3 Mart 2018

Ankara'nın Manevi Mimarı: Hacı Bayram-ı Veli


Ankara ile ilgili kanaatlerin genellikle Ankara’nın yapaylığı, tarihî bir yönünün olmadığı ve her yönüyle soğukluğu yönünde olması, esasında Ankara’ya sadece yüzyıllık bir perspektif ile bakıyor oluşumuzdan ileri geliyor. Bu yaygın kanaatin haksız olduğu söylenemez, hatta başkent olmazdan evvel Ankara’nın, hele bir de İstanbul ile kıyaslandığında silik, sönük bir Anadolu kasabası görüntüsü inkâr edilemez. Ancak, Ankara başkent olmasının ötesinde, Selçuklu ve Osmanlı'nın merkez şehirlerinden biridir. Ayrıca, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’inde de dikkat çektiği gibi Ankara, “destanî ve muharip” kimliğini bilhassa İstiklal Harbi yıllarında, hem coğrafî özellikleri ile hem de merkeziliği bakımından kazanmış bir şehirdir. Anadolu’nun orta yerindeki bu beldenin yüzyıllar öncesine uzanan, önemli işlevleri olan manevî bir merkez olması da göz ardı edilmemeli...

Ankara’nın durgun bir mahzunluğu vardır... Savaş Barkçin'in dediği gibi Ankara bir bozkır şehri olarak, yani tefekkürü kamçılayan sonsuz ve yalın boşluğun bir parçası olarak daima insana tevazu hissettirir. Fakat bir İstanbul kadar enerji vermez insana veya bir Konya kadar kuşatıcı değildir. Ama kendi halinde, mahzun bir yalnızlığı bahşeder. Bunun için Ankara, kendini ve Rabbini düşünen birisi için müthiş bir halvethanedir aynı zamanda... İnsan; kimse bilinmeden, kimseyi bilmeden, kendi halinde içini yeşertebilir bu bozkırda... Ankara memur şehri olduğu için burada tevazu bir mecburiyettir bir yandan...

Hacı Bayram-ı Velî, Ankara’nın soğuk yüzünün arkasında, derinlerde saklı bir hazine olarak manevi sıcaklığını asırlardır hissettiren bir ocak olma hükmünü hâlâ sürdürüyor. Hacı Bayram-ı Velî Camii, Ankara gibi elbette bizim de merkezimiz... Bunca gürültünün arasından sıyrılıp Ankara'nın kalbi Hacı Bayram-ı Veli'yi bulunca rahat bir nefes alıyor insan. Ne zaman onu ziyaret etsek içimizi bir huzur kaplıyor...



Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri, 1352 yılında Ankara'nın Çubuk çayı üzerindeki Zülfadl (Solfasol) köyünde dünyaya gelmiş. Hacı Bayram-ı Veli’nin gerçek adı Numan bin Ahmet... Bir gün medreseye birisi gelerek; “İsmim Şüca-i Karamani'dir. Hocam Hamidüddin-i Veli'nin selamı var. Sizi Kayseri'ye davet ediyor. Bu vazife ile huzurunuza geldim.” demiş. O da, Hamidüddin ismini duyunca; “Baş üstüne, bu davete icabet lazımdır. Hemen gidelim...” diyerek müderrisliği bırakmış. Birlikte Kayseri'ye yönelmişler ve Somuncu Baba diye bilinen Hamidüddin-i Veli ile Kurban Bayramında buluşmuşlar. O zaman Hamidüddin-i Veli; “İki bayramı birden kutluyoruz!” demiş ve ona ‘Bayram’ lakabını vermiş.

Küçük yaşından itibaren ilim tahsiline başlayan Hacı Bayram-ı Veli; tefsir (Kur'an yorumu), hadis (Peygamberimizin sözleri), fıkıh (İslam hukuku) gibi dini ilimlerin yanında, zamanın fen ilimlerinde de yetişerek Ankara'daki Melike Hatun Medresesi'ne müderris olmuş. Velinin eserlerini Türkçe yazması, Anadolu’da Türkçe kullanımını önemli şekilde etkilemiş… Hatta Farsça olan kitapları, talebelerinin daha kolay anlamaları ve öğrenmeleri için Türkçe'ye çevirtmiş...

Somuncu Baba ile hac dönüşünden sonra bir müddet Aksaray'da kalmış, buradan Darende'ye gelmişler. Buralarda tasavvuf yolunda büyük mertebeler katetmiş. 1412 yılında hocasının; “Halifem, vekilim sensin.” emri üzerine, bu ağır görevi üzerine almış. Aynı yıl hocasının ölümünde, onun defin işleriyle meşgul olup cenaze namazını kıldırmış. Ankara'ya gelerek Halvetiliğin bir kolu olan Bayramiyye tarikatını kuran Hacı Bayram-ı Veli'nin ismi, vaaz, ders ve irşatları ile Ankara sınırlarını aşmış, her tarafta anılmaya başlamış.

Durmadan talebe okutmaya, kuvvetli ilim ve hitabetiyle insanları Hakk'a davete devam eden Hacı Bayram-ı Veli, dervişlerine alın teriyle kazancın önemini anlatmış, onlarla birlikte çiftçilikle de uğraşmış.

Hayatını okuduğunuzda Hacı Bayram-ı Veli'nin topluma ve dünya hayatına da bakışını anlayabilirsiniz. Ona göre toplum iki ana kesime ayrılıyormuş: Zenginler ve yoksullar. Bu iki grubun arasında köprü kurulması ve yoksulların sosyoekonomik güvenliğinin sağlanması görevini, yaşadığı dönemde Hacı Bayram-ı Veli gerçekleştirmiş. Mübarek aylarda müritleriyle beraber Ankara'nın ticari merkezlerinde dolaşır, dükkân sahiplerinden isteyenler zekât ve sadakalarını dervişlerin taşıdığı büyük bir torba içine atarlarmış. Bu paralar bir yardım sandığında toplanır; kimsesiz yaşlılara, dul bayanlara, öksüzlere, evlenemeyecek kadar fakir genç kızlara ve erkeklere, kitap alamayacak kadar fakir öğrencilere, kısacası tüm ihtiyaç sahiplerine dağıtılırmış... Günümüzdeki sosyal yardımlaşma organizasyonlarının temeli de bundan altı asır önce Hacı Bayram-ı Veli tarafından atılmış...

Cami ilk yapıldığı yıllarda yani 1400’lerde, Hacı Bayram-ı Veli etrafına toplanan talebeleriyle beraber kendilerine yetebilecek bir yere, bir dergâh inşa etmeye karar vermiş... Hristiyanlar için kutsal bir mekân kabul edilen Augustus Tapınağını yıkıp yıkamayacakları sorulunca, bu tapınağa dokunulmamasını söylemiş... Dolayısıyla cami ve tapınağın duvarlarını birleştirmiş... Bu tapınak hala duruyor. Caminin hemen arka tarafındaki havuzun önünden hem tapınağı, hem de camiyi çok rahat görebilirsiniz...

Bu veli zat, bizlere günümüzden altı yüz yıl evvelinden hoşgörü ve saygısıyla, insanlık dersi vermeye devam ediyor... Aynı mekanda Augustus Tapınağı ve hipodrom kalıntılarının olması da tesadüfi değil bu yüzden. Bereket Tanrıçası Kibele’nin adı geçiyor aynı mekanda… MÖ 25’lerin Roması… Roma, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin izlerini peş peşe sürebileceğiniz bir başkent Ankara…


Cami ilk yapıldığında taş kaideli, tuğla duvarlı ve kiremit çatılı bir yapıymış. İlerleyen dönemlerde yapılan onarımlar nedeniyle ilk hâlini kaybetmiş... Caminin harime sonradan eklenen ikinci kademesinin güney yüzünde, alt ve üst pencerelerin ve iki alt pencerenin arasına, yeşil sırlı tuğlalarla bir satır hâlinde celi sülüs ile kelime-i tevhit yazılmış.

Ayrıca burada ilk yapıdan kalan ve zemin altında bulunan dört adet çilehane varmış... Çilehane, Allah rızasını kazanmak düşüncesiyle belli bir adap çerçevesinde mescitte kalınan bir yer. Eğer görmek isterseniz çilehane, Ramazan ayının son on günü ziyarete açılıyormuş... Hacı Bayram-ı Veli ve talebeleri de burada ibadet etmişler. Fatih Sultan Mehmet Han’ın hocası olan Akşemsettin’in de, Hacı Bayram’ın öğrencisi olduğunu hatırlatalım. Osmanlı Sultanları; 1. Murat Han, Yıldırım Bayezid Han, Çelebi Mehmet Han ve 2. Murat Han devirlerini idrak eden Hacı Bayram-ı Veli'nin bir müddet Yıldırım Bayezid'in sarayında bulunduğu da bilinmektedir. 

Bir rivayete göre Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u fethedeceğini, babası 2. Murat'a Hacı Bayram-ı Veli bildirmiş. Bayramilik ve şeyhi ile ilgili haberler kendisine de ulaşan 2. Murat, Hacı Bayram-ı Veli'yi Edirne'deki sarayına getirtmiş. Baş başa yaptıkları sohbetleri sırasında onun manevi liyakat ve kerametlerini görünce, kendisine fevkalade hürmet göstermiş. İstanbul'un fethinin beşikteki oğlu Sultan Mehmet'e nasip olacağı müjdesini alarak tekrar Ankara'ya göndermiş.

Hacı Bayram-ı Veli hakkında anlatılan onlarca rivayet ve kıssa var. Onlardan biri olan Hacı Bayram-ı Veli’nin samimiyet testi ve meydanı boşaltan müritlerinin hikayesi de şöyle:
Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri, Sultan 2. Murad'ın ve Osmanlı halkının sevip saydığı manevi önderlerden birisi idi. Hükümdarın Hacı Bayram'a saygısı o derece büyüktü ki ona mürit olanlardan vergi almıyordu. 
Ama gelin görün ki bütün Ankara halkı Hacı Bayram'ın müridi olduğunu iddia ediyordu. Ankara'da kimden vergi istense "Ben Hacı Bayram'ın müridiyim" deyip işin içinden sıyrılıyordu. Bu durum hükümdara yansıtıldı. Hükümdar Hacı Bayram'a bir mektup gönderip, "Gerçek müridlerinizin sayısını bana bildiriniz, sizin bildirdiğiniz herkes vergiden muaf tutulmak üzere kabulümdür" dedi.
Hacı Bayram-ı Veli devletine saygılı bir maneviyat büyüğü olarak kendisine bağlılığın kötüye kullanılmasından zaten muzdarip idi. Bunun üzerine "Bütün müridlerim falan gün, falan meydanda toplansınlar" diye Ankara'nın her yerine haber saldı.
O gün hemen bütün Ankara halkı şeyhlerinin davetine uyarak bildirilen yere akın ettiler. Hacı Bayram-ı Veli bir tepeciğe kurdurduğu siyah kıl bir çadırdan çıkarak kalabalığa sordu: 
"Beni seviyor musunuz?" 
Kalabalık hep bir ağızdan karşılık verdi: 
"Elbette seviyoruz." 
"Bana yürekten bağlı mısınız? İstesem benim için canınızı verir misiniz?" 
Kalabalık cevap verdi: 
"Canımız senin yoluna feda olsun..." 
Hacı Bayram-ı Veli bunun üzerine "Öyleyse bugün benimle beraber olanlar şu çadırın içinde kurban edilerek bağlılıklarını gösterecekler. Şimdi sırayla buyurun çadıra." dedi. 
Kalabalıktan bir kişi çıktı. Hacı Bayram-ı Veli onu çadıra aldı. Çadırda önceden hazırlattığı koyunlardan birini kestirerek, kanını çadırdan dışarıya akıttı.
Bunu gören binlerce mürit çadıra giren adamın gerçekten kurban edildiğini sanarak ürperdiler. 
Hacı Bayram-ı Veli dışarı çıktı, "Bir kişi daha gelsin" dedi. Bir adam daha çıktı. Onu da çadıra alıp aynı işlemi yaptı.
Sonra dışarı çıktı ve bir kişi daha istedi. İşin şakaya gelir yanı yoktu. Çadıra giren bir daha çıkmıyordu. Kendi arasında mırıldanan halkın sesi ile meydan kaynıyordu. Yine de bir hanım ileri çıktı. Hacı Bayram-ı Veli onu da çadıra aldı. Aynı olay tekrarlandı.
Dördüncü defa Hacı Bayram-ı Veli kurbanlık isteyince herkes "Bu adam delirmiş. Canımıza kastı var. Aman kaçıp kendinizi kurtarın! Yazıklar olsun! Müridin olmaz olaydık." diye kaçışarak meydanı tamamen boşalttı. Etrafta kimse kalmadı.
Bunun üzerine Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri hükümdara kaç müridi olduğunu yazılı olarak bildirdi:
"Sultanım, vergiden affedilmek üzere bana samimiyetle bağlı gerçek müritlerim iki er kişi ile bir hatun kişiden ibaret üç kişidir."

Bayramiyye yoluna akın eden onbinlerce Hak aşığının gönlüne irşat ateşi yakarak 15. yüzyıl mutasavvıflarının kudretli temsilcisi olan Hacı Bayram-ı Veli'nin yetiştirdiği meşhur şahsiyetler arasında; damadı Eşrefoğlu Abdullah Rumi, Fatih Sultan Mehmet'in hocası Akşemseddin, Bıçakçı Ömer Efendi, Göynüklü Uzun Selahaddin, Yazıcızade Muhammed ve Ahmet Bican kardeşler, İnce Bedreddin, Hızır Dede, Akbıyık Sultan ve Muhammed Üftade Hazretleri bulunmaktadır.

Anadolu'nun manevi çehresinin şekillenmesinde çok büyük emeği geçen Hacı Bayram-ı Veli, ömrünün sonuna kadar İslamiyet’i yaymak için çalışmış ve 1430 yılında Ankara'da vefat etmiş. Vefatından sonra Bayramiye yolunu, talebelerinden Akşemsettin ve Bıçakçı Ömer Efendi devam ettirmişler. 

Hacı Bayram-ı Veli kendi adı ile anılan caminin avlusundaki türbesine defnedilmiş. Caminin hemen bitişiğinde yer alan türbesi, her gün yüzlerce ziyaretçi ağırlıyor. Hele hele dini ve özel günlerde insan akınına uğruyor. Kabrini ziyaret edenler, Hacı Bayram-ı Veli'yi vesile ederek yaptıkları duaların kabul olunmasını Cenab-ı Hak'tan niyaz ediyor... Buralara kimisi taa uzaklardan geliyor, kimisi de yıllardır burnunun dibinde olduğunu bildiği böyle bir gönül sultanını ziyaret edemiyor... Her şey “nasip” işi...  

Eskilerin, "Şerefü`l-mekân bi`l-mekîn" sözü meşhurdur. Yani bir yerin şerefi, oradaki insanlardan gelir; orada yaşamışlar veya yaşayanlarla artar ya da eksilir. Ankara da misafir ettiği büyükler sebebiyle mühimdir, ziyaret edilmelidir, bilinmelidir. Allah bizleri büyüklere karşı vefakârlardan eylesin. Yemek yeyince karnımızın doyduğu gibi, bu manevi sultanları ziyaret edince de ruhumuz doyuyor sanki... Eğer yolunuz düşerse Hacı Bayram-ı Veli Camii’ni ve türbesini ziyaret ederek onun manevi ikliminden faydalanmanızı muhakkak tavsiye ederiz... Hacı Bayram gezimizin sonuna gelirken, Hacı Bayram-ı Veli’nin güzel deyişleriyle tamamlayalım:
“Ayıp ve kusurlarını gördüğünüz arkadaşlarınızın, komşularınızın, sırlarını ifşa etmeyiniz; çünkü gördüğünüz bu sırlar, size emanettir. Emanete hıyanet ise, çirkin bir harekettir. Emaneti koruyunuz.”
“Hiçbir günahı küçümsemeyin, çok çalışın. Boş gezenler, zengin bile olsa, arkadaşları şeytan, kalpleri şeytanın konağı olur.”

Hacı Bayram-ı Veli Cami avlusunda esen rüzgar yüzümüzü Ankara Kalesine çeviriyor. Ay yıldızlı sancağımızın dalgalandığı Ankara Kalesi'ne bakıyoruz, aynı rüzgar esip duruyor tam Hacı Bayram Külliyesinin bahçesinde… Hacı Bayram'ın komşusu Ankara Kalesi, Ankara'ya egemen bir tepe üzerinde kurulmuş. Hititlerden bu yana hep aynı yerde bulunan, Romalılar, Bizanslılar ve Selçuklular dönemlerinde birçok kez onarılan Ankara Kalesi, tepenin yüksek bölümünü kaplayan iç kale ve çevresini kuşatan dış kaleden oluşuyor. Eski Ankara şehrini çeviren dış kalenin 20'ye yakın kulesi var...

Ankara’nın incisi Hacı Bayram-ı Veli Camii ve türbesinin etrafını çeviren ahşap konaklar ve eski Ankara evleri ile burası tipik bir Osmanlı mahallesi... Restore edilen evler, çeşitli vakıf ve derneklere tahsis edilerek güzel organizasyonların yapılması sağlanıyor.

Bu yapılardan bir vakıf binasının kapısı dikkatimizi çekiyor...


Bir dönem Ankara, kadim kimliğinden kopartılmak ve adeta camisiz hale getirilmek istenmiş. Osman Yüksel Serdengeçti’nin “Mabetsiz Şehir” dediği Ankara’da göze çarpan Kocatepe, Hacı Bayram, Maltepe camileri ilk akla gelecek örnekler ve bu sayı çok da fazla artmaz. 1959 senesinde tamamlanan Maltepe Camii rahmetli Menderes’in, 20 yıllık bir çabanın sonucu 1987’de açılan Kocatepe Camii de rahmetli Özal’ın bir eseri... Yaklaşık 3000 civarında caminin bulunduğu ve Türkiye’nin en çok camiye sahip illerinden olan Ankara’da şaşırtıcı olan ise bu camilerin hatırı sayılır bir kısmını yeraltı camilerinin oluşturması... Bu yeraltı camilerinin büyük bir kısmı bina ve apartman girişlerinde ya da zeminlerinde olsalar da sanayi sitelerinde, alışveriş merkezlerinde, fakülte binalarında, metro istasyonlarında da çok fazla örneğini görüyoruz.

Cahit Zarifoğlu, Yaşamak adlı şaheserinin Ankara ile ilgili bölümünde, Ankara’nın yeraltı camilerini şu şekilde anlatmış: “Ankara’da mescidler, camiler yerin altındadır. Apartmanların en altındadır. Minareleri yoktur. Bazılarının dışarıda, hiçbir alameti olmadan, kuru bir hoparlörü vardır. Ezan, görünmeyen bir camiden, yerin altındaki bir müezzinden çıkarak bu hoparlörden duyulur. Ankaralının namazı yerin altında kılınır.” 

Zarifoğlu’nun anlattığı gibi Ankara’da gerçekten çok yakınına gelmeyince cami olduğu anlaşılmayan yeraltı camileri var, hem de sayısız. Ankara'nın mescitleri binaların en kör noktalarına hapsedilmiş. Bir başkente asla yakışmayan, yer altı camileri uzun yıllar Ankara'nın kaderi olmuş. Bugünlerde ise artık göğe doğru yükselen minareleriyle camileri ve yapılmakta olan cami inşaatlarını görebiliyoruz. Yakın zamanda ibadete açılan Melike Hatun Camii ve çevre düzenlemesi, temizliği ve genişletme çalışmaları sonrası cemaatine kavuşan Hacı Bayram-ı Veli Camii de bulundukları bölge itibariyle çok önemli bir boşluğu dolduruyorlar. Ulus'un çehresini değiştiren ve çevre düzenlemesiyle başkente yeni bir meydan kazandıran proje kapsamında yaptırılan Melike Hatun Camii, Osmanlı mimarisinin izlerini taşıyor.

Hergelen meydanında, Cumhurbaşkanımızın talimatıyla 4 yıl önce yapımına başlanan, 7 bin kişinin aynı anda namaz kılabileceği Melike Hatun Camii ve Kültür Merkezi 27 Ekim 2017 Cuma günü açıldı. Caminin altında, bin kişilik kongre salonu, fuaye alanı ve otopark yer alıyor...

Melike Hatun halk arasında Sultan Hatun olarak biliniyor. En eski tahrir defteri kayıtlarına göre Melike Hatun 14. yüzyılda yaşamış. Kendisi de aslen Ankaralı olan Melike Hatun’un kabri Taşçılar Sokak’ta, yine şahsına ait vakıf bahçesinde bulunuyor. Varlıklı bir aileden gelen ve büyük tasavvuf ehli olan Melike Hatun, Ankara’da birçok cami, medrese, hamam, çeşme ve bahçe yaptırmış. Bu eserlerin en önemlileri Hatuniye Mescidi, Melike Hatun Medresesi, bir diğer adıyla Kara Medrese, İnebey Subaşı Hamamı... Ankara taşından inşa edildiği için halk arasında Kara Medrese olarak bilinen Melike Hatun Medresesi, Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin müderrislik yaptığı Ankara’nın en eski medresesidir...

Caminin süslemesinde İznik çinisi kullanılmış. Caminin kubbe çapı 27 metreyi, yüksekliği ise 43 metreyi buluyor.


Şol Melike Hatun ismiyle müsemma hem zarif
Hassa-i tayyible bünyad oldu ma'bedi münif
Böyle ma'bed şol cihane "bir" gelür tarih içün
"Ankara'nın kusi ma'bedi bu cami'-i şerif"


Şimdiki durağımız Ankara Etnografya Müzesi, Ankara'da gezilecek yerler listemizdeki en önemli müzelerden biri. Atatürk Bulvarından geçerken bu güzel binayı mutlaka görmüşsünüzdür. Ankara’nın en görünür tepesinin üzerine inşa edilen müze kolaylıkla görülebiliyor, ancak müzeye Talatpaşa Bulvarı üzerinden giriş yapılıyor. Kurtuluş Savaşında cuma namazlarının kılındığı, eski adı Namazgâh Tepesi olan yerde, Müslüman mezarlığı olan tepede kurulmuş. Bu tepe, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 15 Kasım 1925 tarihli Bakanlar Kurulu kararı gereğince, Milli Eğitim Bakanlığına müze yapılmak üzere bağışlanmış. 1930'da ziyarete açılmış. 1938'den 1953'e kadar Atatürk'ün naaşı Anıtkabir'e nakline değin burada kalmış. 1956'da tekrar müze olarak ziyarete açılmış. Yapının mimarı Cumhuriyet döneminin önemli mimarlarından Arif Hikmet Koyunoğlu...

Kurtuluş Savaşı döneminden kalma eserlerin de sergilendiği müze, Selçuklu devrinden günümüze kadar devam eden Türk sanatının pek çok önemli eserini bünyesinde barındırıyor. Mesela aşağıdaki fotoğrafta görülen bir Hilye-i Şerif tablosu. Hilye, süs ve güzellikler demek. Peygamberimizin görünüşünü, hal ve hareketlerini, ahlakını anlatan manzum veya nesir halindeki yazılara, kitaplara ve tablolara hilye-i şerif veya hilye-i saadet deniyor. 1885 yılına ait bu Hilye-i Şerif, Hattat Ali Rıza Efendi tarafından yapılmış. Sultan 5. Mehmet Reşat'ın İstanbul Yenikapı Mevlevihanesine hediyesiymiş. Yenikapı Mevlevihanesinden, İstanbul Müzesi vasıtası ile 1934 yılında Ankara Etnografya Müzesine getirilmiş. Şimdiye kadar gördüğümüz en büyük ve en güzel Hilye-i Şerif diyebiliriz, hatta bu sanat eseri ile ilgili bir makale bile yazılmış.


Müzede, Selçuklu ve Beylikler dönemine ait nadide ahşap eserler de sergileniyor.
Mesela, Hilye-i Şerif'in karşısında yer alan Hacı Bayram-ı Veli türbesinin kapısı...


Türk ağaç işçiliğinin en güzel örneklerinden, Ürgüp'ün Damsa Köyü Taşhur Paşa Camii mihrabı...


Bu müzede, ahşabın güzelliğine şahit olacağınız daha çok eser var ama hepsini burada paylaşmamız mümkün değil, şimdi veda vakti... Müze önünde, at üstünde duran Atatürk heykeli bulunuyor. 1927 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yaptırılmış.


Etnografya Müzesinden ayrılıp hemen yan binadaki Resim ve Heykel Müzesine geçiyoruz. Burası da Ankara'da görülmesi gereken müzelerden biri, üstelik ücretsiz...

Hemen yanındaki Etnografya Müzesi‘nin mimarı olan Arif Hikmet Koyunoğlu tarafından 1927 yılında Türk Ocakları Merkez Binası olarak projelendirilerek temeli atılan ve 1930 yılında tamamlanan tarihi binanın restore edilmesi sonucu, Resim ve Heykel Müzesi 1980 yılında faaliyete geçmiş. Aynı zamanda heykel müzesi olmasına rağmen, daha çok resim müzesiymiş gibi düşünürseniz gönül rahatlığıyla gezebilirsiniz.


Müzenin önemli bir odası, şark köşesi olarak düzenlenmiş Türk salonu. Bu salon, eski Ankara evleri incelenerek tasarlanmış. Erken Cumhuriyet tarihindeki mobilyalarla dolu. Mobilyaların ve koltukların Atatürk tarafından kullanıldığını gösteren fotoğraflar ise duvarları süslüyor.

En çok cami resimleriyle tanınan Şevket Dağ tarafından yapılan Hacı Bayram-ı Veli Cami tablosu...


Resim ve Heykel Müzesinden sonra dönüş yolculuğuna geçiyoruz.

Bu yazıyı da Hacı Bayram-ı Veli’nin "N'oldu Bu Gönlüm" dizelerini emanet alarak bitirelim:

N'oldu bu gönlüm n'oldu bu gönlüm 
Derd-ü gamla doldu bu gönlüm 
Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm 
Yanmada derman buldu bu gönlüm 

Yan ey gönül yan, yan ey gönül yan! 
Yanmadan oldu derdine derman 
Pervane gibi, pervane gibi 
Aşk ateşiyle yandı bu gönlüm 

Gerçi ki yandı, gerçeğe yandı 
Rengine aşkın, cümle boyandı 
Kendinde buldu, kendinde buldu 
Matlubunu hoş buldu bu gönlüm

Sevad-ı a'zam, sevad-ı a'zam 
Belki oluptur arş-ı muazzam, 
Mesken-i canan, mesken-i canan 
Olsa acep mi şimdi bu gönlüm? 

El fakru fahri, el fakru fahri 
Demedi mi ol alemler fahri? 
Fakrını zikrin, fakrını zikrin 
Mahv-u fenada buldu bu gönlüm 

Bayram'ım imdi, Bayram'ım imdi 
Bayram edersin yar ile şimdi 
Hamd-ü senalar, hamd-ü senalar 
Yar ile bayram kıldı bu gönlüm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder