11 Nisan 2019

Sur ve Sır: Diyarbakır

Güneydoğu’nun en gelişmiş şehirlerinden biri olan Diyarbakır, binlerce yıllık tarihi ve mistik atmosferi ile gezginlerin sıklıkla uğradığı yerlerden biri... Tarihi MÖ 7500 yılına dek uzanan Diyarbakır, tarih boyunca Hurriler, Hititler, Asurlar, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Selçuklular ve Osmanlılar gibi pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış.

Dinlerin ve medeniyetlerin buluştuğu, nebiler, sahabeler ve krallar kenti Diyarbakır, sayısız manevi hazineyi de topraklarında barındırıyor. Tarihte, Diyarbakır surlarının dört yöne açılan dört kapısında (Mardinkapı, Urfakapı, Dağkapı, Yenikapı) birer hamam ve han bulunuyormuş. Diyarbakır'ın manevi iklimine gelen ziyaretçiler, abdest alıp kente abdestli girdikleri için Diyarbakır abdestsiz girilmeyen kent olarak anılıyormuş.


Kentler genellikle barındırdıkları değerli yapıları ile simgelenir. Dünyada insanlık tarihi boyunca en köklü, en büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış az sayıdaki şehirlerden biri de Diyarbakır. Binlerce yıl öncesine dayanan tarihi ile çeşitli medeniyetlere merkezlik yapan bu kadim kentte, değeri yüksek birçok yapı yer alıyor.

Yüzyıllar boyunca pek çok kültüre ev sahipliği yapmış olan Diyarbakır'da gezilecek yerler bir hayli fazla; tarihî evler, camiler, medreseler, müzeler, kaleler, köprüler, çarşılar, hanlar...

Diyarbakır mimari yönden ilginç ve değerli eserlere sahip bir kent. Bu eserlerden biri de hanlar. Diyarbakır, tarihi İpek Yolunun merkezlerinden olması sebebi ile önemli hanlara sahip. Bunların başında Sülüklü Han, Deliller Hanı ve Hasan Paşa Hanı geliyor. 

Diyarbakır'a gelince herkesin uğrak yeri olan ve kentle özdeşleşen tarihi Hasan Paşa Hanı, mimarisi ve havasıyla misafirlerinde ayrı ve kalıcı bir etki bırakıyor.

Ulu Cami'nin doğu girişinin karşısındaki han, şehrin 3. Osmanlı Valisi Vezirzade Hasan Paşa tarafından 1573'de yaptırılmış.

Hasan Paşa Hanı, eskiler için konaklama yeriyken, şimdilerde kahvaltı yapabileceğiniz kafelere ev sahipliği yapıyor. Biz de burada yaptığımız Diyarbakır kahvaltısından sonra gezimize başlıyoruz.


Diyarbakır'da gezilecek yerler dendiğinde öncelik tarihi yapılardadır. Bu tarihi yapılardan ilki kesinlikle Ulu Cami olacaktır. Bu yüzden ilk önce sur içindeki Ulu Cami ile başlıyoruz bölgeyi gezmeye. İslam tarihinin Anadolu’da kurulan en eski camilerinden olduğuna inanılan Ulu Cami, erken İslam dönemindeki ünlü Şam Emeviye Camii’nin Anadolu’ya yansıması olarak yorumlanıyor. İslam aleminde Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa, Şam Emeviye Camiinden sonra beşinci Harem-i Şerif (kutsal mabed) kabul edilen Ulu Camii, 639 yılında Diyarbakır’a egemen olan İslam ordusu tarafından şehrin merkezindeki en büyük mabed olan Martoma Kilisesinin camiye çevrilmesiyle oluşturulmuş.

Tarihin her döneminde ibadet merkezi olarak kullanılan tarihi Ulu Camii, Diyarbakır’daki en büyük yapılar topluluğu. İki cami (Hanefiler ve Şafiler bölümü), iki medrese (Mesudiye ve Zinciriye), doğu-batı maksuresi, minare, abdesthane kısımlarından oluşuyor. Bu külliyenin ortasında, büyük dikdörtgen bir avlu bulunuyor. Camiye giriş, üç ayrı yerden sağlanıyor. Ana giriş kapısı, bizim de giriş yaptığımız doğudaki kapıymış.


Ana giriş kapısının iki köşesinde, aslanla boğa mücadelesini simgeleyen ve simetrik olarak işlenmiş kabartma bir figür bulunuyor.

İki hayvanın mücadelesini konu alan ana giriş kapısı, oldukça geniş açıklıklı bir kemer şeklinde avluya açılıyor.

Avlu içerisinde yer alan sekizgen planlı şadırvan, sekiz adet sütun üzerine oturtulmuş. Osmanlının son döneminde 1849 yılında yapılmış. Şadırvanın ortasında sekizgen bir su havuzu yer alıyor. Şadırvan havuzunun üst kısmı geometrik şekilli ahşap malzeme ile kapatılmış. Şadırvanın tavanı da ahşap olup dış yüzeyi, kurşun levhalarla kaplı bir külahla örtülmüş.


Şadırvanın yanında namazgâh yer alıyor. 18. yüzyılda, Osmanlı döneminde yapılmış. Namazgâh kare planlı olup, kenar ve köşelerine dikilmiş sekiz mermer direk üzerine oturan ahşap bir külahla kapatılmış. Mermer direklerin kıble tarafına gelenlerden ortadakine sade bir mihrap yapılmış. Namazgâhın tabanı taş döşemeli. Ahşap tavanı, düz ve sade bir biçimde yapılmış.

Cami dikdörtgen şeklinde planlanmış ve çok sütunlu...

Yapının içinde orta bölümün ahşap tavanı kalem işleriyle süslenmiş.

16. yüzyılda şehre gelen Evliya Çelebi, Ulu Cami'den şu şekilde bahseder: "Kale her kimin eline geçmiş ise, bu mabed, yine mabed olarak kalmıştır. İçinde öyle ruhaniyet var ki bir kimse iki rekât namaz kılsa, kabul olunduğuna kalbi şahitlik eder. Halebîn Ulu Camii, Şam'ın Emevi Camii yahut Kudüs'ün Mescid-i Aksası, Mısır'ın Ezher Camii, İstanbul'un Ayasofya'sıdır. Kiliseden çevirme olduğuna delalet eden nice bir alamet var. Çünkü minaresi dört köşedir ki, eski kilise iken çan yeri imiş. Minber, mihrabı eski tarzdır. Caminin içi avize ve kandillerle süslüdür."

Diyarbakır’a gelen yerli ve yabancı turistlerin ilgi odağı olan Ulu Camii ile ilgili çok sayıda hikaye ve efsane de anlatılıyor. Bunlardan biri de yılan hikayesi... Bir zamanlar Ulu Camii civarında, Allah’ın veli kullarından biri yaşarmış. Bir gün Ulu Camii avlusunda, seccadesini yere serip namaz kılarken İblis yılan kılığında gelip veli kulun boynuna dolanmış ve namaz kılmasını engellemek istemiş. Ancak tam o esnada, yılan bir demir parçasına dönüşmüş ve Ulu Camii’nin taşlarının arasına ibret olsun diye yerleştirilmiş. Bu yılan günümüzde, Ulu Caminin ana kapısının avluya bakan kısmında yer alıyor. Ulu Camiye gelen ziyaretçiler, bu yılan ve efsanesinden pek haberdar değil. Demir yılan ve Ulu Camide kullanılan taş malzemenin rengi birbirine çok yakın olduğu için pek fark edilemiyor.

Ulu Camii, Diyarbakır'ın fethinde sahabe-i kiram efendilerimizin saf tutup cemaatle namaz kıldıkları bir mekan. Mevlana Halidi Bağdadi Diyarbakır'a geldiğinde, namaz kılmak için camiye girmiş ve hemen çıkmış. Soranlara 'O kadar çok şehit var ki onları incitmektense, dışarıda kılmayı tercih ettim' demiş. Bağdadî Farsça yazdığı eserinde şöyle der: 'O kadar sahabe var ki ben bu topraklara basmaya haya ederim.'


Hz. Ömer'in halifeliği döneminde başarıdan başarıya koşan İslam ordusunun komutanlarından İyaz bin Ğanem, bine yakın sahabenin olduğu 8000 kişilik bir orduyla Diyarbakır'a (Amid) doğru harekete geçmiş. Kuşatma 5 ay sürmüş. İyaz bin Ğanem Mardinkapı'yı, Said bin Zeyd Urfakapı'yı, Muaz bin Cebel Dağkapı'yı, Halid bin Velid ise Yenikapı'yı tutmuş. Menfezden içeri giren Halid bin Velid komutasındaki 30 sahabe kapıyı açınca, 27 Mayıs 639 günü fetih nasip olmuş. Diyarbakır'ı fethettikten sonra, ilçelerde yaşanan mücadelelerde birçok sahabe şehit düşmüş. Fetih için bölgeye gelip burada şehit düşen yüzlerce sahabenin ismi de kabri de hala meçhul. Elde edilen bilgiler, 6 peygamber kabri ve 3 nebi makamına ev sahipliği yapan Diyarbakır'da yaklaşık 770 sahabenin metfun olduğunu, bunların 32'sinin isminin belli olduğunu gösteriyor.

Avlunun doğu ve batı taraflarında kuzey-güney istikametinde uzanan iki adet maksure bulunuyor. İki katlı olan maksurelerin zemin katlarına, dıştan avluya girişi sağlayan kapılar yerleştirilmiş.

Ulu Camii’nin avlu cephelerine, özellikle maksure duvarlarına, farklı dönemlere ait mimari bezemeler, kabartma ve yazıtlar büyük bir uyum içerisinde yerleştirilmiş.

Camiye Artuklu döneminde, Mesudiye ve Zinciriye isimli iki adet medrese eklenmiş. Cami avlusunun kuzeydoğusunda yer alan Mesudiye Medresesi, plan bakımından doğu-batı istikametinde dikdörtgen bir alana oturuyor.


Mesudiye Medresesinin önünde, 800 yıldan fazla bir geçmişi olan, tarihin en büyük mühendislerinden El-Cezeri'nin eseri güneş saati yer alıyor. Bir metre kadar yükseklikteki mermer üzerine yerleştirilen metal parçası, güneşin hareketiyle birlikte çevresinde dönen gölge marifetiyle zamanı gösteriyor.

Diyarbakır Ulu Camisi, kitabeleri, planı, mimari tarzı ve üslup özellikleri ile malzeme ve süslemeler açısından önemli bir konuma sahip. Hem ülkemizin hem de Diyarbakır'ın İslam tarihi, medeniyeti, kültürü ve sanatı açısından temsil gücü yüksek camilerinden biri...

Diyarbakır mimari yönden ilginç eserlere sahip bir kent. Bu eserlerden biri de yine sur içinde bulunan Dört Ayaklı Minare. Dört sütun üzerine yükselen, farklı mimarisi ile bir eşi daha olmayan Dört Ayaklı Minare, sokağın hemen ortasında karşımıza çıkıyor. 1500 yılında Akkoyunlu Kasım Bey tarafından yaptırılan Şeyh Mutahhar (Matar) Caminin dört sütun üzerinde inşa edilmiş Dört Ayaklı Minaresi ilginç bir yapı. İlginç bir de inanış varmış halk arasında. Uğur getirdiğine inandıkları için minarenin ayaklarının altından yedi defa geçince dileklerin kabul olduğu söyleniyor.


Halk arasında Dört Ayaklı Minare olarak adlandırılan minare gövdesinde kornişin altında, celi sülüs hatlı Arapça iki yazı kuşağı bulunuyor. Bu kitabelerde, Kur'an-ı Kerim'in 33. suresi olan Ahzab suresinin 40, 43, 44, 56. ayetleri yazılı. Birinci sıra kitabenin kuzey ve doğu kuşakları minarenin banisi ve tarihi hakkında bilgiler veriyor. Minaredeki kitabede "Bu mübarek minare Adil Sultan Kasım Han'ın saltanatı zamanında Hacı Ömer oğlu Hüseyin'in emeğiyle 906 senesinde inşa edildi" yazılı. Minare, dışa taşıntılı şerefesiyle ve baldaken tarzlı dört sütun üzerinde yükselmesiyle ilginç bir özellik arz ediyor. Minarenin her bir sütununun dört İslam mezhebini temsil ettiği düşünülüyor.


2015 yılındaki terör olaylarından zarar gördüğü için ziyarete kapatılan Dört Ayaklı Minare onarılarak geçen sene yeniden ziyarete açılmıştı. Minarenin ayaklarındaki kurşun izleri hala duruyor. Geçen sene restorasyonda olan Şeyh Mutahhar Cami de bu sene ibadete açılmış. 

Şeyh Matar Cami, Diyarbakır'ın anıtsal nitelikteki en önemli yapılarından biri. 1500 senesinde, Akkoyunlu Hükümdarı Kasım Padişah tarafından, siyah beyaz taşlardan almaşık örgülü olarak inşa edilmiş. Yapı dikdörtgen planlı olup tek kubbeli. Kubbe göbeğindeki kalem işleri orijinal olup günümüze kadar gelmiş.

Şeyh Matar Camii'den sonra, yine sur içinde bulunan Parlı Safa Cami ile devam ediyoruz gezmeye. Parlı Cami olarak da bilinen Evliyâ Çelebi'nin İpariye diye isimlendirdiği Safa Camii, kare planlı, tek kubbeli ve siyah-beyaz kesme taşlardan yapılmış. Dört yalın sütuna dayanan, beş kubbeli bir son cemaat yerine sahip...

Akkoyunlular döneminde 15. yüzyılda inşa edilen Parlı Safa Camii tarih boyunca kendisinden çok minaresiyle ün yapmış. Caminin hemen yanında yer alan minare baştan başa işlerle bezenmiş.

Kaideden başlamak üzere külahına kadar kufi ve nesih yazılar, değişik biçim ve desenlerle bezenmiş, adeta bir dantel gibi işlenmiş minaresi zarif bir edayla göğe yükseliyor. Caminin ve minaresinin inşasında kullanılan malzemeler içerisine karıştırılan bir bitkiden çıkan mistik kokudan dolayı camiye “Parlı” yani “Kokulu” Cami de deniliyor. Yakın döneme kadar üzeri bir kılıfla örtülür cuma günleri açılırmış. Caminin minaresine her cuma gününden önce koku sürülürmüş. Minare bir kumaşla kapatılarak cuma günleri bu kumaş kaldırılırmış. Böylece kokunun cuma günü çevreye yayılması sağlanılarak nezih bir ortam oluşmasına katkı sunulurmuş.


Parlı Safa Camii'den sonra, Dağkapının yakınında bulunan Nebi Camii ile devam ediyoruz gezmeye. Taş örtülü tek kubbeli Nebi Camii, 15. yüzyılda Akkoyunlular döneminde inşa edilmiş. İlk yapıldığında üç bina şeklinde Şafiler kısmı, Hanefiler kısmı ve medrese olarak inşa edilmiş. Günümüzde ise Şafiler bölümü ve medresenin bir kısmı mevcut...

Minaresinde ve caminin değişik yerlerinde Hz. Muhammed (sav) Efendimizin hadislerine yer verilmesinden dolayı Nebi veya Peygamber Camii adıyla anılıyor.


Abdestsiz gezilmeyen kent olarak anılan Diyarbakır'ın dağı taşı, sahabe ve seyyid mezarlarıyla kaplı. İslam medeniyetinin kurucu nesli sahabe ve tabiinler, Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde övülmüş. Kur'an-ı Kerim'de; "İslam'da önceliği olan muhacirler ve ensar ile onları güzellikle takip ederek örnek alanlar ve onları hayırla yad edenlere gelince Allah onlardan razıdır, onlar da Allah'tan razıdırlar. Allah onlara, içinde ebedi olarak kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Bu ise en büyük kurtuluştur." (Tevbe suresi, 100)
Hadis-i şerifte; "Ashabıma dil uzatmayın. Nefsim elinde olan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun (sizden) biri, Uhud dağı kadar altın infak etse, onlardan birinin infak ettiği bir avuca, hatta yarım avuca bedel olmaz." (Müslim, Fedailu's-Sahabe)
"Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayeti bulursunuz." (Feyzu'l Kadir)
Dağkapının yanında sahabelerden Hz. Saad ve Ebu Muhsin'in türbeleri var. Resulullah'ın bayraktarı olan Hz. Saad b. Ebi Vakkas, cennetle müjdelenen 10 sahabeden biri (Aşere-i Mübeşşere). Hz. Ömer döneminde (639) Diyarbakır'ın fethi sırasında burada şehit olmuş.


Kültürel potansiyeli çok zengin olan Diyarbakır'da birçok müze var. Bu müzeler arasında; birçok şair, yazar, fikir ve bilim adamı yetiştiren Diyarbakır'ın edebiyat müzeleri önemli bir yer tutuyor. Bunlardan biri, edebiyat dünyamızın önemli isimlerinden "Hasretinden Prangalar Eskittim" şiiri ile tanınan Ahmet Arif’in doğduğu ev olan ve şu anda müze olarak hizmet veren Ahmet Arif Edebiyat Müzesi. Doğduğu ev; yazlık ve kışlık odalarıyla, geniş avlusuyla, bahçesiyle dönemin tipik Diyarbakır evlerinden biri. İçinde şairin eşyaları, aile fotoğrafları, el yazısı ile yazılmış mektupları ve şiirleri yer alıyor.

Diyarbakır doğumlu Ahmed Arif'in (1927-1991) gerçek adı Ahmet Hamdi Önal...

"Söz taştan daha sağlam ve kalıcıdır." diyen Ahmed Arif'in sade bir üslupla yazdığı birçok şiiri var.

İlk ve tek şiir kitabı "Hasretinden Prangalar Eskittim" 1968'de basılmış:

"Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Ard-arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarıda gürül-gürül akan bir dünya...           
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana 
Bir bu yana...

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne..."


Ahmed Arif'in hemen yanında Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi var. Edebiyat dünyamızın önemli isimlerinden "Otuz Beş Yaş" şiiri ile tanınan Cahit Sıtkı Tarancı’nın doğduğu ev olan ve şu anda müze olarak hizmet veren Cahit Sıtkı Tarancı Müzesini geziyoruz. Diyarbakır'daki sivil mimari örneklerinden biri olan yapı bazalt taştan iki katlı inşa edilmiş. Cahit Sıtkı Tarancı'nın doğduğu ev, 1973 yılında şairin anısını yaşatmak için müzeye çevrilmiş.

Diyarbakır doğumlu Cahit Sıtkı Tarancı'nın (1910-1956) gerçek adı Hüseyin Cahit Tarancı. 35 yaşı yolun yarısı olarak nitelendirmesine rağmen 1956'da, daha 46 yaşındayken vefat eden Cahit Sıtkı Tarancı, Türk edebiyatına bıraktığı şiirleriyle edebiyat dünyasına adını altın harflerle yazdırmış bir şair. Cahit Sıtkı Tarancı, "Otuz Beş Yaş" ve "Memleket İsterim" gibi birçok kesim tarafından bilinen eserlerinin yanı sıra, bıraktığı diğer şiirleriyle de Türk edebiyatının en önemli şairlerinden...

Cahit Sıtkı Tarancı'nın sade bir üslupla yazdığı birçok şiiri var ve bu şiirlerden bazıları bestelenmiş. Güftesi kendisine ait olan bestelenmiş eserleri ise şunlar; "Bu tatsız akşam saatinde (Hatıralar)", "Buldum yıllardır kaybettiğim aynayı (Kış gecesi rüyası)", "Ne doğan güne hükmüm geçer (Gün eksilmesin penceremden)", "Dünya gözüyle görsek murada ermek (Felekten bir gece)", "Gitti gelmez bahar yeli (Sanatkarın ölümü)"...

Otuz Beş Yaş, Cahit Sıtkı Tarancı'nın 1946'da yayımlanan ikinci şiir kitabı:

"Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder,
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.

Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz;
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.

Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile, yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.

Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?

N’eylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanmadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında."

Buradan Mardinkapıya doğru hareket ediyoruz. Mardinkapının yakınlarında bulunan Deliller Hanı, 1527 yılında Diyarbakır Valisi Hüsrev Paşa tarafından Hicaz’a ve İpek Yolu üzerindeki Suriye, İran ve Hindistan’a gidecek olan ticaret kervanlarına hizmet etmek için yaptırılmış. Hanın ismi, hacca giden kervanlara rehberlik eden delillerin (rehber) burada konaklamasından geliyor. Günümüze kadar gelebilmeyi başarmış Diyarbakır’daki en büyük han olan iki katlı yapı, butik otel olarak hizmete açılmış.

Deliller Hanının hemen karşısında Diyarbakır surları ve burçlar var. 

Mardinkapının doğusunda, yontulmuş kaya kütlesinin üstüne inşa edilen Keçi Burcu, surlar üzerinde bulunan burçların en büyüğü ve en eskisi. Yapım tarihi ve yaptıran uygarlık tam olarak bilinmeyen Keçi Burcunun, 7-8 bin yıllık bir tarihe sahip olduğu söyleniyor.


Dünyanın en eski ve en sağlam yapılarından biri olan Diyarbakır surları birçok türküye, maniye, efsaneye konu olmuş. Burçları üzerindeki görkemli kabartmaları ve kitabeleriyle dünyanın ender  kalelerinden biri... Burçların üstüne çıkıp Diyarbakır surları ve Hevsel bahçelerini izleyebilirsiniz.

Diyarbakır surlarıyla Dicle Nehri arasında göz alabildiğine uzanıyor Hevsel Bahçeleri. Tarımın anavatanı Mezopotamya’nın, belki de en eski tahıl ambarı olduğu söyleniyor. İşte bu yüzden, Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri’nin oluşturduğu peyzaj 2015 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi'ne alınmış. 



Buradan, Dicle Nehrinin gerdanlığı On Gözlü Köprüye hareket ediyoruz. On Gözlü Köprü kent merkezinin güneyinde, Mardin Kapısının 3 km dışında yer alıyor. Çevresine çay bahçeleri yapılmış.

Tarihi bilinen en eski İslam köprülerinden biri olan On Gözlü Köprü, eski Mardin yolu üzerinde, Kırklar Dağının eteğinde yer alıyor. 178 metre uzunluğunda ve 5,6 metre eninde olan On Gözlü Köprü, 1065 yılında Mervaniler döneminde inşa edilmiş. Mimarının Yusufoğlu Ubeyd Bey olduğu tahmin ediliyor.

Dicle Irmağının geniş yatağında, on gözlü olarak planlanan köprünün en büyük kemer açıklığı 15 metreye yaklaşıyor. Bölgeye özgü siyah bazalt taşlar kullanılarak inşa edilen bu tarihi yapının ayak kısmında, diğer taş köprülerde olduğu gibi nehir taşkınlarına karşı aşınmayı önlemek için selyaranlar bulunuyor.


Güneydoğu Anadolu Bölgesine hayat veren iki nehirden biri olan Dicle, yöre halkı tarafından kutsal sayılıyor.

Binlerce yıldır akan bir nehir, 33 medeniyet bir şehir; Diyarbakır...

Diyarbakır gezimizi, şiir ile ilgilenenler için Ahmet Arif'in ve Cahit Sıtkı Tarancı'nın bazı şiirleri ile bitirelim. İki şairin de kendilerine özgü bir çizgisi var, bakalım şiirlerin hangisine ait olduğunu tahmin edebilecek misiniz? (Bir ipucu verelim; Ahmed Arif'in hayat görüşü, onun şiirlerine işlemiştir. Cahit Sıtkı ise hece veznine ve kafiyeye sonuna kadar bağlı kalmıştır.)

DİYARBEKİR KALESİNDEN NOTLAR VE ADİLOŞ BEBENİN NİNNİSİ

"Açar, 
Kan kırmızı yediverenler
Ve kar yağar bir yandan,
Savrulur Karacadağ,
Savrulur zozan...
Bak, bıyığım buz tuttu,
Üşüyorum da
Zemheri de uzadıkça uzadı,
Seni, baharmışın gibi düşünüyorum,
Seni, Diyarbekir gibi,
Nelere, nelere baskın gelmez ki
Seni düşünmenin tadı..."

YALNIZ DEĞİLİZ

"Bir ufka vardık ki artık
Yalnız değiliz sevgilim.
Gerçi gece uzun,
Gece karanlık
Ama bütün korkulardan uzak.
Bir sevdadır böylesine yaşamak,
Tek başına
Ölüme bir soluk kala,
Tek başına
Zindanda yatarken bile,
Asla yalnız kalmamak."

ANADOLU

"Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?

Utanırım,
Utanırım fıkaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,          
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun?

Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun?

Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu'yu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri...
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda...
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun?

Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?"


MEMLEKET İSTERİM

"Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.

Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.

Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.

Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikayet ölümden olsun."

GENÇLİK BÖYLEDİR İŞTE

"İçimi titreten bir sestir her gün.
Saat her çalışında tekrar eder:
'Ne yaptın tarlanı, nerede hasadın?
Elin boş mu gireceksin geceye?
Bir düşünsen yarıyı buldu ömrün.
Gençlik böyledir işte, gelir gider;
Ve kırılır sonra kolun kanadın;
Koşarsın pencereden pencereye.

Ah o kadrini bilmediğim günler,
Koklamadan attığım gül demeti,
Suyunu sebil ettiğim o çeşme,
Eserken yelken açmadığım rüzgâr
Gel gör ki, sular batıya meyleder,
Ağaçta bülbülün sesi değişti,
Gölgeler yerleşiyor pencereme;
Çağınız başlıyor ey hâtıralar."

MÜJDE

"Kuşlar haber verdi bana kuşlar
Gelecekte bir şeyler olacak
Gün dilediğimiz gibi doğar
İnsan yüzümüz güler olacak

Neden sonra nehir yatağında
Kurt ininde kuzu otlağında
Dünya dirlik düzenlik çağında
Düşle gerçek beraber olacak"

AŞKIMIZ

"Zulmü pek çok insafı az
Hayata karşı aşkımız
Ne etseler ki çatlamaz
Bir sabır taşı aşkımız.

Samanlık seyran dediğin
Aşkımız aşk ile zengin
Dünyada her güzelliğin
Yol arkadaşı aşkımız.

Alın yazım alın yazın
Yıldızım oldu yıldızın
Temeli sağlığımızın
Herşeyin başı aşkımız"

BAHAR YELİ

"Nihayet damlarda leylekler göründü
Upuzun gagalarını takırdatan
Vefasız sandığımız turnalar döndü
Geçen yıl gittikleri meçhul diyardan

Çiçek açmış ağaçlara bak ne güzel
Gel bizim olsun serçelerin neşesi
Gel seninle kırlara açılalım gel
Neler vadetmiyor akar suyun sesi

Şu yeşilliğin ta sonuna gideriz
Ne olduğumuzu unutuncaya dek
İstersen havadan sudan bahsederiz
Yalnız adımlarımızla sevişerek

Uzamaya başladı günler sahiden
Güneşin batmak istemediği belli
Eteğini havalandırarak esen
Kış boyunca düşündüğüm bahar yeli"

ŞUBAT SABAHI

"Kar olmuşum yağıyorum. 
Kimse farkında değil. 
Dağlara, ovalara, şehirlere."

ANACIĞIM

"Bir gün sılaya geldiğimde,
Bir şeyler sezersen halimde,
Hiç şaşmayasın anacığım.
Başımı koyup dizlerine,
Uzun uzun ağlayacağım
Bütün insanların yerine."

BAŞIMI KORUYAN MELEK

"Aşk ile yaptım bu işi
Elimle seçtiğim dilber
Yarin olmuşu ermişi
Şefkatte anneye değer

Her sabah sağlığım neşem
Her akşam huzurum odur
Değme güzele değişmem
Böyle hanım az bulunur

Karımdır o benim gerçek
Merdivende ışık tutan 
Başımı koruyan melek
Cümle kazadan beladan"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder