6 Temmuz 2019

Ankara'daki Darağacı: Ulucanlar Cezaevi Müzesi



Bir zamanlar ülkemizin önemli siyasetçilerinin ve sanatçılarının mahkum edildiği, adı idamlarla ve işkencelerle anılan ve her bir köşesi tarih kokan Ulucanlar Cezaevi Müzesindeyiz. Bu müze, Ankara gezilecek yerler listemizdeki en ilginç noktalardan biriydi. Müzenin giriş ücreti; tam 5 TL, öğrenci - öğretmen 2 TL.

Ulucanlar Cezaevi, Ulus tarihi kent merkezinin kıyısında, Ankara Kalesinin doğusunda bulunan bir tepe üzerinde konumlanmış. Tarihi kent merkezinin bir parçası olan cezaevinin ana girişi Ulucanlar Caddesi üzerinde. Gerek Ankara Kalesi ve tarihi kent merkezi, gerekse yeni kent ile güçlü bir görsel bağa sahip.

Yapılış tarihi 1925. Cumhuriyetin ilk yıllarına dayanıyor. Türk siyasi hayatının yapı taşları burada atılmış. Ankara’nın Altındağ ilçesine gelen şehir planlamacısı, Alman Lörcher’in önerisiyle açmış kapılarını mahkumlara. Her cezaevinin kurulma nedeninde olduğu gibi, özellikle etrafında sürülecek arazi ve tarlaların olması mahpusları faydalı bir çalışmaya sevk etmek, çalışma ile ıslah olmalarını sağlamak ve topluma tekrar kazandırmak için uygun görülmüş. Ama ne yazık ki Cumhuriyet tarihinin en karanlık sayfalarına tanıklık etmekten kurtulamamış.


Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarında inşa edilen bir yapı olması, Ulucanlar Cezaevine değer katan, cezaevinin tarihi, kültürel ve sosyolojik anlamda önemini artıran bir husus. Ulucanlar, cezaevi olarak kullanıldığı 1925-2006 yılları arasında Türkiye Cumhuriyetinin yakın tarihindeki birçok önemli döneme yakından tanıklık etmiş, medya, sanat, edebiyat ve siyaset dünyasından pek çok tanınmış ismin yolu Ulucanlardan geçmiş.


2006 yılının Ağustos ayında, Sincan'da yeni cezaevi kampüsünün tamamlanmasıyla birlikte boşaltılma kararı alınan Ulucanlar Merkez Kapalı Cezaevi, Altındağ Belediyesi tarafından şimdiki Ulucanlar Cezaevi Müzesine dönüştürülmüş. Müze, cezaevi müzeciliği alanında içerik olarak Türkiye'de bir ilk olma özelliğini taşıması ile birlikte, Ankara'nın da ilk kent müzesi...

Bir gün cezaevine yolunuz düşerse
Tozlu duvarlara elinizi sürüp
Rutubet kokusunu soluduktan sonra
Fareler ekmeğinize ortak olduğunda
Özgürlüğü özlemek için;
Saatiniz işlese, zaman dursa
Durup düşünmek için çok az bir vaktiniz olsa
Sizce özgürlük hayatınızın ne kadarı?

Ulucanlar'ın geçmişine yapacağınız yolculukta nelerle karşılaşacaksınız? Cezaevinin pek çok bölümü belirlenen bir güzergah dahilinde gezilebiliyor. Ana kapıdan girdikten sonra karanlık, soğuk ve rutubet kokan ve sonu Hilton diye anılan 9. ve 10. koğuşa uzanan koridordan geçiyoruz.

Koridorun sonunda, karşımıza “Hilton” denilen bölüm çıkıyor.


Cezaevindeki mahkumlar arasında Hilton olarak adlandırılan 9. ve 10. koğuşlar ilk kez 1957 yılında dönemin milletvekili Osman Bölükbaşı'nın tevkifi üzerine özel olarak yaptırılmış. 

Ankara manzaralı Hilton daha sonraki yıllarda dönemin başbakanı Bülent Ecevit'in tutukluluk sürecine tanıklık ettiği gibi birçok önemli gazeteci ve yazarın yolu da Ulucanlardan geçmiş.

Hilton’da daha çok edebi anlamda hepimizce bilinen isimler, şairler, gazeteciler ve yazarların kaldığı biliniyor. Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet, Osman Yüksel Serdengeçti, Cevat Rıfat Atilhan, Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) Hilton’da kalan isimlerden bazıları...


Hilton’un ardından tek kişilik hücreleri geziyoruz. Hilton’un hemen yanından, ilk yıllarında müteferrika (tecrit) olarak adlandırılan tek kişilik hücrelere geçiş yapılıyor. Henüz mahkumiyet kararı kesinleşmemiş tutuklular ile, cezaevinde disiplin suçu işleyen veya dışarıda işlediği suç nedeni ile diğer mahkumlardan ayrılması gerektiği düşünülen kişiler bu kısımlarda tutuluyormuş. Tutuklu ve hükümlülerin son derece insanlık dışı koşullarda kaldığı cezaevinden içeri girince insana geçen yüzyılda yaşadığı izlenimi veriyor. Dar koridoru, loş ışıkları, demir kapıları ve kapkaranlık tek kişilik hücreleri ile bu bölüm, cezaevi koşullarının daha net anlaşılmasını sağlıyor. Hiç bitmeyeceğini düşündüğümüz koridorda, işittiğimiz sesler ürpermemize neden oluyor. Karanlık, soğuk ve derin dehlizlerden özgürlüğe uzanan avlulara doğru ilerlerken burada kalan mahkumların bu zor koşullara nasıl dayandığını düşünüyoruz.


Hücrelerin ardından sıra koğuşlara geliyor. Avlular ve koğuşlar, eski Türk filmlerini anımsatıyor.

Koğuşlar o günkü koşullara uygun olarak düzenlenmiş. Bu düzenlemeler titizlikle yürütülen çalışmalar sonunda, Ulucanlar’ın tarihindeki hemen hemen her dönemi anlatacak materyallerle tamamlanmış. Düzenlemesi titizlikle yapılan koğuşlarda demir ranza ve dolaplar, tahta masa ve sandalyeler, eski bir soba ve pek çok eşya dikkat çekiyor.

Koğuşlardaki görsel zenginlik balmumu heykellerle tamamlanıyor. Bir mahkum sazın tellerine vuruyor, bir türkü duyar gibi oluyorsunuz. 

Bir mahkum efkarla yudumluyor çayını...

Bir başkası yatağına uzanmış özgürlüğün hayalini kuruyor sanki...

Bir diğer mahkum dua ediyor...

Titiz bir araştırma ile elde edilen tüm bu eşyalar, balmumu heykellerin oluşturduğu etki ile birleşince koğuşlar, eski Türk filmlerindeki hapishane görüntülerini andırıyor sanki. Yılmaz Güney’in Ulucanlar’daki anılarından esinlenerek gerçekleştirdiği Duvar filmi ya da Feride Çiçekoğlu’nun Ulucanlar’da çektiği Uçurtmayı Vurmasınlar filminden bir kare izliyormuş hissine kapılabiliyorsunuz. 

Doğru söze ne denir; "Taş taşı ama laf taşıma"

Koğuşlar dışında avlular da, Ulucanlar Cezaevi’ne ait fotoğrafların yer aldığı bir açık hava sergisi görevini üstleniyor. Geçmişte mahkumların volta attığı, tespih çektiği, racon kestiği avlularda bugün onların yerine fotoğrafları yer alıyor. Tanınmış mahkumların cezaevi süreçleri ile ilgili fotoğraflarının yer aldığı avluda, bazı adli suçlulara ait Ulucanlar Cezaevi’nde çekilmiş eski fotoğraflar ve bilgiler de bulunuyor. Film şeridi konseptinde özel olarak tasarımı yapılan ve sergilenen fotoğraflar, cezaevi tarihçesinin bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçmesini sağlıyor.

Bir sonraki gezi durağı ise ünlü mahkumlara ait bilgi, belge ve eşyaların bulunduğu koğuşlar. Tanınmış mahkumların kişisel eşyaları sergileniyor. Adeta cezaevi tarihine ilişkin bir arşiv niteliği taşıyan bu koğuşlardaki veriler, titiz bir araştırma sonunda elde edilmiş. Dağınık halde Türkiye’nin farklı kurumlarında bulunan veriler ve mahkum yakınları ile yapılan görüşmeler sonunda elde edilen bilgi, belge ve eşyalar cezaevindeki bu koğuşlarda toplanmış. Farklı siyasi görüşlerine rağmen hepsi aynı nedenle, düşündükleri ve düşündüklerini dile getirdikleri veya yazıya döktükleri için hapse mahkum olan kişiler arasında siyasetçiler, gazeteciler, yazarlar, sinemacılar, şairler bulunuyor. Türkiye Cumhuriyeti tarihine ismini yazdıran tüm bu tanınmış şahsiyetlerin ortak özelliği, zamanları ve süreleri farklı olsa da Ulucanlar’da kalmış olmaları. İşte bu kişilere ait bilgi, belge, fotoğraf ve eşyaların bulunduğu koğuşlar da yine o günkü koşullara göre düzenlenmiş.

6. koğuş, Ulucanlar’da kalmış tanınmış isimlere ait bilgi, belge ve eşyaların bulunduğu koğuş olarak düzenlenmiş. Her ranzanın başında o kişilere ait fotoğraf ve biyografileri bulunuyor. Aynı koğuşta farklı zamanlarda Ulucanlar Cezaevinde kalan gazeteci, yazar, şair, siyasetçi, sanatçılara ilişkin eşyalar da sergileniyor. 

Ulucanlar Cezaevi sadece infazları değil, tanınmış mahkumları ile de tarihe ismini yazdırdı. Birçok gazeteci ve şair girdi kapısından. Hangi köşesine giderseniz gidin, Ulucanlar Cezaevinde ziyaretçileri farklı bir anı, farklı bir hikaye, bir tarih karşılıyor. Bütün yaşanmışlıkları ile birlikte...

Bülent Ecevit’in şapkası ve kravatı, Deniz Gezmiş’in kendi el yazısı ile Roma hukuku ders notları, sigarası ve üzerinden çıkan paraları, Yusuf Aslan’ın kaşkolu, Hüseyin İnan’ın fanilası, Mustafa Pehlivanoğlu’nun kardeşine yazdığı mektup, Fikri Arıkan’ın elbisesi gibi kişisel eşyalar da bu koğuşta yer alıyor.

Fakir Baykurt'un cezaevinde kullandığı sazı, gözlüğü, tesbihi, daktilosu, delgeci, saati, gömleği kızı Işık Baykurt'tan alınmış.

Said Özdemir'in "suç aletleri" olarak tutuklanmasına gerekçe gösterilen seccadesi, meshi, hırkası, takkesi, tesbihi ve diğer eşyaları kendisinden alınmış.

İskilipli Atıf Hocanın idamından önce okumuş olduğu Kuran-ı Kerim, tesbihi, cezaevinde kullandığı çatal, bıçak, çay kaşığı, kahve değirmeni ve mendili Mehmet Sılay'dan alınmış.


İskilipli Atıf Hoca, 1875 yılında İskilip'in Toyhane köyünde doğmuş. İlk tahsilini köyde yapmış, 1893'te de İstanbul'a gelip medrese tahsilini yapmış. 1902'de icazet alarak Darü'l-Fünu'nun İlahiyat Fakültesine girmiş, 1903'te fakülteyi bitirip Fatih Camiinde kürsüye çıkmış. 31 Mart vakasından sonra Sinop'a sürülmüş, oradan Sungurlu'ya gönderilmiş ve daha sonra yanlışlık olduğu söylenerek serbest bırakılmış. Yunanlılar İzmir'e çıktığında ilk tepkiyi, kurduğu 'Teal-i İslam Cemiyeti' vasıtası ile yapmış, kısa zamanda toparlanan Anadolu halkı "gavur" işgalcileri yurdumuzdan dışarı çıkarmayı başarmış. İskilipli Atıf Hoca da İslama bağlı örnek bir şahsiyet olarak bu dönemin sıkıntılarından payını almış. Sürgün, hapis ve ülkedeki 'batılılaşma' hareketine karşı "Frenk Mukallitliği ve Şapka" adlı eserini 1924'te yazmış. Kitapta, batıyı çevresindekilere anlatan İskilipli Atıf Hoca bu kitabından dolayı tutuklanmış, Giresun İstiklal Mahkemesinde yargılanarak, suç bulunamaması nedeni ile İstanbul'a gönderilmiş. Ancak bir süre sonra yeniden tutuklanmış, 26 Aralık 1925'te arkadaşları ile beraber 13 kolluk kuvveti gözetiminde Ankara'ya gönderilmiş. 26 Ocak 1926 Salı günü Ankara İstiklal Mahkemesinde yargılanmış. Savcı, İskilipli Atıf Hoca için 3 yıl hapis cezası istemiş, mahkeme müdafaa için bir gün sonraya bırakmış. Ertesi gün mahkeme reisi Kel Ali, İskilipli Atıf Hoca için alınan idam kararını açıklamış. 51 yaşındayken, 4 Şubat 1926 günü Ulus meydanında idam edilmiş. İskilipli Atıf Hocanın idam sehpasındaki son cümleleri ise "Zalim ve katillerle elbette mahşer günü hesaplaşacağız" olmuş.

iskilipli atıf hoca ile ilgili görsel sonucu

Ulucanlarda kalan isimlerden biri olan Necip Fazıl Kısakürek, 26 Mayıs 1904'te dünyaya gelmiş. Mektepte okuduğu esnada, Nihal isimli el yazması bir dergi çıkarmaya başlamış. İlk şiirlerini 13-14 yaşlarındayken Yeni Mecmua'da yayınlatarak edebiyat dünyasında sesini duyurmuş. Necip Fazıl, 1924 yılında açılan bir sınavı kazanarak 4 arkadaşı ile beraber Paris Sorbonne Üniversitesine devlet bursuyla gönderilmiş. 1925'te Türkiye'ye geri dönmüş. Necip Fazıl, 1936 yılında 17 sayı çıkan Ağaç isimli bir edebiyat dergisi çıkarmış. 1943 tarihinden itibaren ise Büyük Doğu dergisini çıkarmaya başlamış. Büyük Doğu, 571 sayı ve 35 yıl boyunca çıkartılmış. 1952'de, Hüseyin Üzmez tarafından gerçekleştirilen Malatya suikastıyla ilgili olarak, suikaste uğrayan Ahmet Emin Yalman hakkında yazdıkları gösterilerek, 37 gün kaldığı Malatya hapishanesinden, 1953 yılında Ankara Kapalı Merkez Cezaevine sevk edilip cezaevinin revir bölümünde kalmış. Aynı tarihlerde cezaevinde olan Osman Zeki Yüksel (Serdengeçti), Cevat Rıfat Atilhan ve Hüseyin Üzmez ile beraber kalmış ve bir yılın sonunda, suçsuzluğuna hükmedilerek cezaevinden tahliye edilmiş. Takip eden yıllarda, Necip Fazıl Kısakürek, günlük gazete ve dergi olarak çıkardığı Büyük Doğu ile mücadelesini sürdürmüş. 1982'de ise Yazarlar Birliği tarafından, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu adlı eseri sebebiyle yılın fikir adamı ilan edilmiş. 25 Mayıs 1983'te vefat etmiş. Necip Fazıl Kısakürek'in Ağaç dergisinin kapanmasına tepki olarak yazmış olduğu düello kartı, Ara Güler'in Necip Fazıl ve Alparslan Türkeş'i çekmiş olduğu fotoğraf, kartviziti, basın kartı ve köstekli saati müzede sergileniyor. 

Ahmed Arif'in yeleği, kasketi, ayakkabısı, dolma kalemi ve mendili oğlu Filinta Önal'dan alınmış.

Ahmed Arif, 1927'de Diyarbakır'da doğmuş. Diyarbakır Lisesinden mezun olunca Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe bölümünde okumuş. Üniversite eğitimi sırasında tutuklanmış, 1952'de gizli örgüt kurma iddiasıyla tekrar tutuklanıp 2 yıl hüküm giymiş. Cezaevi günleri sona erince Ankara'ya yerleşmiş, bir süre plan kopya teknisyeni olarak çalışmış. Ankara'daki gazeteler ve dergilerde teknik işlerle uğraşmış, gazetecilikten emekliye ayrılmış. 1940-1955 yılları arasında değişik dergilerde yayınladığı şiirlerinde kullandığı kendine has lirizmi ile Türk-Kürt edebiyatındaki yerini almış. Şiirlerinde her zaman Anadoluda yaşayan halkların kardeşliğine vurgu yapmış. Türkiye'de en çok basılan kitaplar listesindeki şiirlerinin toplandığı tek kitabı 1968'de yayınlanmış. Hasretinden Prangalar Eskittim adlı şiiri Ahmet Kaya tarafından şarkı haline getirilmiş. Ayrıca Cem Karaca tarafından da birçok şiiri bestelenmiş. 1991 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu yaşamını yitirmiş. Ahmet Arif’in Diyarbakır'da doğduğu ev olan ve şu anda müze olarak hizmet veren Ahmet Arif Edebiyat Müzesini Sur ve Sır: Diyarbakır yazımızdan okuyabilirsiniz.

Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Ard-arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarıda gürül-gürül akan bir dünya...           
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana 
Bir bu yana...

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne...

Muhsin Yazıcıoğlu’nun namaz takkesi ve seccadesi, en son giydiği pijama takımı, tarağı eşi Gülefer Yazıcıoğlu'ndan alınmış.

Muhsin Yazıcıoğlu, 1954 yılında Sivas'da doğmuş. Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesinde okumuş. Üniversite eğitimi için Ankara'ya geldikten sonra Ülkü Ocakları Genel Merkezinde görev yapmaya başlamış. Siyasi nedenlerden dolayı, 1975 yılında Ulucanlar Cezaevinde kalmış. 1977-78 yıllarında Ülkü Ocakları Genel Başkanlığında bulunmuş. 1980 yılına kadar MHP'de Genel Başkan Müşavirliği görevinde bulunan Yazıcıoğlu, 12 Eylül 1980'den sonra MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasında yargılanmış. 7,5 yıl Mamak Cezaevinde kalan Yazıcıoğlu, bu davadan herhangi bir ceza almadan beraat etmiş, burada "Üşüyorum" adlı şiirini yazmış. 

Bir coşku var içimde bugün kıpır kıpır
Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum
Gözlerim parke parke taş duvarlarda
Açılıyor hayal pencerelerim
Hafif bir rüzgar gibi, süzülüyorum
Kekik kokulu koyaklardan aşarak
Güvercinler ülkesinde dolaşıyor
Bir çeşme başı arıyorum
Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
Mis gibi nane kokuları arasında
Ruhumu dinlemek istiyorum
Zikre dalmış her şey
Güne gülümserken papatyalar
Dualar gibi yükselir ümitlerim
Güneşle kol kola kırlarda koşarak
Siz peygamber çiçekleri toplarken
Ben çeşme başında uzanmak istiyorum
Huzur dolu içimde
Ben sonsuzluğu düşünüyorum
Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum
Durun kapanmayın pencerelerim
Güneşimi kapatmayın
Beton çok soğuk, üşüyorum...

Yazıcıoğlu, cezaevinden çıktıktan sonra, cezaevindeki ülkücüler ve onların ailelerine yardım amacıyla kurulan Sosyal Güvenlik ve Eğitim Vakfının başkanlığını yapmış. 1991 yılındaki genel seçimlerde aday olan Yazıcıoğlu, Sivas'tan milletvekili seçilmiş. 29 Ocak 1993'te, bir grup arkadaşı ile beraber Büyük Birlik Partisini kurmuş ve partinin genel başkanı olmuş. Genel başkanlık görevini sürdürürken geçirdiği helikopter kazasında 25 Mart 2009'da vefat etti. Cezaevinden annesine yazdığı mektupta yer alan şiiri:
Bugün 8 Mayıs "Anneler Günü"
Hatırlanıp kucaklanıyormuş anne ve sevgi (!)
Kalplerde şefkatle tam koca bir gün (!)
Hatırlanıp kucaklanıyormuş anne ve sevgi (!)

Ben seni bugün hatırlamadım anne,
Sana karşı sevgim aynıydı yine.
Benim sevgim sığmaz ki öyle bir güne.
Bir ömür de olsa doymam sevgine.

Her an ruhumu ısıtır sıcaklığın,
Seni düşünmek bile doyumsuz bir zevk,
Acısı derin senden uzaklığın.
Sensin benim dünyama ışık ve renk...

Özledim ışıl ışıl sevgi dolu gözlerini,
Ne güzeldi göğsüne yaslanıp öyle ağlamak!
Ellerimle yırtardım o gül yüzlerini,
Zevk verirdi nasırlı ellerinde hırpalanmak...

Yine arıyorum dostluk dolu o yüzün,
Hep ben muhtaçtım sana yine muhtacım.
Aşkımı, sevgimi gösteremedim bir gün,
Saçlarım ağarsa da hep sana muhtacım.

Yollarım açılsa bağrıma bassam,
Sımsıcak göğsünde öyle ağlasam.
Doyumsuz sevgini tekrar yaşasam;
Hıçkırıp, naz yapıp, "Ana" diyerek.

Anamsın sen bu bir gerçek.
Sen olmasan ben olmazdım.
Sensin gönlümdeki en güzel çiçek.
İncinip, koparılsan, yapamazdım.

Hasretin unutturdu beni bana,
Sevgine karşılık veremiyorum.
Adet olsun diye olsa da sana,
Layık bir hediye bulamıyorum.

Maddi değerleri tek tek arasam;
Hazırlasam güzel bir buket sana,
Zümrütten, yakuttan saraylar alsam.
Değeri ölçülmez yanında anam.


Ulucanlarda kalan isimlerden biri olan Ahmet Tevfik Ozan'ın analar için yazdığı şiiri:

En uzun gecelerin
Anaları çileye çağırdığını bilirim
Bilirim bahar çiçeklerinin
Ana kalbinde yeşerdiğini...
Analar... Sevgi dağıtan melekler
Canlı çiçekler için çırpınan kelebekler...
En anlatılmaz sevgilerin
Göz pınarlarında çağladığını bilirim
Birim en güzel dileklerin
Ananın ağzından söylendiğini...
Analar... Uykusuz gecelerden taşan pınarlar
Gülen çocuklar için yıllarca ağlayanlar

Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nde idamların yapıldığı darağacı da sergileniyor. Toplam 18 kişinin infazının gerçekleştiği darağacı, "Ulu Kavak" adıyla anılan ağacın arkasına yerleştirilmiş.

Restorasyon sırasında darağacı çatıda bulunmuş, yağlı ipten sehpanın rengine kadar her ayrıntıya sadık kalınmış. Türkiye’de idam cezasının 2004 yılında kaldırıldığına dikkat çekmek amacıyla darağacı demir parmaklı bir hücreye yerleştirilmiş ve üzerine artık bu cezanın uygulanmadığına dair bir yazı yazılmış.


Ulucanlar Cezaevinde infazı gerçekleştiği tespit edilebilen 18 kişi: 1926'da İskilipli Mehmet Atıf Hoca, Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca, Maliye Nazırı Cavit Bey, Doktor Nazım Bey, Milletvekili Hilmi Bey, Nail Bey, Eski Ankara Valisi Abdulkadir Bey; 1964'te Süvari Fethi Gürcan, Albay Talat Aydemir; 1972'de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan; 1980'de Necdet Adalı, Mustafa Pehlivanoğlu, Erdal Eren; 1982'de Fikri Arıkan, Adli Suçlu Ednan Kavaklı, Ali Bülent Orkan...


Ulucanlar Cezaevi’nde yatan tanınmış isimlerin fotoğraflarının, belge ve bilgilerinin koğuşlarda sergilendiği müzede, bir başka ağaç daha dikkati çekiyor. Önünde idamların yapıldığı kavak ağacının hemen yakınında bulunan ağacın altında, burada kullanılan bir askeri araç sergileniyor.

Tarihi acıyla yazanlardan bahsettik. Hala çoğu akıllardan çıkmayacak isimler. Hala çoğunun kitaplarını kütüphanelerimizde kıymetle muhafaza ediyoruz. Ülke tarihimizde hepsinin isimlerini baş köşede bulabilirsiniz. Her birisinin hayatlarından kısaca bahsetmek bile bu yazıyı uçsuz bir yerlere götürebilir.

Tüm bu gerçekleri ile bugün bambaşka bir görev üstleniyor Ulucanlar Cezaevi; yok saymak için değil, ders çıkarmak için, unutturmak için değil, tekrar umut edebilmek için kapılarını açıyor ziyaretçilerine… Ulucanlar Cezaevi üstlendiği yeni misyon ile birlikte özgünlüğünü de fazlası ile hissettiriyor. Bütün yaşanmışlıkları ile birlikte şimdi bambaşka bir yüzle ziyaretçilerini ağırlayan Ulucanlar Cezaevi, bizleri Türkiye’nin yakın tarihi ile birlikte kendi içsel yolculuğumuza da çıkarıyor.


Bu tarihi infaz evinin koğuşlarında, belki de hücrelerinde yazılan, içinde hürriyet umudunun kazındığı şiirlerden biri olan Nazım Hikmet Ran şiiriyle yazımızı bitirelim. Özgürlüğü daha iyi anlamak ümidiyle…
Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben…
Bahtiyarım…

Son olarak, Ulucanlar Cezaevi Müzesine gelmişken hemen yakınındaki Cenabi Ahmet Paşa Camisini de ziyaret etmek isterseniz öncelikle Ankara'daki Tek Sinan Eseri: Cenabi Ahmet Paşa Camii yazımızı okumanızı tavsiye ederiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder