneminde (977-989) özellikle şehrin korunması en zayıf olan bu kuzey tarafını tahkim etmek amacıyla yapılmış. Üzerinde yer alan kitabelere göre 1. Gagik, Ebu’l Manuçehr ve Ebu’l Muammeran dönemlerinde de onarım geçirmiş. 

Haç, aslan, yılan gibi figürler ve seramik parçalarıyla süslenmiş surlarda, Aslanlı Kapının doğusunda, Selçuklu Sultanı Alpaslan'ın şehri 1064 yılında fethetmesini belgeleyen kufi hatla yazılmış kitabe yer alıyor.

Kente Uğurun, Kars, Aslanlı, Satrançlı, Acemağılı, Mığmığ Deresi ve Bağsekisi adı verilen 7 kapı ile giriliyor. Adını, iç surlardaki aslan kabartmasından alan Aslanlı Kapı, olasılıkla döneminde ana giriş kapısıymış ve günümüzde de ziyaretçiler şehre bu kapıdan giriyor.


Selçuklu (Tacirin) Sarayı 12.-13. yüzyılda inşa ettirilmiş. İki katlı olan yapı iç sofalı plan şemasına sahip...

Giriş kapısından, etrafı çeşitli mekanlarla çevirili iç avluya giriliyor.


Duvarlarda görülen yuvalar, üst katın ahşaptan inşa edildiğine işaret ediyor. Altta, birbirine dar koridorlarla bağlanan ve olasılıkla depolama işleviyle kullanılan küçük mekanlar varmış.

Patikadan devam ettiğimizde karşımıza Polatoğlu Kilisesi çıkıyor.

Giriş kapısı üzerindeki ithaf kitabesine göre Grigor Pahlavuni tarafından babası Apughamrents için inşa ettirilmiş.

Grigor Pahlavuni 982 yılında vefat ettiği için, kilisenin bu tarihten önce yaptırılmış olduğu anlaşılıyor. Diğer bir kitabeye göre Prens Apelgharip tarafından 1040 yılında St. Stephanos ve St. Christoper'e ithaf edilen kuzeydeki mezar şapelleri eklenmiş.


Dışta onikigen, içte altı apsisli plana sahip...


Patikadan devam ettiğimizde karşımıza Anadolu'daki ilk Türk camisi olan Ebu’l Manuçehr Camii çıkıyor.

Büyük Selçuklu hükümdarı Sultan Alparslan Ani'yi fethettikten sonra şehrin yönetimini Selçuklular adına sürdürmesi için Şeddadi Ebu’l Manuçehr'e vermiş, o da 1071-1072 yılları arasında buraya bir cami inşa ettirmiş. Yapı Anadolu'da Büyük Selçuklu mimarisine bağlanan ilk cami olma özelliğine sahipmiş.

Orta Asya Türk minarelerinin geleneğini sürdüren sekizgen planlı minarenin üzerinde renkli taşla işlenmiş "Bismillah" yazısı var.


Külliye cami, caminin kuzeybatısındaki minare ile kuzeyindeki çeşme ve türbeden oluşuyor. Cami kuzey-güney yönünde 3 sahınlı ve doğu bölümünün altında, yamaç eğimini tesviye etmek amacıyla yapılmış tonozlu 4 mekan varmış.

Kemer kısmı tamamıyla yıkılan İpek Yolu Köprüsü’nün günümüze ulaşan iki ayağı, Ani Antik Kenti’nde dikkate değer Selçuklu mimarisi örneklerinden biri. Karşısı Ermenistan...

İpek Yolu ticaretinde önemli hale gelen Ani’de Arpaçay üzerine inşa edilen İpek Yolu Köprüsü sayesinde İran-Trabzon arasındaki ticaret rahatlamış ve bu köprü Ani’yi hem kültürel hem de mimari açıdan zenginleştirmiş.


Köprüye hakim bir noktada olan ve Ani şehrinin ilk yerleşim çekirdeği olan Kamsarakan Kalesi 5.asırda Kamsarakan hanedanı tarafından inşa edilmiş.

Ebu’l Manuçehr Camisini geçip geriye doğru baktığımızda kale ile birleşen görüntüsü...

Burası şaşırtıcı, çarpıcı bir yer...

Göz alabildiğine uzanan bir arazide Selçuklu eserleri ile kiliseler yan yana...

Patikadan devam ettiğimizde karşımıza Ani Katedrali çıkıyor.


Ani Meryem Ana Katedrali, Beşik Kilise, Fethiye Camii gibi isimlerle anılan yapı Hz. Meryem'e ithaf edilmiş.

Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan Ani'yi fethettiğinde kiliseyi camiye çevirterek ilk Cuma namazını burada kılmış ve yapının adı Fethiye Camii olarak değiştirilmiş.


Dışta doğu-batı yönünde dikdörtgen, içte 3 nefli kubbeli bir bazilika...

1319'daki büyük depremde katedralin yaklaşık 20 metre yükseklikteki kubbesi tamamen yıkılmış.

Patikadan devam ettiğimizde karşımıza Ani'nin en güzel kilisesi çıkıyor.

Nakışlı Kilise, Boyalı Kilise, Sırlı Kilise, Resimli Kilise gibi isimlerle anılan yapı 1215 yılında tüccar Tigran Honents tarafından inşa ettirilmiş.


Kilise Ermenistan'da Hristiyanlığın yayılmasını sağlayan Aziz Gregor'e (Aydınlatıcı) ithaf edilmiş.

Yapı dışta doğu-batı yönünde dikdörtgen, içte tek nefli plana sahip. Yapının dış mekanında taş kabartmalardan yapılmış bitkisel geometrik süslemeler ve hayvan figürleri sahnelenirken iç mekanı tamamen fresklerle bezenmiş.


Kilisenin iç yüzeyi, çoğunluğu Hz. İsa'nın, Hz. Meryem'in ve Aziz Gregor'un hayatından alınmış sahnelerin işlendiği fresklerle kaplanmış.


Halaskar Kilisesi, Kurtarıcı Kilisesi, Yıkık Kilise, Keseli Kilise gibi isimlerle anılan yapı 1035 yılında Marzban Apelgharip Pahlavuni tarafından, Bizans İmparatoru Mikhael'den alınan kutsal haçın parçasını korumak amacıyla inşa ettirilmiş. Kilise dışta ondokuzgen, içte 8 apsisli plana sahip...

1957 yılında kilisenin doğu bölümü tamamen yıkılmış.

Ani şehri surların çok dışına da yayılmış, özellikle kaya güvercinlikleri ve kaya kiliselerini Arpaçay'ın öbür kıyısında görebilirsiniz.

Ören yerini çevreleyen bu geniş vadide Kalkolitik Çağda başlayan yaşam serüveni vadideki mağaralardan başlayıp Ortaçağda zirve noktasına ulaşmış.

Ani gezimiz sonrasında, aracımıza binip Kars’a hareket ediyoruz.


7.Gün: Yurda Açılan Eşik: Kars

Sabah otelde yaptığımız yöresel kahvaltıdan sonra Kars gezimize başlıyoruz. Bir şehri keşfetmenin en güzel yolu sokak sokak gezmek, çünkü ancak yürüyerek o şehir hakkında merakınızı gidermek ve ayrıntıları gözlemleyerek bir iç zenginliğine ulaşmak mümkün. Kars şehir merkezinde yürüyerek gezmek çok rahat, arabaya ihtiyacınız yok. Tabi kar olduğu için sakince yürümek lazım. Sokaklarda yürürken kentteki hemen hemen tüm tarihi binaları görebilirsiniz. Otelimize çok yakın olduğu için ilk durağımız, Kars merkezin en zarif yapılarından biri olan Fethiye Cami veya eski adıyla Aleksander Nevsky Katedrali. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra Kars'ta bulunan Kazak askerleri için 19. yüzyıl sonunda Alexander Nevisky adına kilise olarak yaptırılmış.

Kars’ın kurtuluşundan sonra camiye çevrilmiş ve iki yanına da ikişer şerefeli birer minare eklenmiş.


Tek katlı ve dikdörtgen planlı yapının çatı kısmındaki orijinal mimari aksamların bir bölümü sonradan değiştirilmiş.

Cumhuriyetin ilanından sonra kapalı spor salonu olarak kullanılan bina 1985 yılında cami olarak ibadete açılmış.

Serhat şehri Kars'ı anlatmaya ilk olarak Kars Kalesi ve Kaleiçi bölgesindeki yapılar ile başlayalım.

Kars’ın asırlar boyu en önemli yapısı olarak kalmış kale, oldukça yıpranmış durumda olsa da özellikle gece dışarıdan görünüşü görsel bir şölen, hele bir de kar yağıyorsa...

Kentten bakıldığında etkileyici bir görünüme sahip olan Kars Kalesi, Saltuklu Sultanı Melik İzzeddin'in emri ile veziri Firuz Akay tarafından 1153 tarihinde inşa ettirilmiş.

1386 tarihinde Moğol istilasından sonra tahrip edilen kale, 1579 tarihinde 3. Murat'ın emri ile Erzurum'dan Kars'a gelen Lala Mustafa Paşa tarafından yeniden inşa edilmiş. Kale arkeolojik sit alanı olarak tescil edilip koruma altına alınmış.


Kale içerisinde Yeniçeri koğuşu, cephanelik, mescit ve 1239 yılında Kars Kalesini Gürcü destekli orduları ile kuşatan Moğollarla çıkan muharebede şehit düşen kahraman Celal Baba Türbesi bulunuyor. Çarpışırken bir kılıç darbesi ile kopan kafasını, koltuğunun altına alarak bugünkü türbesinin bulunduğu yere kadar cihat ederek geldiği ve orada şehit düştüğü efsanesi halk arasında dilden dile dolaşarak günümüze kadar ulaşmış.

Kaleye tırmanan patika oldukça dik ama yukarıya çıkınca panoramik bir Kars manzarası sunuyor.

Kars Kalesinden; Ulu Camii'nin, Kümbet Camii ve arkasındaki Evliya Camii ile birleşen görüntüsü...


Şimdi bu yapıları sırayla gezelim. İlk durağımız, Evliya Camii ve Anadolu'da yetişen büyük velilerden olan Ebu'l-Hasan Harakani Türbesinden oluşan külliye...


Seyyid Ebu'l-Hasan Harakani (ra) 963-1033 yılları arasında yaşamış büyük bir Türk mutasavvıfı. Ebu'l-Hasan Harakani'nin tasavvufta bağlılığı Sultanü'l Arifin Beyazid-i Bestami Hazretlerineymiş. Onun ruhaniyetinden üveysi olarak feyz almış, yüksek makamlara ulaşmış. Hasan Harakani hayatı boyunca Gazneli Mahmut, Selçuklu kumandanı Çağrı Bey, İbn-i Sina gibi büyük düşünürler tarafından ziyaret edilmiş. Haliyle şimdi de türbesi büyük ilgi görüyor.

Hz. Pir Ebu'l-Hasan Harakani 1033 yılında Horasan'ın Rey şehrinin Harakan köyünden gelerek Kars muharebelerine müritleri ile katılmış. Kars hududu Yahniler dağında sağ bacağından ve sol pazusundan yara alarak kan kaybı ile şehit düşmüş.


Sultan Alparslan'ın Kars'ı fethinden (1064) 31 yıl evvel ve Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerinden yaklaşık bir asır önce Anadolu'ya müritleriyle gelen Ebu'l-Hasan Harakani Anadolu'nun manevi fütuhatının alperenlik ruhuyla ilk tohumlarını atmış ve ondan sonra gelen Hoca Ahmet Yesevi'nin müritleri bu tohumları yeşertmiş. Hasan Harakani’nin tekkesinin girişinde yazan şu sözü de paylaşmadan geçmemek lazım;
“Her kim bu eve gelirse ekmeğini verin adını/dinini sormayın; zira Ulu Allah’ın dergâhında ruh taşımaya layık olan herkes, elbette Ebu’l Hasan’ın sofrasında ekmek yemeye de layıktır.”

1064 yılında Ani'yi fetheden Selçuklu Sultanı Alparslan tarafından Harakani Külliyesi kurulmuş.

1579 tarihinde Lala Mustafa Paşa'nın Kars şehrini imar çalışmaları sırasında padişah 3. Murad'ın emri ile Harakani Külliyesi genişletilerek Evliya Camii yaptırılmış. Cami 2000 yılında restore edildikten sonra yeniden ibadete açılmış.


Camiyle aynı avluda bir yapı daha var. Bu yapı, Kars Kalesinin dış surlarını çevreleyen 7 büyük burçtan biriymiş. Altıgen planlı burç düzgün kesme bazalt taşından inşa edilmiş. Taşınmaz tescil edilerek koruma altına alınmış ve kültür merkezi olarak kullanılıyormuş.

Kars Kalesi altında, Harakani Külliyesi ve Evliya Cami'nin olduğu bölgede yapılan çeşmeye tıpkı Erzurum'daki gibi Vali Lala Mustafa Paşa'nın adı verilmiş. Çeşmeden su içmeden geçmeyin...

Kars’ın merkezinde Rum kilisesi ve okulu, Süryani manastırı ve birçok farklı yapı bulunuyor. Belki de en bilineni, Kars’ın da bir sembolü haline gelen Surp Arakelots kilisesi. Bugün Kümbet Cami olarak kullanılan bu yapı, Havariler Kilisesi olarak da biliniyor.

Kar yağarken gökyüzünün rengi tam olarak böyle, düşen her kar tanesinde bir yangın var sanki...

Yapı merkezi planlı olup dört yonca yaprağını andıran, dört nişle genişleyen dik açılı bir mekana sahip...

10.yüzyılda Bagratlı Kralı Abas tarafından Ermeni-Gürcü kilisesi olarak Kaleiçi bölgesinde inşa edilen yapı tarihte çok kez bir camiye bir kiliseye dönüştürülmüş. 1064 yılında Müslüman egemenliğine geçen yöredeki bu kilise camiye dönüştürülerek Kümbet Camisi adını almış. Bölge Rus hakimiyetine girince cami Rus Ortodoks Kilisesi olarak kullanılmış. 1918 yılında Türk hakimiyetine girince yeniden camiye çevrilmiş. 1964 yılında ise müzeye dönüştürülerek, Kars´ta yapılan kazılardan elde edilen tarihi eserler burada sergilenmeye başlanmış. Kars Müzesi adıyla da bilinen bu eski ibadethane, bu işlevini 1981 yılına kadar sürdürmüş. Doğu’nun Ayasofya’sı haline gelmiş bu yapı 1993 yılından bu yana yine cami olarak kullanılıyor. Ancak dönem dönem Ermeni grupların ayin yapma talepleri, yapılan restorasyonda uygulanan yanlış teknikler gibi birçok sorunla boğuşuyor.

Osmanlı padişahlarından Sultan 3. Murat döneminde 1579 tarihinde inşa edilen Ulu Camii, 1604 yılında İran saldırıları sırasında Şah Abbas'ın orduları tarafından yıkılmış.

1643 tarihinde Sultan İbrahim döneminde Ulu Camii, şehirdeki en büyük Osmanlı dönemi camisi olarak yeniden imar edilmiş.

1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra Kars'ın Rusların eline geçmesi üzerine Ulu Camii, 1893 yılından sonra silah deposu olarak kullanılmış.

1918 yılında Rusların şehri terk edip Ermenilere bırakmasından sonra Ulu Camii tekrar yıkılmış.

Yöredeki Müslüman halk mensubu 286 kişinin Ermeni Taşnak çeteleri tarafından bu camide yakılarak şehit edildiği tarihten günümüze kadar Ulu Camii, Yanık Yağlı Camii olarak da anılmış.


Ermeni Taşnak çetelerin gerçekleştirdiği katliama bugüne kadar tanıklık eden cami duvarlarındaki kan ve yağ izleri, Ulu Camii'de yaşananları gözler önüne sermesi bakımından önem arz ederken caminin kuzey cephe duvarındaki kitabede yer alan "Ey ateş İbrahim'e karşı serin ve selametli ol." Enbiya suresi 69. ayetinin yer alması çok manidar...

Restore edilerek 2009 yılında ibadete açılan Ulu Camiden sonra, Kars Çayı üzerindeki Taşköprü'ye doğru yürüyoruz. Taşköprü, 1579 tarihinde Osmanlı padişahı 3. Murat döneminde yaptırılmış. Köprü bir sel baskını sebebiyle yıkılınca 1719’da Karahanoğlu Hacı Ebubekir tarafından yeniden yaptırılmış.

53,50 metre uzunluğunda, 8,40 metre genişliğinde olan köprü, son olarak Karayolları tarafından 2012-2013 yıllarında restore edilmiş.

Kaleiçinde, özellikle Kars Çayının etrafında, yıkılmaya yüz tutmuş ve restore edilen birkaç tane tarihi hamam var. Bunlar Mazlumağa, İlbeğioğlu, Muradiye ve Cuma hamamları. Hiçbirinin kitabesi olmadığından tam yapım tarihi ve kim tarafından yapıldıkları bilinmese de en azından Mazlumağa Hamamı’nın 3. Murat döneminden kaldığı biliniyor. 18. yüzyılda yapılan Mazlumağa Hamamı, Osmanlı mimarisinin en belirgin örneklerinden. Dikdörtgen planlı ve 2 kubbeli olarak düzgün kesme bazalt taşından yapılmış.


Kars Kalesi eteğinde yer alan iki yapıdan daha bahsedip Kaleiçi bölgesini bitirelim. Kalenin eteğinde bulunan Vaizoğlu Camii, 1579 tarihinde Osmanlı Padişahı 3. Murad'ın emri ile Lala Mustafa Paşa tarafından Kars şehrini yeniden imar çalışmaları sırasında yaptırılmış. Caminin yanındaki Şehit Alperenler Türbesinde ise 1033 yılında Anadolu'ya gelen Şeyh Ebu-l Hasan Harakani ile birlikte birçok savaşa katılan şehitlerin türbesi yer alıyor.

Biraz da şehrin çehresinden bahsedecek olursak, böyle bir mimariyi Anadolu’da başka bir yerde görmedik. Kars şehir merkezinde Ruslar döneminde Baltık mimarisine uygun inşa edilen birçok bina yer alıyor. Rusların estirdiği Baltık mimarisi rüzgarı, Selçuklu mirasları, Ermeniler’den kalan kiliseler ve Osmanlı yapıları bu şehirde harmanlanmış. Zamanında Ruslar tarafından opera, okul, askeriye gibi amaçlarla inşa edilen binalar ve Ermeniler ile Rumlar tarafından yaptırılan sivil mimari örnekleri, Cumhuriyet sonrası dönemde bir kısmında değişiklikler yapılmak suretiyle tekrar işlevselleştirilmiş.

Kars sokakları adeta yabancı bir filmin setinden fırlamış gibi. 1877-1878’de, Osmanlı-Rus Savaşı sonrası şehre hakim olan Ruslar, 40 yıllık süreçte birbirinden güzel yapılar inşa etmişler. Aralarındaki çarpık kentleşmenin çirkin binalarına da maruz kalmanıza rağmen, Türkiye’nin bittiği en uzak yerdeki geniş caddeler, meydanlar, sokaktaki hayvan heykelleri ve Baltık mimarisinin aralara serpilmiş nadide örnekleri insanda tatlı bir etki bırakıyor. İnsan gördükleri ile bulunduğu yeri bağdaştıramıyor bazen. Kars’ın Ruslar için stratejik ve askeri önemi sebebiyle 40 senede buraya hatırı sayılır bir yerleşim kurulmuş, önemli yatırımlar yapılmış. Ayrıca, getirdikleri şehir planlamasının da hala kaymağını yiyor Kars; caddeler, sokaklar birbirine paralel gidiyor.

Daha çok Kars merkezdeki Yusufpaşa, Ortakapı ve Cumhuriyet mahallelerinde öbeklenen bu tarihi binaları gezmek için yarım gün ayırmanız yeterli olacaktır. O zaman başlayalım gezmeye!

Cumhuriyet sonrası Sanayi ve Ticaret Odası olarak kullanılan bina, 19. yüzyıl Baltık mimarisi ile tamamen kesme bazalt taşından kışlık konak olarak inşa edilmiş. Buranın bir diğer özelliği de Atatürk tarafından ziyaret edilmiş olması...

Ortakapı Mahallesinde bulunan 129 yıllık Eski Vali Konağının iki önemli özelliği var. Biri, Kars’ın kurtuluşunu kesinleştiren 1921 tarihli Kars Antlaşmasının bu binada imzalanmış olması. İkincisi ise 1. Dünya Savaşı sonrası ve İngiliz işgali öncesinde, Güneybatı Kafkas Geçici Hükumetine ev sahipliği yapmış olması...

Cumhuriyet’ten sonra da Vali Konağı yapılan binanın yapım hikayesi ise bir hayli ilginç. 1883 tarihli bina, aslında kıvrak zekalı, Erzurumlu bir tüccarın konağı. 40 yıllık Rus işgali sırasında, şehirle beraber ticaret de Rusların tekeline geçtiğinde, halk arasında yağ ve şekerde domuz yağı olduğu söylentisi yayılır, bu nedenle de Müslüman halk Ruslardan alışveriş yapmayı reddeder. Bu durumu avantaja çeviren Erzurumlu bir tüccar da kente memleketten halis muhlis ürünler getirip parayı kırar ve bu zarif konağı yaptırır.

Eski Vali Konağının hemen karşısında olan Kars Defterdarlığı, 19. yüzyıl Baltık mimarisi tarzındaki en iyi örneklerden biri. Aslında Ruslar tarafından tiyatro olarak yapılan 3 katlı bina Cumhuriyetin ilanından sonra Kars Valiliği binası olarak kullanılmış.

En sonunda 1983 yılında restore edilerek, defterdarlık binası olmuş. Halen de defterdarlık binası olarak kullanılıyor.

Ortakapı Mahallesindeki zarif ahşap detaylı Gazi Ahmet Muhtar Paşa Konağı, Kars’taki en güzel Osmanlı sivil mimarisi örneği...

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında Ordu Komutanı olarak görev alan Gazi Ahmet Muhtar Paşa tarafından yaptırılan konak, bir süre karargah binası olarak da kullanılmış ve en son 2001’de restore edilip müze olarak yeniden halka açılmış.

Şu an Cheltikov Otel olarak işletilen konak, aslında 1894 yapımı, Rus Cheltikov ailesinin konağıymış. Zamanında hem opera binası hem doğum evi hem depo hem de hekim evi olarak kullanılan bina en nihayetinde otel olmuş. Yakın zamanda restore edilip turizme kazandırılmış. 

Kars Kalesi'ne 16 dakikalık yürüme mesafesindeki Katerina Sarayı, Kars Çayı kıyısında taştan yapılma bir bina. 1879 Rus işgali döneminde, Çar 2. Nikolay tarafından Hollandalı mühendislere Baltık mimari tarzında yaptırılmış. Şu an otel olarak işletiliyor.

Kafkaslar – Anadolu hattındaki ilk yerleşim merkezi olma özelliği taşıyan Kars çok köklü arkeolojik zenginliğe sahip bir yer. Bu zenginliği ortaya çıkarma adına 1959 yılında ilk olarak bir Müze Memurluğu kurulmuş. Ardından da 12 Havariler Kilisesi olarak da bilinen Kümbet Cami, Kars’ın ilk arkeoloji müzesi olarak işlevselleştirilmiş. Fakat 1970’lerde arkeolojik kazılardan elde edilen buluntular arttıkça daha büyük ve modern bir müzeye ihtiyaç doğmuş. Bu nedenle de 1981 yılında İstasyon Caddesi üzerindeki modern müze kullanıma açılmış. Giriş ücretsiz. İki katlı müzenin ilk katında arkeolojik buluntular, ikinci katında etnografik eserler sergileniyor.

Müze bahçesinde; Kars ve Ardahan illerinden getirilen Selçuklu, Akkoyunlu, Karakoyunlu, Gürcü, Ermeni, Osmanlı ve Rus dönemi mezar anıtları, hayvan tasviri mezar taşları ve kitabeler sergileniyor.


Balık heykeli...

Müzede, 19. yüzyılda yapılan ve 20. yüzyılın ortalarında yıkılan bir kiliseye ait olan 2 adet ahşap kapı sergileniyor. 19. yüzyıla ait kilise kapıları ceviz ağacından oyma tekniğiyle yapılmış. Kazıma ve kabartma tekniği ile yapılan bitkisel ve geometrik süslemeler dışında, kapı alınlığında bir halkanın iki yanında duran kartal kabartması kapının sanatsal değerini yükseltiyor.

Taş el baltaları ve 65 milyon yıl önce yaşamış bir dinozor kemiği...

Pişmiş toprak aslan postu giymiş Herakles başı Ardahan'da bulunmuş.

Yörede kullanılan ve sütü yağ yapmak için kullanılan yayık ve kazılardan çıkan diğer eserler...

19. yüzyıla ait semaver ve porselen çay takımları...

Kars Müzesindeki Urartu dönemine ait bu pişmiş toprak boyalı vazo üzerinde kök boya ile yapılmış kaz figürleri bulunuyor. Bu dikkat çekici kaz figürleri, Kars şehrinin mutfağında çok özel bir yemek olarak ikram edilen kaz etinin günümüzden binlerce yıl öncesinde de kaz kültürünün olduğunu göstermesi bakımından özel bir anlam taşıyor.

Kars mutfağı demişken, farklı etnik kökenlere ait insanların yaşadığı zengin bir kültürel mozaiğe sahip olan Kars'ın bu çok çeşitliliği elbette mutfak kültürüne de yansımış. Kentin sokaklarını gezerken, yöresel lezzetleri sunan ve her bütçeye hitap eden restoranlara rastlayabilirsiniz. Kars mutfağının en önemli yemeği olan kaz etini Hanımeli Restoranda yedik. Kars’ın kazı pek meşhur, ama ismi duyulmamış bir sürü leziz yemeği de var; Acem kavurması, hangel (mantı), evelik çorbası, ısırgan otu çorbası, umaç helvası, gafil konak tatlısı, piti kebabı (bozbaş), reyhane… Hepsi için burayı tavsiye edebiliriz, Kars’a özgü lezzetlerinin neredeyse hepsini bulabileceğiniz bir yer, mekanın sahipleri de çok misafirperver insanlar...


Kars bizce ülkemizde gidilecek en egzotik, en farklı yer olmaya aday. Kafkas kültürü ile harmanlanmış Kars’ın mimarisi, insanı, mevsimleri gibi mutfağı da bambaşka ve hazin şekilde baştan çıkarıcı. Burada bir Rus yerleşimi kurmak için bir Rus azınlığı olan Malakanlar buraya yerleştirilmiş. Kars ve gravyer kelimelerinin yan yana anılmasını Malakanlar’ın Kars’a hediye ettiği mandıracılık kültürüne borçluymuşuz. Kars’ın kaşarı, gravyeri, balı, tereyağı, ketesi ve kazı pek meşhur, paket yaptırıp memlekete götürmelisiniz. Kars'a Doğu Ekspresi ile geldiyseniz sizi Kars Garından yolcu edelim. Kars Garı, Ankara'ya gidecek Doğu Ekspresinin ilk durağı...

Gardaki bu eski trenin dili olsa da konuşsa... O meşhur türküdeki geciken, beklenen, belki de hiç gelmeyecek olan kara tren, bir zamanların doğu ekspresi belki de...

Ama bizim yolculuğumuz Kars'ta bitmiyor, yarın Ardahan'a doğru yola devam edeceğiz. Eğer sizin de zamanınız var ise Ardahan ve Artvin’in doğası akıllara zarar. Posof ya da Artvin Şavşat’a doğru devam edebilirsiniz.

8.Gün: Kars - 1 saat - Çıldır Gölü - 2 saat - Posof - 1 saat - Ardahan

Türkiye'nin kuzeydoğusunda yer alan Kars'ın komşuları Ardahan, Erzurum ve Iğdır. Eskiden Ardahan ve Iğdır’ın da bağlı olduğu Kars her anlamıyla en uç nokta: en uç soğuklar, en uç yaşam tarzları ve tabi ki en doğu ucu. Kars'a kadar gitmişken nüfustaki memleketimiz Ardahan Posof'a gitmemek olmazdı. Ardahan-Kars arası 89 kilometre, Ardahan-Posof arası 79 kilometre ve ikisi de arabayla yaklaşık 1 saat 15 dakika sürüyor. Kışın Posof’a giden yollar kardan kapalı olur, erişim olmazmış ama biraz ilerleme olmuştur diye umarak Posof’a gitmeyi deneyeceğiz.

İlk durağımız Çıldır Gölü, Ardahan-Kars yolu üzerinde yer alıyor. Yollar, tepeler, her yer göz alabildiğine buz. Arabanın kış lastikleri sayesinde normal yolda gider gibi sıkıntısız gidiyoruz. Ayağımız gaza gitmiyor, yol boyunca manzaralar öyle güzel ki...

Yazın kayıkla kışın kızakla üzerinde gezebileceğiniz Çıldır Gölü, mutlaka görmeniz gereken yerlerden biri. Çıldır Gölü, Ardahan ve Kars sınırları içerisinde yer alıyor ve 123 kilometrekare alanıyla Doğu Anadolu Bölgesinin en büyük tatlı su ve Van Gölünden sonra en büyük 2. gölü konumunda... Kışın Çıldır Gölü hele bir kalıp gibi donsun, işte o zaman başlıyor şenlikler. Kaymak, donmuş Çıldır Gölü'nü deneyimlemek için doğru zaman. Aralık gibi göl donuyor, Nisan’a kadar bembeyaz bir ufka dönüşüyor. Mart’ta buzun en kalın hali ama Ocak ve Şubat’ta soğuklar daha az ürkütücü. Biz Aralık'ta gittiğimiz için gölün en uç kısmı donmuştu, Yunus'un Yerinde durduk.

Çıldır Gölü’nün, Kars’ın, Ardahan’ın bu kış halleri bir harika. Ufuk çizgisine kadar dümdüz uzanan uçsuz bucaksız beyaz, uçsuz bucaksız maviye karışıyor. Sanki dünya sadece iki renkten ibaret. Sanki yürümüş yürümüş ve dünyanın bittiği yere gelmişiz. Çok mistik ve büyülü bir yanı var. Buraya macera yaşamaya geldik, ama beklenmedik bir huzur hissediyoruz. En büyük keyif Çıldır Gölü’ndeki hiçlik hissi ile başbaşa olmak...

Göl donmuş, üzeri karla kaplı. Sanki beyaz bir çöldeyiz. Buzların imparatorluğu Çıldır’da, göl donsa da, hayat suyun altında ve üzerinde devam ediyor.

Hava pırıl pırıl ve çok soğuk değil. Gölün üzeri dümdüz olduğundan bazen rüzgar esiyor. Rüzgar durunca da güneş sanki Antalya güneşine çıkmışsın gibi ısıtıyor, havanın eksi derecelerine rağmen...

Müthiş manzaralar, harika buz üzerinde atlı kızak sonrası Çıldır hayranlığımız tavan yapıyor. Masalsı bir gün yaşıyoruz. Buraya hayatının birkaç gününü ayırmış bizlere bu soğukların, hiçliğin, yabanıllığın büyüleyici gelmesi normal tabi. Bu duygularla yola devam ediyoruz. Göl etrafında birkaç tane tesis var, gölde tutulan sarı balık buranın meşhur lezzeti, yemek vakti olmadığı için biz yemedik. Yunus'un Yerinden sonra Günay'ın Yeri var, siz gölün donma durumuna göre istediğiniz yerde durabilirsiniz. Biraz daha ileride Kütük Ev diye bir yer var. 

Orada durup Çıldır Gölünün donmamış kısmını seyrediyoruz. Denizi andıran bu devasa su kütlesi, ortalama 2100 metre yükseklikte bulunuyor.

Çıldır Gölü’nden sonra Taşlıyarma Geçidini aşıp Ardahan'a doğru yol alıyoruz.

Gölün yarısını geçince Ardahan il sınırına da girmiş oluyoruz.

Gölün diğer tarafında Atalay'ın Yeri ve kıl çadırlar var, isterseniz buralarda da durabilirsiniz. Çıldır merkez göl kenarında değil, gölü arkamızda bıraktıktan sonra Çıldır tabelasını görüyoruz.

Meryem Geçidini aştıktan sonra Ardahan yolundan Posof'a doğru dönüyoruz.

Posof'a doğru giderken bitki örtüsü değişmeye başlıyor.

Posof'a gitmek için zorlu yollardan aşmamız gerekiyor, özellikle Ilgar Dağını... Bu dağ, Türkiye'de duble yolla geçebileceğiniz en yüksek geçitlerden birisini barındırıyor. Yılın ilk karı buraya yağarmış. Kasım ayından Nisan ayı sonlarına kadar karla kaplı olan dağın başından duman eksik olmazmış.

Biz geçerken de karla kaplıydı ama sis yoktu. Bembeyaz uzanan tepeler eşliğinde Ilgar Dağı Geçidini aştıktan sonra Posof'a doğru inişe geçiyoruz.

Tabi Ilgar Dağı zirvesindeki bal tadında buz gibi akan pınarından su doldurmayı unutmuyoruz.

Türkiye-Gürcistan sınırında yer alan serhat ilçesi Posof...

Hiç bilmediğimiz memleketimizdi Posof, bu bilmezliğe son verdik bu kış. Çok anlatılmıştı Posof, görünce anladık ki; anlatılacak bir yer değilmiş! Elbette bu dünya üzerinde yer alıyor, benziyor yeryüzüne, ancak öyle bir dokunulmamışlığı var ki, insan kendini dünyanın dışında zannedebiliyor.

Posof'un tam ortasında, otogarın yanında, tek minareli bir cami görüyoruz.

Posof Merkez Camisinin minberindeki kitabeye göre 1868 tarihinde inşa edilmiş. Cami, boyuna dikdörtgen planlı olup, kesme taştan yapılmış.

Posof çok güzel, köyleri ayrı bir güzel; burası Özbaşı köyü...

Köyde gezerken buranın meşhur hayvanı kazlarla karşılaşıyoruz. Kazlar serbest dolaşıyor, kendi bulduğu otları, tahılları yiyor. Kış gelip kar düştü mü toprağa, ilk karı yiyen kaz kesime alınıyor. Sonra da sofraların ziyafeti oluyor.


Posof’un kuzeyinde, Türkiye’deki en yoğun huş ormanı bulunuyor. Bölgede kayın olarak anılan huş ağaçlarına titrek kavak, gürgen ve fındık ağaçları da eşlik ediyor. Sonbahar ve kış aylarında huş ağaçları mutlaka görülmeli...

Kış aylarında hava erken kararıyor ve aynı saatte doğu, batıya nazaran daha karanlık oluyor. Eğer Posof'a karanlık çökmeye başlamamış olsaydı Türkgözü sınır kapısına kadar gidecektik ama önümüzde zorlu bir yol, aşmamız gereken bir Ilgar Dağı ve hava kararmadan gitmemiz gereken bir Ardahan vardı. Bir yaz mevsiminde de gelmek üzere Posof'a veda ederek yola çıktık. Kars’a gitmişken kesinlikle Ardahan’a, özellikle Posof'a geçip doğal güzelliklerini görmek lazım...

Biz Ardahan'a vardığımızda hava da kararmıştı. Artık yemek zamanı... Otele doğru giderken Kura nehri kenarında gördüğümüz Lezzet-i Kür'de mantı yedik. Her ne kadar annemizin yaptığı mantılar kadar güzel olmasa da karnımızı doyurduk. Yemekten sonra Kuzey Yıldızı Otele (204 TL) yerleştik ve günün yorgunluğunu çıkardık. Yarın güzel bir gün, açık bir yol bizi Artvin'e götürsün diye dileyip, dinlendik.

9.Gün: Ardahan - 4 saat - Rize

Sabah kahvaltıdan sonra Ardahan Kalesine gitmek için otelden ayrılıyoruz. Kafkasya üzerinden Anadolu'ya doğru hareket eden kavimlerin göç yolu olarak kullandıkları Ardahan bölgesi, zengin bir tarihsel ve kültürel birikime sahip. Özellikle Kura Nehrinin oluşturduğu derin, uzun ve ardışık vadilerin üzerinde veya yakınında yer alan kale ve kuleler, geçmişin izlerini günümüze taşıyan en önemli ayrıntılar arasında. Eski göç ve ticaret yollarının savunulması amacıyla kurulan bu yapılar, Ardahan'ın tarihteki rolünü yansıtıyorlar aynı zamanda...

Tarihi oldukça eskilere dayanan ve ilk inşa evresi kesin olarak bilinmeyen Ardahan Kalesi, Selçuklular tarafından yapılmış ve Osmanlılar döneminde sürekli kullanılmış. Kalede yapılan kazılarda elde edilen değişik medeniyetlere ait kalıntılar, yörede ilk Tunç çağından itibaren bir yerleşmenin varlığını ve bu bölgenin Urartu, Pers ve Araks gibi çeşitli krallıkların hakimiyetine girdiğini göstermiş.

Sultan Alparslan'ın 1068'de Ardahan'ı fethi ile kale içine mescit ve hamam yapılmış. Yavuz Sultan Selim zamanında Ardahan Osmanlı topraklarına katılarak Erzurum-Çıldır eyaletlerine bağlanmış. 1549 yılında Osmanlılar tarafından tamir edilen kale, 1555 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından yeniden inşa edilmiş. Kale mimari açıdan dikdörtgen bir plan düzenini esas almış. Klasik Osmanlı hisarları görünümündeki kalenin batıdaki ana girişi iki yandan kare planlı kulelerle desteklenmiş. Kalede batı kapısından başka 3 kapı daha mevcut; Kura nehrine açılan su kapısı, uğrun kapısı ve huruç kapıları...


Batıdaki büyük kapısı üzerinde Arapça bir kitabe bulunuyor. Kitabede "Arap, Rum ve Acem ülkelerinin deniz ve karalarının sahibi, padişahların padişahı Selim Han'ın oğlu Sultan Süleyman-ı azam namına yapılmıştır. Mülkü kıyamete kadar baki kalsın. Yapıldığı tarih: 1544" yazıyor.


Kalenin dikdörtgen plan oluşturan sur duvarları baştan başa kare tavanlı ve çokgen planlı 14 kule ile desteklenmiş. Kule köşelerinde düzgün kesme taş ve Horasan harcı kullanılmış. Kalenin dendanları, duvar örgü tekniği, çokgen kuleleri ve konumlandırılmış biçimi ile "Rumeli Hisarı"nı andırıyor.

Panoramik bir manzara sunan kaleden, Ardahan'ın Kura Nehri ile birleşen görüntüsü...

Ardahan coğrafyasında kuşkusuz Kura Nehri önemli bir yer tutuyor. Kura Nehri, Ardahan sınırları içerisinde menderesler oluşturur. Ardahan’dan geçerek Azerbaycan’a ulaşan Kura Nehri, orada Aras Irmağıyla birleşerek Hazar Denizine dökülür. 


Ardahan Kalesini gezdikten sonra artık Ankara'ya dönüş yoluna geçiyoruz. Bu yolu tek seferde almamız yorucu olacağı için önce Rize'de konaklayıp öyle dönmeye karar verdik. Rize'ye gitmek için Ardahan-Artvin sınırındaki Çam Geçidini aştıktan sonra Şavşat'a doğru inişe geçiyoruz.


Şavşat Kalesinin yanından geçip Artvin'e doğru yola devam ediyoruz.


Artvin'e uzaktan selam verip sahil yoluna doğru inişe geçiyoruz.


Daha önceki Karadeniz gezilerimizi ayrıntılı olarak anlattığımız için burada sadece birkaç manzara verip ayrıntıya girmeyeceğiz. Karadenizde Kış: Amasya, Trabzon, Rize, Merzifon yazımızı okuyabilirsiniz.

Karadeniz'de bir ortaçağ esintisi; Zilkale...


Kaçkarlar'ın heybetli esintisi; Palovit Şelalesi...

Karadeniz'in kışı ayrı, yazı ayrı güzel. Yazın hiçbir yerde görmediğiniz güzellikte ormanlar, kar suyuna doymuş şelaleler, fosforlu gibi göz alan yeşillikte yaylalar göreceksiniz. Karadeniz'in yazı güzel ama kışı da gerçek ötesi bir deneyim. Bembeyaz uzanan tepeler, muazzam çam ormanları... Bu gezimizde Rize Ayder’e de gittik ama hayal kırıklığı oldu. Kar olmaması ve yol çalışması yapılması sebebiyle her yer çamur içindeydi. Maalesef tavsiye edemeyeceğiz. Kışın gidecekseniz mutlaka kar yağarken gidin.

İlber Ortaylı’nın bir şehri gezme üzerine verdiği tavsiyelere göre; bir şehri ilk defa görüyorsanız bir dakika bile dinlenmeyeceksiniz. Yürüyeceksiniz. Gençseniz ve bir şehirde gönlünüzce yürümüyorsanız orayı gezdiğinizi söyleyemeyiz. O şehir hakkında her fırsatta okuyacaksınız hatta şehir gezerken bile okuyacaksınız. 20 saat geziyorsanız mesela 2 saat de okuyacaksınız. Gezi sırasında okuyacaksınız. Harita bakacaksınız, fotoğraf çekeceksiniz, not tutacaksınız. Müzeleri gezeceksiniz ama mutlaka çarşıya pazara da karışacaksınız. Bunları görmeden o çevreyi tanıyamazsınız. Güvenliği hesaba katarak şehri gece de gezin. Gece bir şehrin güzelliğidir. Bir şehre ilk defa gidiyorsanız çok yoğun bir program yapacaksınız illa ki yorulacaksınız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder