14 Eylül 2017

Güneşin Ülkesi: Güney Ege ve Batı Akdeniz Turu


Tek bir şehir yerine, birçok yeri hızlı ve kolay bir şekilde görebileceğimiz birkaç bölgeyi gezerek seyahat etmenin tadı bir başkadır. Doğu Akdeniz, Doğu Karadeniz, Doğu Anadolu derken, bu seneki seyahat rotalarımızın son durağındayız. Bu seferki rotamız Selçuk - Kuşadası - Bodrum - Marmaris - Ölüdeniz - Kumluca şeklinde gidiyor ama biz gelmişken her yeri didik didik gezelim dedik. 9 gün boyunca Akdeniz ve Ege kıyılarında o sahil senin, bu mağara benim; şu kanyon senin, öteki vadi benim koşturup durduk. İzin günleri az, görülecek yer çok; bu yüzden en fazla görülmeye değer yerleri gezebildik. Adı üstünde; güneşin ülkesinde sarı, turkuaz ve zeytin yeşilinin dünyanın başka hiçbir yerinde göremeyeceğiniz şekliyle birleştiği Ege ve Akdeniz'deki en güzel rotaları, uğradığımız, konakladığımız yerleri ve gittiğimiz güzergahı sizin için yazdık.

Akdeniz-Ege ve tatil kelimeleri bir araya gelince akıllara hemen deniz-kum-güneş üçlüsü geliyor tabi. Fakat Akdeniz-Ege ve tatil kelimeleri bizde nedense normal tepkilere yol açmadığından, deniz-kum-güneş üçlüsü gezi planına sadece sıradan bir madde olarak girebildi. Bunda amacımızın sadece gezmek olmasının da etkisi vardır tabii ki ama, yine de gezi boyunca en çok zevk aldığımız anların mağaralarda, kanyonlarda, çok kimsenin bilmediği veya az ziyaretçisi olan koylarda, kumsallarda geçirdiğimiz zaman dilimleri olması, deniz-kum-güneş temelli tatil seçeneğinin bize hitap edemeyeceğini bir kez daha anlamamızı sağladı. İnsanların bu tatil yörelerine gelip haftalarca nasıl sıkılmadan vakit geçirdiklerini anlamamız gerçekten güç. Hele bir de kendilerini otellere kapatanlar var ki… Tamam, deniz çok güzel bir şey ama bir noktadan sonra sıkıyor. Tabii bunda bizim biraz daha maceracı bir ruha sahip olmamızın da payı vardır sanırım...

Arabaya binip geze geze, göre göre seyahat etmek gibisi var mı? Bir de gidilen yollar muhteşem manzaralar, tarih ve doğayla iç içe konaklama noktalarıyla süslüyse çok daha zevkli yolculuklar yaşatıyor. Tatilin en güzel kısmı yolda olmak diye düşünenlerdenseniz ve gezerek tatil yapmayı tercih ediyorsanız, hazır olun Ege Akdeniz turumuz başlıyor…

Konaklama: Selçuk - Kuşadası - Bodrum - Marmaris - Ölüdeniz (2 gece) - Kumluca (2 gece)

1.Gün: Ankara - 8 saat - Şirince - 20 dk - Selçuk

Bu seferki gezimizin de yoğun bir programı olacağının bilincinde olarak bir gezi planı çıkardık. Planımız kabaca; arabayla Ankara’dan yola çıkıp Selçuk'a ulaşmak, oradan da kıyıdan kıyıdan her gece başka bir şehirde, bazen otelde, bazen öğretmenevinde kalıp Antalya’dan Ankara’ya geri dönmekten ibaretti. Yaptığımız plana göre ilk durağımız Şirince idi. Akşama doğru Selçuk'ta olacak, hava kararana kadar Şirince'yi gezecek ve geceyi Selçuk Öğretmenevinde geçirecektik. Mavinin ve yeşilin her tonuyla boyanmış manzaralar seyredeceğimiz, dünya üzerindeki cennet köşelere gitmek için sabah erkenden Ankara’dan yola çıktık. Yol üzeri Afyon İkbal'de öğle yemeği olarak tandır kebap molası verdik. Yolumuz uzun ve yorucu, yaklaşık 8 saat süren yolculuğun ardından Selçuk'tayız... Selçuk'a girince solda Şirince ayrımı var. Selçuk’tan geçerek muhteşem doğa manzarası eşliğinde, meyve ağaçları arasından kıvrılarak yukarı doğru tırmanan 8 km uzunluğundaki asfalt yol bizi Şirince'ye ulaştırdı. Ege’nin sevimli yerleşim yerlerinden biri olan Şirince köyüne vardık.

Dağın tepesine kurulan bu köyde, nefis bir manzara eşliğinde üzüm bağları ve şeftali ağaçları karşıladı bizi... Dağların kucak açtığı bembeyaz evleri ve köyü çevreleyen yemyeşil bir doğası var. Zeytinyağları ve şirin dağ evleriyle ünlü olan Şirince'nin şirin bir de camisi var.


Eski bir Rum köyü olan Şirince'nin kuruluşu MS 5. yüzyıla tarihleniyor. Eski adı Kırkınca-Çirkince olan köy, zamanla Şirince adını almış. Tarihi, kültürel ve doğal dokusu korunmuş, 1923 öncesi Rum köyü, 1923 sonrası mübadil köyü olan Şirince’nin otantik sokaklarında kısa bir yürüyüş yaptık. Kurtuluş Savaşı sonrasında mübadelenin etkilerinin yaşandığı köy, tipik Rum evleriyle Türk-Yunan kültürünün bir sentezi...

Şirince'nin girişinde yer alan Taş Mektep, 1906 yılında kurulan eski bir Rum okulu. Mübadele sonrasında, 1990'lı yılların başına kadar Türk çocuklarına eğitim vermiş. 1996 yılına gelindiğinde, Artemis Restoran olarak hizmet vermeye başlamış. 2011 yılından itibaren, Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Eğitim Tarihi ve Mübadele Müzesi olarak da ziyarete açılmış.

Köyün mimari yapısı çevredeki köylerden farklılık gösteriyor. Tüm evler kagir, çok pencereli ve iki katlı. Asma balkonların yanı sıra bodrum katlar kiler ve mutfak olarak kullanılmış. Evlerin pencere kenarları ve saçakları resim ve kuş motifleriyle süslü. Restore edilen Rum evlerinde konaklamak mümkün ama biz Selçuk Öğretmenevinde kalacağımız için Şirince’den ayrılıp rotamızı tekrar Selçuk'a çevirdik.

2.Gün: Efes Antik Kenti - 30 dk - Kuşadası

Sabah güneş Selçuk'un üstünde yükselirken öğretmenevinden ayrılıp rotamızı Efes Antik Kentine çevirdik. Efes'e gitmeden önce yolumuzun üstünde yer alan Efes Arkeoloji Müzesini ve Selçuk manzarasına hakim Ayasuluk tepesindeki yapıları görmek istedik. Önce, yıllara inat tüm güzelliğini korumuş bir yapı olarak dikkat çeken İsa Bey Camisini ziyaret ettik.

Cami, 1375 yılında Aydınoğulları Beyliğinin kurucusu Mehmet Bey'in oğlu, hem bilgin hem de bilginleri koruyan bir sultan olarak tanınan İsa Bey tarafından yaptırılmış.

Selçuklu ve Osmanlı camilerinden farklı olan yapı, enine dikdörtgen planlı ibadet mekanı ile kuzeyinde, ortasında şadırvan olan üç tarafı revaklı avludan oluşuyor. Camiye, bu avluya açılan kapılar ile giriliyor.

1653 ve 1668 yıllarında meydana gelen depremler sonucu, doğu ve batı kapıları üzerindeki iki minareden biri tamamen, diğeri şerefeye kadar, avludaki revakların ise tamamı yıkılmış. Yıkık durumda olan cami, 1975 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarılarak ibadete açılmış. 2005 yılında da tekrar restorasyonu gerçekleştirilmiş.


Caminin batıdaki asıl cephesinde yer alan taçkapı ve pencerelerde görülen renkli taş süslemeler çok güzel...

Buram buram tarih kokan caminin yakınında bulunan St. Jean (Aziz Yahya) Kilisesine de gittik. İmparator Justinien ve karısı Theodora tarafından yaptırılan, içinde İncil yazarı St. Jean’ın mezarının bulunduğu ahşap çatılı, altı kubbeli kilisenin bugün sadece kalıntıları görülebiliyor.

Haç planlı kilise, Efes'te Artemis Tapınağından sonra inşa edilmiş en büyük dini yapıymış ama yukarıdaki makette görülen kilisenin bugün sadece aşağıdaki fotoğrafta görülen sütunları kalmış.

Efes, Bizans çağında yer değiştirmiş ve bugün gezildiği yerden taşınıp ilk kez kurulduğu Selçuk’taki Ayasuluk tepesine gelmiş. Son Efes yani Ayasuluk yani Selçuk, 1304 yılında Türkler tarafından alınınca, kilisenin bir bölümü cami olarak kullanılmış ve yapı 1365-1370 yıllarında şiddetli bir depremle yıkılmış.

St. Jean Kilisesinin kuzeyinde, Ayasuluk tepesinin en yüksek noktasındaki iç kale, Selçuk kentinin başına konulmuş bir taç gibi... Gururlu görünümünün ardında, tarih öncesi dönemlere giden geçmişini saklıyor... Görülen kale duvarları Selçuklu-Osmanlı dönemlerine ait. Dış surlarda olduğu gibi moloz taş ve devşirme malzeme ile inşa edilen iç kale duvarları 15 kuleyle güçlendirilmiş. İç kalenin batıda ve doğuda iki ana girişi var.

Kale içinde sarnıçlar, konutlar, hamam ve en üstte tonozlu bir sarnıç ayakta kalabilmiş. Aşağıdaki cami de ayakta kalabilen yapılardan biri...


1348-1390 yılları arasında Aydınoğulları Beyliğinin başkenti olan Selçuk (Ayasuluk) yoğun imar faaliyetlerine sahne olmuş. Bu döneme ait Selçuk'un en görkemli yapısı İsa Bey Camii olsa da, ayakta kalabilmiş diğer cami ve hamam yapıları da çok güzel. Gördüğümüz bütün camiler aşağıdaki Alpaslan Camii gibi...

Dünyanın yedi harikasından biri kabul edilen, MÖ 6. yüzyıla ait Artemis Tapınağı, MÖ 356 yılında adını tarihe geçirmek isteyen Herostratos tarafından yakılmış ve aynı yüzyılda yeniden inşa edilmiş. St. Jean Kilisesi gibi Artemis Tapınağının da bugün sadece kalıntıları görülebiliyor.

Bir liman kenti olarak MÖ 10. yüzyılda kurulan Efes, Helenistik ve Roma dönemlerinde görkemli zamanlarını yaşamış. Nüfusu 200 bin kişiye ulaşan kent, Roma döneminde Asya eyaletinin başkenti olmuş. Tüm gizemiyle bizi tarihin derinliklerine çeken Efes Antik Kentinde Celsus Kütüphanesi, Arcadiane Caddesi, Büyük Tiyatro gibi birbirinden güzel tarihi eserleri inceleme şansı bulduk.

Celsus Kütüphanesi, görkemli işçiliği ile Efes örenyerinin en bilinen yapısı ve Roma dönemine ait en güzel eserlerden biri...


Roma döneminde, 115-117 yılları arasında inşa edilen kütüphane iki katlı. Zamanında 14.000 kadar kitaba ev sahipliği yapmış.

Celsus Kütüphanesi, Traian Çeşmesi gibi özel yapıların yanı sıra Efes'in çevresinde Hz. Meryem adına inşa edilen ilk kiliseden Kuretler Caddesi, Memmius Anıtı, Herakles Kapısı, Scholastika Hamamları, Gymnasion, Odeon, Parlamento Binası, Mozaikli Kaldırım, Hadrian Tapınağına kadar çok sayıda yapı bulunuyor. Hadrian Tapınağı, İmparator Hadrianus adına, anıt tapınak olarak inşa ettirilmiş.

Hadrian Tapınağının az ilerisinde yer alan Trajan Çeşmesi, 2 katlı olarak MS 2. yüzyılda Cladius Ariston tarafından İmparator Traian'a ithafen yaptırılmış.

Kuretler Caddesinin başında bulunan Memmius Anıtı, MS 1. yüzyılda İmparator Agustus döneminde, Roma diktatörlerinden Sulla'nın torunu adına, dört cepheli onursal bir yapı olarak özellikle göze çarpan bir yere inşa edilmiş.

Memmius Anıtından, hem kütüphane hem de mezar anıtı görevini üstlenmiş olan Celsus Kütüphanesine doğru inen caddenin adı Kuretler Caddesi. Cadde şehrin ve imparatorluğun ileri gelenlerinin heykelleri ile süslüymüş. Caddenin altından şehrin kanalizasyon şebekesi geçiyormuş.

Kentin merkezindeki omurga görünümlü, 210 m uzunluğundaki bu cadde, Devlet Agorası ile Ticaret Agorası arasında uzanıyor.

Mozaikleri, duvar freskleri ile korunan çok katlı zengin evlerinin bulunduğu Yamaç Evler, bugün çatı koruması altında. Roma döneminin tüm kentsel donanımlarını, doğal çevresine uydurulmuş, kendine has planı ile birlikte burada görebilirsiniz.

Efes’ten sonraki durağımız yol üzerinde tabelasını gördüğümüz Yedi Uyuyanlar Mağarası. Biz daha önce Mersin seyahatimizde Tarsus’taki Ashab-ı Kehf Mağarasına gitmiştik. Daha sonra araştırıp öğrendik ki, dünyada bu mağaralardan 33 tane varmış ve bu yerlerden 4 tanesi Türkiye'de Afşin, Efes, Lice ve Tarsus'taymış. Tarsus ve Efes'i görmüş olduk, darısı diğerlerine... Kuran’ı Kerim'de Kehf suresinde bahsedilen olayı ayrıntılı olarak Mersin yazımızda açıklamıştık. Araştırdıkça gördük ki, bu konuda birçok efsane var ama hepsinin özünde, inançlarından dönmek istemeyen ve bu sebeple batıl inançlardan kaçan 6 gencin, yolda karşılaştıkları çoban ve köpeği kıtmir ile bir mağaraya sığınıp 309 yıl uyudukları anlatılıyor. Gerçek mağara nerede bilemiyoruz ama yine de derler ya "Her gördüğünü Hızır bil" diye, bu bahis üzerine bu yerler dini inanç bakımından oldukça değerli... Yapılan kazılarda freskler (resimler), kandiller, heykel başları, mezar odaları, lahitler bulunmuş. Aşağıdaki fotoğrafta da görebileceğiniz gibi hala taş lahit var. Bölgenin etrafı tel çitlerle çevrilmiş, bu yüzden içeri giremedik. Tam bir hayal kırıklığı...


Efes yakınlarındaki Yedi Uyuyanlar Mağarasına da uğradıktan sonra, Hristiyanlığın kutsal mekânlarından biri olan ve Hz. Meryem'in son günlerini geçirdiği yer olarak kabul edilen Meryem Ana Evine (giriş 10 TL, otopark 10 TL) gittik. Selçuk'taki otopark ücretleri biraz pahalı, Meryem Ana Evinin giriş ücreti de öyle, gitmeseniz de olur...


Selçuk'tan sonra Kuşadası'na doğru yola çıktık. Önce Kuşadası ve Söke ilçe sınırları içinde yer alan Dilek Yarımadası Milli Parkına (giriş 12 TL) gittik. Ayırdığınız zamana göre burada yapacak şey bulmakta zorluk çekmezsiniz. Milli parkın girişinden hemen önce sol tarafta bulunan 40 m uzunluktaki Zeus Mağarasını görebilirsiniz. Zamanınız varsa, kanyonlar ve vadilerle bölünmüş Dilek Yarımadasında yer alan Oluk Kanyondaki yürüyüş rotalarını izleyebilirsiniz.

Bitki örtüsünün kıyıya kadar uzandığı plajlar ise milli parkın en gözde yerleri, burada denize girebilirsiniz. Milli parkın girişinden itibaren İçmeler Plajı (1 km), Aydınlık Plajı (5 km), Kavaklı Burun Plajı (8 km) ve sadece özel araçla gidebileceğiniz (yol asfalt) Karasu Plajı (10 km) yer alıyor. Plajlar da kalabalık gelirse bizim gibi tam yol kıyısında, böyle deniz manzaralı bir ağacın altına oturup sessizliğin tadını çıkarabilirsiniz...

Dilek Yarımadasının ardından, Kuşadası'na adını veren adayı görmek için yola çıktık. Güvercinada, Kuşadası'nın hemen kıyısında yer alıyor. Bir mendirek ile sahile bağlanan adada, sarp kayalar üzerine inşa edilmiş bir kale bulunuyor.

Ünlü gezgin Evliya Çelebi (1611-1682) seyahatnamesinin Kuşadası kısmında Güvercinada'dan şöyle bahsetmiş: "Liman içinde bir küçük adacık vardır. Yuvarlak şekilli yalçın bir kaya üzerine oturmuş olan adanın sağlam bir kaleciği vardır. Etrafı 100 adımdır... Ve (bu kente) Kuşadası denilmesinin nedeni, bu adacıktır. Ki her yıl bu küçük adaya birçok kez binlerce kuş gelir/ziyaret etmeden/konmadan başka yere gitmezler-göçmezler. Tılsımlı ve büyülü küçük bir adacıktır."

Güvercinada Kalesine giriş ücretsiz. Barbaros Hayrettin Paşa tarafından yaptırılan iç kalenin kule kısmında karaya vuran bir balinanın iskeleti sergileniyor.

Güvercinada'nın sol tarafında yer alan ve kalenin yapımında kullanılan taşların getirildiği Yılancı Burnu da güzel bir manzaraya sahip...

Kuşadası'nın en önemli sembolü olarak nitelendirilen Güvercinada, muhteşem günbatımı manzarası ve tarihi atmosferiyle mutlaka görülmeli...


Günbatımını izledikten sonra, akşam İslami tatil standartlarına uygun olan Papatya Otel'de konakladık. Otelin bulunduğu Soğucak sahili çok güzel. Karşıdaki Samsun dağlarının denize kavuştuğu kıyı şeridi Dilek Yarımadası Milli Parkı...


3.Gün: Kuşadası - 1 saat - Didim - 1 saat - Milas - 30 dk - İncirliin Mağarası - 1 saat - Bodrum

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte uyandığımızda, otelden ayrılıp rotamızı Didim'e çevirdik. Diğer tatil beldelerine göre daha yerli, daha bir ev hissiyatı veriyor Didim. Bunun nedeni belki de birçok insanın bu cennet gibi yerde kendilerine tatil evleri ve villalar satın almaları. Kendine özgü iklimi ile Didim yılın büyük bir kısmında güneşli ve kışları özellikle ılık geçiyor. Mavi bayraklı Altınkum plajı, sayısız kumlu sahili ve berrak denizi dışında tarihi olarak da Didim önemli bir mevkide. Didim'e adını veren Didyma'daki Apollon Tapınağı, İyonya sahili üzerinde yer alan bir antik Yunan tapınağı. 

İnşası MS 2. yüzyıl ortalarına dek süren görkemli tapınak, tam olarak bitirilememiş. Apollon Tapınağında, Medusa figürleri kullanılmak istenmiş. Ancak, tapınağın inşası bir türlü bitirilemediği için birçok Medusa figürü yarım kalmış. Apollon Tapınağına (giriş 10 TL) girdiğinizde sağ tarafta sizi çatlak suratlı Medusa figürleri karşılıyor.

Antik coğrafyacı Strabon, Apollon Tapınağını dünyanın en büyük ve en görkemli tapınağı kabul etmiş. Biz de şimdiye kadar gördüğümüz yerler içerisinde, en uzun sütunlara sahip tapınak olduğunu söyleyebiliriz.

Apollon Tapınağının hemen karşısında yer alan ve 1830 yılında yapılan Eski Mahalle Hisar Cami  kiliseden camiye çevrilmiş dikkat çekici bir yapı...

Didim Mavişehir'in dalgasız denizinde bir miktar deniz sefasının ardından Milas’a doğru yola çıktık. Bafa Gölü manzarası eşliğinde yola devam ettikten sonra Muğla'da bizi karşılayan Milas ilçesi, turizm güzergahı üzerindeki önemli bir durak noktası. Ünlü halısı, özgün evleri ve antik kalıntılarıyla konuklarını cezbeden Milas, Mylasa ören yerinin üzerinde yükseliyor. Tarlalar arasındaki devasa su kemerleri, baltalı kapısı, Zeus Karios Tapınağından kalan görkemli sütunu ve üzerine yuva yapan kadrolu leyleği, Beçin Kalesi (giriş 5 TL) ve antik dünyanın 7 harikasından biri kabul edilen Halikarnas mozolesinin Roma dönemine ait bir kopyası olarak inşa edilen Gümüşkesen Anıt Mezarı Mylasa antik kalıntılarını oluşturuyor.

Gümüşkesen Anıt Mezarına uğradıktan sonra tekrar yollara düştük, hedef Milas'a 15 km uzaklıkta olan Gökçeler Kanyonundaki İncirliin Mağarası. Navigasyonumuz bizi ana yoldan ayırıp köy yollarına yönlendirdiğinde inişler, tırmanışlar derken kendimizi bir dağın tepesinde buluverdik. Tam olarak nereden mağaraya ineceğimizi bilmediğimizden, arabayı park edip oradaki restorana sorduk. Hemen şu ilerideki patikadan ineceksiniz dediler. Aşağıda mağaranın ağzı görünüyordu. Her ne kadar mağaranın girişini o kadar aşağıda görmek gözümüzü biraz korkutsa da, sularımızı koyduğumuz küçük bir sırt çantasıyla ormanın içine daldık. Patika şeklindeki dağ yolundan, zeytin ağaçları eşliğinde kıvrıla kıvrıla indik. Mağaranın giriş ücreti 5 TL. Buraya diğer mağaralarda olduğu gibi kendi başımıza girip gezemedik, görevli bize eşlik etti.

Gezenlerin, büyülü bir düş yolculuğu olarak nitelendirdiği Milas'taki Gökçeler Kanyonu ve İncirliin Mağarası, içindeki jeolojik oluşumlar, tarihi kalıntılar, doğal çevresi ile dikkat çekiyor.

Mağara, ilginç dev sarkıt, dikit, sütun ve damlataş havuzları ile kaplı. Mağara içerisindeki yürüyüş platformunda, mağaranın sonuna doğru inişli çıkışlı maceralı bir yürüyüşle yaklaşık 150 metre ilerledik. Yolun son kısmında bulunan 6-7 metrelik dikçe bir merdivenden inerek dar bir geçide ulaştık. Bu dar kısmın sonundaki platformun bitiminde, aydınlatılmış genişçe bir damlataş galerisi ile mağara sonlanıyor. Mağaranın sonuna kadar bizimle gelen görevli, bu galeride ısrarlı bir şekilde fotoğrafımızı çekmek istedi. Biz de izin verdik ama bunu biraz da bahşiş için yaptığını gergin bir sessizlikten sonra anladık...

Mağarada yarım saat geçirdikten sonra tekrar yollara düştük, hedef Ege kıyılarının bir diğer hayranlık uyandırıcı ilçesi Bodrum. Antik kalıntılar, mağaralar, ormanlar, dağ yolları derken günü bitirdik. Akşam vakitlerinde Bodrum’a, geceyi geçireceğimiz İslami tatil standartlarına uygun İnanç Otele vardık. Muhafazakar içkisiz aile oteli olan Bodrum İnanç Otel, zarif ve butik tasarımıyla, zengin açık büfesiyle, akşam yemeği sırasındaki Kafkas dans gösterisiyle en güzel alternatif tatil otelleri listemize dahil oldu.

4.Gün: Bodrum - 2 saat - Akyaka - 30 dk - Marmaris

Ertesi sabah perdelerimizi araladığımızda pırıl pırıl bir gökyüzüyle ve bembeyaz evleriyle Bodrum'la karşı karşıyaydık. Panoramik manzaraya sahip Bodrum İnanç Otelde açık büfe kahvaltımızı yaptıktan sonra yola çıktık.

İlk durağımız, Anadolu'nun en eski tiyatrolarından olan Bodrum Antik Tiyatrosu, MÖ 4. yüzyılda inşa edilmiş. Bodrum’u ve Bodrum Kalesini tepeden gören harika bir manzaraya sahip olan 13.000 seyirci kapasiteli tiyatroda, birçok festivalin yanı sıra çeşitli konserler düzenleniyor.

Bodrum Kalesi, St. Jean şövalyeleri tarafından 1406 yılında küçük bir yarımada üzerinde yapılmaya başlanmış ama inşaatı 1522 yılına kadar sürmüş. Rodos'un fethinden sonra St. Jean şövalyeleri tarafından 1523 yılında savaşsız olarak Türklere teslim edilmiş.

Ortaçağdan kalma, en iyi korunmuş kalelerden biri olmasıyla ünlü. İç kaleye yedi kapıdan geçilerek ulaşılıyor.

Kale içinde çeşitli uluslar tarafından yapılan beş ana kule var; İngiliz Kulesi (Aslanlı Kule), Fransız Kulesi (Gergef Kulesi), İspanyol Kulesi (Yılanlı Kule), İtalyan Kulesi (Kabartmalı Kule), Alman Kulesi (Sağlam Kule). Kalede bulunan kulelerin, masmavi Ege denizine bakan manzarası ise kesinlikle nefes kesici...

Kale duvarları üzerinde, kale komutanlarına ait 249 adet arma var.

Türkiye'nin tek, dünyanın en büyük sualtı hazinelerine ev sahipliği yapan ve Uluburun Batığı ile Serçe Limanı Batığı gibi önemli buluntuların sergilendiği Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi (giriş 30TL) de Bodrum Kalesinin içinde yer alıyor.

Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesindeki Cam Batık Salonu, Karyalı Prenses Salonu, zindan, batıklar ve kuleler gezdiğimiz yerler arasında...



Bodrum Kalesi ve Sualtı Arkeoloji Müzesini gezdikten sonra yola çıkıp bugün içerisinde Gökova Körfezi - Azmak Çayı - Akyaka - Marmaris rotasını tamamlamayı planlıyoruz. Milas, Yatağan, Muğla güzergâhından Gökova’ya doğru hareket ediyoruz. Sakar geçidi, Gökova körfezinin en nefes kesici manzaralarından birini sunuyor...

Gökova körfezini yukarıdan fotoğraflamak için verdiğimiz molanın ardından, Akyaka'ya gidip Kadın Azmağı Kaya Mezarları tabelasını takip ettik. Yaklaşık 2500 yıllık geçmişi olan antik Idyma kentine ev sahipliği yapan Akyaka'daki tarihi eserler arasında, kaya mezarları ve bir oda mezarı bulunuyor. Tapınak görünüşlü kaya mezarları, Likya bölgesinin başta gelen mezar tiplerinden biri. Bununla birlikte, Karia'nın güney kesimlerinde de Likya etkisi olarak benzer mezarlara rastlanıyor. Akyaka'da görülen mezarlar bunlara bir örnek...


Kaya mezarlarının kıyısında yer aldığı Kadın Azmağı deresi, Akyaka'nın en güzel yerlerinden biri. Akyaka'nın hemen yanı başından ağaçlar ve sazlıklar arasından süzülerek Gökova körfezine akan Kadın Azmağı doğal bir akvaryum gibi... Azmak nehri pırıl pırıl, buz gibi akıyor. Size de tavsiyemiz, Akyaka'da bulunan Kadın Azmağının buzdan öte soğuk ve şifalı suyuna girin, iliklerinize kadar titreyin.

Kadın Azmağından sonra, arabamızı ağaçlık bir alana park edip Akyaka plajına doğru yürüdük.

Buradan bindiğimiz tekne ile pancar motorunun ritmik sesi eşliğinde, Azmak çayından akıntının yönünde denize doğru bir gezinti yaptık. 

Tekne turumuz süresince sazlıklar arasından geçerek, suyun 5 metre altındaki flora ve faunayı seyrettik. Azmak çayı tekne turunun güzelliği hafızamıza yer etti. Akyaka'ya giderseniz özellikle Azmak çayında mutlaka tekne turu (10 TL) yapın ve bu güzelliği görün. Akyaka'yı gördüğünüzde yoğun şehir hayatına bir daha dönmek istemeyeceksiniz.

Arkasında sırtını dayadığı Sakartepe, önünde Azmak nehrinin döküldüğü deniz, doğa harikası koylar da cabası. Pek çok insanın hayallerinde canlandırdığı cennet köşelerden biri Akyaka, üstelik tamamen gerçek. Güzelliği dillere destan Gökova körfezinin kıyısında, yeşillikler içinde. Azmak çayında teknelerle ilerlerken inanılmaz bir güzellik görülüyor, yemyeşil suyun altında balıklar, ördekler, sazlıklar…

Yerel değerlere sahip çıkarak çevreye saygılı bir yaşam tarzını hedefleyen Citta Slow (Sakin Şehirler Birliği) üyesi Akyaka, bu unvana çok yakışıyor. 

Adının geniş kitleler tarafından duyulması ise doktor tavsiyesine uyarak buraya gelen gazeteci, şair ve mimar Nail Çakırhan sayesinde olmuş.

Hayallerindeki evi geleneksel Muğla mimarisine kendi yorumunu katarak inşa eden Çakırhan, en saygın mimarlık ödüllerinden Ağa Han Uluslararası Mimarlık Ödülü alınca Akyaka'nın ismi de duyulmaya başlanmış. Yöreye özgü Akyaka evlerinin ortaya çıkışında ödüllü mimarın büyük etkisi var. Artık, Akyaka'da farklı mimari tarzda evlerin inşasına izin verilmiyor.


Barış Manço'nun bir evi varmış Azmak'ın kıyısında, tekneyle giderken kaptan onu gösterdi. Akyaka evleri arasında keyifli bir gezinti yaptıktan sonra, Akyaka'dan bedenen ayrılırken ruhumuzu da Gökova körfezinde bırakıp rotamızı Marmaris merkeze çevirdik. Akşam Marmaris Öğretmenevinde (200 TL) konakladık.


5.Gün: Marmaris - 1 saat - Dalyan - 1 saat - Fethiye - 30 dk - Ölüdeniz

Akdeniz ile Ege’nin birleştiği yerde, müthiş doğası, inanılmaz tertemiz plajları, el değmemiş koyları, mavi yolculuk olanakları, Marmaris Kalesi gibi tarihi noktalarıyla yaz aylarının vazgeçilmez seyahat rotalarından Marmaris. Marmaris Kalesi, Marmaris'e gittiğinizde görülmeye değer en önemli ve popüler tarihi mekanlardan biri...

Marmaris Arkeoloji Müzesi (giriş 8 TL) de bu tarihi mekânda, Marmaris Kalesinde hizmet veriyor. Herodotos, Marmaris'te ilk surların, MÖ 3. binde yapıldığını yazmış. Bugünkü Marmaris Müzesi olarak da bilinen kale, 1522 yılında Rodos seferi sırasında Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış. Marmaris Müzesinin taş eserler salonunda yazan "Ölüm her şeyi eşit kılar" sözü ilgimizi çekti. Maddi alem için çok doğru bir ifade, ancak manevi alem için "Ölüm tüm eşitlikleri bozar" olmalı. Çünkü maddi alemde eşit olan iki insan manevi alemde iyilik, ahlak, doğruluk gibi özelliklerine göre ayrılabiliyor...

Marmaris'ten yola çıkarken bugün içerisinde Dalyan'a gidip Kaunos Kral Kaya Mezarlarını görmeyi ve akşama konaklayacağımız Ölüdeniz'e geçmeyi planlıyoruz. Gökova - Köyceğiz - Dalyan - Ortaca - Fethiye - Kayaköy güzergâhından Ölüdeniz'e doğru hareket ediyoruz. İlk durağımız, görkemli kral mezarlarına ev sahipliği yapan Dalyan, Karia uygarlığının önemli kentlerinden biri. Köyceğiz Gölünden denize doğru kıvrıla kıvrıla, sazlıkların bulmacasını çöze çöze ilerleyen Dalyan kanalında da tekne turu yapılabiliyor ama hem Akyaka'dan daha pahalı, hem de sabah erken saatte başladığı için bir gününüzü buraya ayırmanız gerekiyor. Biz tekne turu yapmayıp MÖ 4. yüzyıla tarihlenen Dalyan’ın simgesi Kaunos Kral Kaya Mezarlarını, karşısındaki iskeleden gördük.

Perslerin veya Büyük İskender'in istilası üzerine yarım kaldığı tahmin edilmekte olan en büyük mezarla birlikte izleyenleri büyüleyen altılı grup halindeki Likya Kaya Mezarları, Kaunos'taki mezar tipleri içinde şüphesiz en önemlileri. Biz bu kaya mezarlarını görmekle yetinip gitmedik ama isterseniz Anadolu’nun en eski yerleşim yerlerinden biri olan Kaunos Antik Kentine (giriş 10 TL) de gidebilirsiniz.  Tapınak cepheli kaya mezarı tipinin yanı sıra, yine kayaya oyulmuş "güvercin yuvası" ismiyle tanınan dikdörtgen derin "oyuk mezarlar", nişler ve lahitler, yerleri özel olarak seçilmiş "anıt mezarlar" ve daha çok şehir surunun dışında kalan yamaçlar üzerine açılmış "sandık mezarlar", bir taraftan kentteki mezar tipinin zenginliğini ortaya koyarken, diğer taraftan da gömme geleneği konusunda bilgi veriyor.

Dalyan'dan sonra Fethiye'ye doğru yola çıktık. Muğla-Fethiye yolunda, Göcek civarlarında yol ücretli ve ücretsiz olarak ikiye ayrılıyor, ücretli yol bir tünele giriyor. Biz de bilmediğimiz için kısa bir kararsızlıktan sonra ücretli yolu (5 TL) seçtik. Sonradan anladık ki orası Göcek tüneliymiş. Kıvrımlı dağ yolunu kısaltmak için tünel açmışlar, tünelden geçip Fethiye'ye ulaştık. Likya yolu ve birbirinden güzel plajları ile dünyanın dört bir yanından turist çeken Fethiye, yaz aylarının vazgeçilmez seyahat rotalarından. Fethiye'den geçip eski adı Levissi olan Kayaköy’e gittik. Navigasyonumuz bizi ana yoldan ayırıp köy yollarına yönlendirdiğinde, yer yer ormanlar arasından geçen sessiz, sakin yollardan ilerledik.

Kentin tarihi geçmişi MÖ 3 binlere kadar gitmesine rağmen, günümüze ulaşan az sayıdaki bazı lahit ve kaya mezarları MÖ 4. yüzyıla tarihleniyor. Yamaca dayalı mevcut yapı gruplarının tamamı 19.yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında yapılmış. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında yapılan Lozan Antlaşmasının sonucunda, 1922 yılına kadar bölgede yaşayan Rumların Yunanistan'daki Türkler ile mübadele edilmesi sonucu terk edilmiş eski bir Rum köyü olan Kayaköy’de, yüzlerce taş ev bulunuyor ve ilgi çekici bir ortama sahiplik ediyor. Evler boşaltılınca, yapıların ahşap unsurları doğal etkenler sonucu tahrip olarak kent bugünkü görünümünü almış.

Kentte her biri hemen hemen aynı ölçülerde, birbirlerini manzara ve ışık açısından engellemeyen yüzlerce ev ile bu evlerle orantılı sarnıç, tuvalet kalıntıları, yapılar arasına serpiştirilmiş çok sayıda şapel, 2 büyük kilise, okul, gümrük binası, yel değirmeni ve çeşme bulunuyor.

Siz de Kayaköy (Karmylassos) Antik Kentini (giriş 5 TL) gezerken 1920’li yılları yaşayacak, sokaklarında dolaşırken o dönem insanlarının yaşantılarından esintiler bularak onların hüzünlü gidiş öykülerine ortak olacaksınız. Günümüzde hayalet kent olarak adlandırılan ve korku filmlerinin çekildiği bu köyde dolaşmak gezilerinize farklı bir hava katacaktır.


Kayaköy'ü arkamızda bırakıyor ve rotamızı Ölüdeniz'e çeviriyoruz. Fethiye’ye gittiyseniz kesinlikle Ölüdeniz ve çevresinde kalın. Biz, İslami tatil standartlarına uygun olan Green Anatolia Club Hotel'de konakladık. Bu seyahatimizde kaldığımız en pahalı ama en iyi otel burasıydı. Her şey dahil 300 TL olsa da alkolsüz aile oteli olan Green Anatolia Club Hotel'i tavsiye ediyoruz.


6.Gün: Fethiye Ölüdeniz Tekne Turu

Ölüdeniz ve Belcekız plajı yeşilliği, temizliği ve muhteşem doğal güzelliği ile gerçekten görülmeye değer. Türkiye'yi dünyaya tanıtan simgelerden biri. Mutlaka bu sakin ve güzel denizde yüzmelisiniz.  

Sevdiğini azgın dalgalarda yitiren ve onsuz yaşayamayacağını anlayıp kendini Babadağ’dan aşağıya atan Belcekız’ın hüzünlü efsanesinden adını alan Belcekız plajında denize girenler turkuaz renkli dalgalarla boğuşurken, hemen yan tarafında konumlanan Ölüdeniz‘in gölü andıran durgunluktaki suları ise sakinliği ile huzur veriyor.

İncecik kumları ile dünyanın en güzel plajları arasında gösterilen Ölüdeniz, 1975 m yükseklikteki Babadağ üzerinden yapılan yamaç paraşütü atlayışlarıyla ve dalış noktalarıyla da dünya çapında üne sahip bir bölge. İsterseniz Ölüdeniz'de yamaç paraşütü yapabilir ya da farklı etkinliklere katılabilirsiniz.

Her gün sabah saatlerinde sahilden kalkan ve tüm gün süren tekne turlarına katılarak güzel bir gün geçirebilirsiniz. Biz otelimizin aracılığıyla İslami tatil standartlarına uygun olan bir tekne turu yapmayı tercih ettik. Ölüdeniz tekne turunun en güzel tarafı bütün gün sadece güneşlenmek ve denizin serin sularından yüzmekten başka bir şey yapmak zorunda olmamanız, tembel bir gün geçirmeye hazır olun :) Ölüdeniz’den teknemize binerek denizin mavisiyle kucaklaşacağımız turumuza başladık. Öğle yemeği dahil kişi başı 60 TL verdik ama yanımıza gelen diğer tur teknelerine üst üste insanların bindirildiğini görünce buna değdiğini düşündük. Az kişi olsun, huzurlu olsun demiştik, gerçekten de huzurlu ve güzel bir tur oldu. Eğer tekne turuna oteliniz aracılığıyla katılmayacaksanız; az kişi olan turu seçin, özellikle gitmek istediğiniz yerler varsa uğrayacağınız noktaları sorun ve suyunuzu yanınızda götürün.

Mavi yolculuğumuzun durakları; Beştaşlar Koyu (Camel Beach), Gemiler (Aya Nikola) Adası, Akvaryum Koyu, Kelebekler Vadisi. Daha çok koy var ama hepsi aynı gün içine sığmaz. Hepsine gitmek için Fethiye’ye günler, haftalar yetmez... İlk durağımız olan ağaçlarla çevrili Beştaşlar Koyunun suyu inanılmaz sıcak, tertemiz bir denizi var. Bu manzarayı sadece seyretmek olmazdı, kendimizi suya atmamız çok uzun sürmedi. Biraz denize girdik, biraz dinlendik, biraz fotoğraf çektik.

Beştaşlar Koyunun yakınındaki, çam ve zeytin ağaçlarıyla çevrili Gemiler Adası, gezi teknelerinin en güzel uğrak noktalarından biri. Ada, Gemiler Koyunun hemen karşısında yer alıyor. Kayaköy'den karayoluyla karşı taraftaki Gemiler Koyuna da gelebilirsiniz.

Gemiler Adasında bir sahil, kumsal yok. Burada ağaçların bittiği noktada başlayan kayalıklar denizin içine doğru devam edip gidiyor. Adaya tekneyle gidiyorsunuz ama ada içine Müzekartla ya da biletle giriyorsunuz, giriş 8 TL. Yürüyerek adanın eski kalıntıları arasında gezebilirsiniz.


Adada, Bizans ve erken Hristiyanlık dönemine tarihlenen 4 büyük kilisenin kalıntıları var. 240 yılında meydana gelen depremler sonucu kıyıdaki kalıntıların bir bölümü sular altında kalmış. Batık kalıntılar iki metre derinlikte izlenebiliyor. Adaya gelmesinden dolayı Aziz Nikolas’a adanmış büyük kilisenin freskleri, deniz kıyısındaki sarnıç kalıntıları ve iki kiliseyi birbirine bağlayan 500 m uzunluğundaki tünel ilgi çekici. 2 numaralı büyük kilisenin freskleri iyi durumda...


En ilginç kalıntı ise 3 ve 4 numaralı kiliseleri birbirine bağlayan tünel... 

500 metrelik tünelin bazı kısımları yıkık durumda. Tünel içindeki merdivenlerin aralarında yer alan 14 durak, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmeye götürülürken 14 defa dinlenmesini temsil ediyormuş.


Bu tünelden geçerek en tepeye tırmanırsanız, bu nefes kesici manzarayı görebilirsiniz. Yüksek bir dağa çıkma güçlüğünden kaçınırsanız, güzellikleri tam olarak göremezsiniz...

Akvaryum Koyu da denizinin güzelliğinden, gezi teknelerinin uğrak noktalarından biri. Burada plaj olmadığı için açıkta yüzmeniz gerekiyor.

Son durağımız Kelebekler Vadisi, 1995 yılında sit alanı ilan edilip her türlü yapılaşmaya kapatılmış. 80’den fazla kelebek türüne ev sahipliği yaptığı için bu isimle anılıyormuş. Muğla’nın en ünlü koylarından biri. Yabancılar çok tercih ediyor. Kelebekler Vadisine inen herhangi bir araç yolu bulunmuyor. Dik ve derin vadiye ulaşmanın iki yolu var: Ya arabayla Faralya’ya gelip buradan vadiye inen tehlikeli patika yolda yaklaşık 1 saat yürüyeceksiniz ya da bizim yaptığımız gibi tekne ile geleceksiniz. Tekneyle geldiğinizde Kelebekler Vadisinin içine girmek isterseniz, ücretli bir giriş ve 1 kilometrelik bir yürüyüş parkuru karşınıza çıkacak. Özellikle ayağınızda terlik varsa yürümesi bir hayli zor ve sonunda da değecek pek bir şey yokmuş. Onun yerine, Kelebekler Vadisinin turkuaz rengi ama tabanında taşlar bulunan dalgalı denizinde yüzmeyi tercih edebilirsiniz.

Kelebekler Vadisinde verilen yarım saatlik molanın ardından sona eren tekne gezimizden sonra tatlı bir yorgunluk hissediyor ve Ölüdeniz'e geri dönüp soluğu otelde alıyoruz. Gün boyu deniz, kum, güneşin keyfini çıkardıktan sonra akşam otelde dinleniyoruz...

Ölüdeniz'den ayrılmadan önce, öğrendiğimiz bazı bilgilerden bahsedelim. Likyalılarda ışık ve güneş diyarı, ortaçağda uzak diyar olarak tanınan Ölüdeniz, Teke Yarımadasında bulunuyor. Türkiye'de bulunan deniz kulağı (lagün) oluşumlarından biri olan Ölüdeniz, adı gibi durgun bir göl niteliğinde. Türkiye’nin en iyi lagünü kabul edilen bu deniz, kıpırtısız ve turkuaz renkli suyu ile büyüleyici. Durgun gibi gözüken Ölüdeniz, açık denize çok dar bir boğaz ile bağlansa da, su her daim temiz. Bunun sebebi, deniz altında olan yoğun yeraltı kaynak suyu çıkışları, ters yöndeki akıntı, gel-git etkisi ile denizin yükselip alçalması vasıtasıyla kendini hemen her gün yenilemesi. Su sıcaklığı kışın bile 19 derece altına inmiyormuş. Doğanın içinde huzurlu bir dinlenme istiyorsanız, Ölüdeniz’e mutlaka gidin.


7.Gün: Ölüdeniz-1saat-Saklıkent-20dk-Tlos-40dk-Letoon/Ksantos-20dk-Patara-20dk-Kaputaş

Fethiye’ye kadar gitmişken hemen arkasındaki Saklıkent gezilmeden olmaz. Fethiye-Antalya yolunda bulunan Saklıkent Kanyonu, Antalya-Muğla sınırını çizen Eşen çayının kolu olan Karaçay'ın oluşturduğu 18 km’lik bir kanyon. Kanyonun keşfi rivayetlere göre, çoğu mağara ve kanyonda olduğu gibi, bir çobanın keçisini buraya kaçırması sonucunda keçisinin peşinden gitmesiyle ortaya çıkmış. Sabah otelimizde yaptığımız açık büfe kahvaltı sonrası Ölüdeniz'den yola çıkarken, bugün içerisinde Saklıkent'i ve yolumuzun üstündeki antik kentleri görmeyi, akşama konaklayacağımız Kumluca Uygulama Oteline geçmeyi planlıyoruz.


Erken bir saatte, 10:30'da Saklıkent Kanyonunda idik. Girişteki ücretsiz otoparka aracımızı bıraktık ve girişe doğru yürüdük. Çayın üzerine, kanyon duvarına tutturulmuş tahta iskeleler kurulmuş. Bu platformdan ilerlediğinizde kanyonun esas girişine, çayın patladığı yere ulaşıyorsunuz.


Burası, kanyondan gelen killi ve çok soğuk olmayan su ile hemen girişte çayın patlayıp yeryüzüne çıktığı yerden gelen buz gibi soğuk suyun birleştiği nokta. Irmağı besleyen kaynaklardan biri de, aşağıdaki küçük şelaleciğin kayalarının dibinden çıkan su. Kendisi gayet temiz ve buz gibi...

Kanyonun başında müthiş bir çağıltıyla dökülen su kaynağını görüp geri dönmeyin. Sıcak havada buz gibi suyu ile doğanın keskin bıçağı Saklıkent içerisinden yürüyün ve doğal güzelliği görün. Biz de buz gibi suya ayaklarımızı sokarak yürüyüşümüze başladık. Suyun soğukluğunun insanın iliklerine kadar işlediğini söylemeye gerek yok sanırım...

Suyun dibi taşlı olduğundan lastik ya da bez ayakkabınızı yanınıza almayı unutmayın. Kanyon içerisinde, özel naylon ayakkabı kiralayan yerler var. Biz terlikle yürüdük ama bu ayakkabılardan kiralasak daha kolay yürüyebilirdik belki. Saklıkent’e giriş ücreti öğrenci 3 TL, tam 6 TL, ayakkabı kiralamak ise 10 TL civarında...


Çay öylesine deli akıyor ki, akıntıya karşı ilerlemek çok zor. Burada su oldukça şiddetli aktığından dolayı, karşıya geçmek ve kanyona girebilmek için bir halat germişler. Kısa bir süre buz gibi sulardan geçtikten sonra, kanyonun derinliklerine doğru ilerledik.

Coşkun suların kolayca aşındırdığı kalkerli arazide, fay çatlaklarının da yardımıyla sarp ve 300 m derinliğinde bir kanyon oluşmuş. Kanyon gerçekten muhteşem... Yer yer çok dar ve engebeli kesimlerden geçmek, diz hizasına kadar suya girmek gerekiyor. Sonuna kadar gitmek zor, belli bir yerden sonra ilerlemek zorlaşıyor. Güneş ışınlarının giremeyeceği kadar dar ve yüksek kanyon içinde yürüyüş uzadıkça keyfi kaçıyor, insanda daha bitmedi mi şeklinde tepkiler oluşuyor...


Sabah erken bir vakitte kanyonda olduğumuzdan dolayı çok kalabalık değildi. Fotoğraf çeke çeke, yavaş yavaş ilerlediğimizden dolayı önümüzdekiler de bir müddet sonra uzaklaştılar ve böylece kanyonla baş başa kaldık. Tadını çıkara çıkara, etrafı seyrederek sakin bir şekilde ilerledik. Kanyonda ulaşılan son nokta bir şelaleymiş. Bu noktadan sonra şelalenin altından geçip ıslanmayı göze alırsanız kanyon devam ediyor, fakat su seviyesi boyu aştığından dolayı herkes bir yerden sonra geri dönüyor. Dinlenmek için bir kayaya oturmuş, devam edip etmeme kararsızlığında bir sonuca varmaya çalışırken, küçük bir grup getiren rehberden, sonraki kısımlarda ilerlemenin zorlaştığını öğrendik. Biz de peki madem deyip herkesin yaptığı gibi geri döndük. Biz dönüş yoluna koyulmuşken akın akın insan gelmeye başladı. O kalabalıkta dar geçişlerde karşıdan gelenleri beklemek, yaşına aldırmadan kendini kanyona atmış turist teyzelerin geçişlerine yardımcı olmak derken biraz yavaş ilerledik haliyle. Kanyon girişine ulaştığımızda tekrar soğuk suya girdik ve kendimize geldik.


Saklıkent Kanyonundan sonraki durağımız Tlos Antik Kenti idi. Saklıkent yolunda bulunan Tlos Antik Kentindeki (giriş 8 TL) akropolün hakim görüntüsü hayli etkileyici. Tlos, Likya birliğinde 3 oy hakkına sahip 6 önemli kentten biriymiş. Şehir büyük olmasına karşın bugüne gelen kalıntılar, stadyum, hamam, tiyatro, nekropol ve kaya mezarları akropolün etrafında toplanmış. Maalesef biraz başıboş bırakılmış...

Yine de görülmesi gereken yerler arasında... Muğla-Antalya sınırını belirleyen Akdağları ve yemyeşil ovayı görmek için bile gidilebilir :)

Antik kenti gezdikten sonra, Tlos'tan 2 kilometrelik asfalt bir yolla ulaştığımız Yakapark'ta bir mola verdik. Tlos Yakapark, 650 m yüksekliğinde, ovanın tüm sıcaklığından uzak, serin, doğa ile uyum içerisinde bir su cenneti ve alkolsüz bir işletme...

Sular inanılmaz derecede soğuk... Hatta işletmeciler havuz içinde 5 dakika durabilene içecek, 15 dakika durabilene ise yemek ve içecek ısmarlıyorlarmış :)

Havuz başında oturup burada yetiştirilen taze balıklardan yedikten sonra tekrar yola çıktık.


Kumluova yakınında bulunan Letoon (giriş 5 TL), kalıntılar ve ele geçen kitabelere göre dinsel ve politik açıdan önemli antik kentlerden biri. Kentte en eski yerleşim izleri MÖ 7. yüzyıla kadar gidiyor.

Şair Ovidius'un anlattığı bir öyküye göre kent, Zeus'tan hamile kalan Letoon adına kurulmuş. UNESCO Dünya Miras Listesinde bulunan Letoon’da, yan yana üç tapınak bulunuyor. Bunlardan doğudaki Apollon'a, ortadaki Artemis'e, batıdaki anneleri Leto'ya adanmış.

Letoon'un bahçesindeki zeytin ağaçları Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun Sitem'ini hatırlatıyor bize:
"Önde zeytin ağaçları arkasında yar / Sene 1946 / Mevsim sonbahar / Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim / Dalları neyleyim / Yar yoluna dökülmedik dilleri neyleyim / Yar yar... Seni kara saplı bıçak gibi sineme sapladılar / Değirmen misali döner başım / Sevda değil bu bir hışım / Gel gör beni darmadağın / Tel tel çözülüp kalmışım / Yar yar... Canımın çekirdeğinde diken / Gözümün bebeğinde sitem var"

Sitemimizi de ettiğimize göre tekrar yola çıkabiliriz :) Şimdiki durağımız, Fethiye-Kaş karayolu üzerindeki Kınık köyünde yer alan Ksantos Antik Kenti (giriş 10 TL).

Şehir, Ksantos nehri (Eşen çayı) kenarındaki ovaya hakim iki tepe üzerinde kurulmuş. İlki Eşen çayının kenarından sarp bir kayalık şeklinde yükselen surla çevrili Likya akropolü, ikincisi ise kuzeydeki daha yüksek ve geniş olan Roma akropolü. Ksantos kenti, birçok önemli özelliklerinin yanında, tarihi en çok acılarla dolu kent olarak biliniyor.


Tarihçiler, kentin birçok kez yerle bir olduğunu veya yandığını, fakat yeni şehrin külleri arasından yeniden yeşerdiğini yazarlar. Likya'nın başkenti olan Ksantos'un adı, Likya yazısı ile yazılmış kitabelerde Arnna olarak geçer. Homeros, Sarpedon yönetimindeki Ksantos'luların Troya savaşlarına katıldıklarını yazar ki bu olay, şehrin en eski yazılı tarihine işaret eder. Şehir, MÖ 546'da Pers kumandanı Harpagos tarafından kuşatılır. Ksantos'luların kahramanca karşı koyup direnmelerine rağmen çaresiz duruma düştüklerinde, kadın ve çocuklarını öldürüp şehri ateşe vererek insansız ve harap bir şehri Harpagos'a bırakırlar. Bu toplu intihardan o sırada şehirde bulunmayan 80 aile kurtulur ki, şehirlerini yeni gelen göçmenlerle yeniden kurarlar.

Fethiye-Kaş yolunda, diğer görülecek yerlerden daha uzak ama ulaşımı kolay Patara Antik Kenti (giriş 15 TL), Likya uygarlığının başkentliğini yapmış bir sahil kasabası. Patara, Apollon'un ve MS 4.yüzyılda Mira piskoposu olan Aziz Nikola'nın doğum yeri olarak ünlenmiş. Aynı zamanda Likya’nın en önemli limanlarından biri olduğu için yapılara da önem verilmiş. Günümüze gelen kalıntılar bir hayli iyi korunmuş.

Patara’ya giderseniz hem antik kenti gezebilir hem de halk plajını kullanarak denize girebilirsiniz. Eğlence etkinliği olmayan bu plaj tamamen dinlenme noktası... Patara'ya geldiğimizde karşılaştığımız manzara; 15 km uzunluğundaki uçsuz bucaksız bir kumsal, kıyıdan epeyce uzakta kırılıp köpük köpük gelen dalgalar ve dalganın uzakta kırılmasından dolayı duyulan upuzun dalga sesleri… Bu manzara karşısında bütün duygular birbirine girdi tabii; sevinç, sakinlik, huzur, adrenalin, coşku, ürperti, heyecan…

Bu muhteşem güzellik karşısındaki kısa süreli şoku atlattıktan sonra kumsalda bir yürüyüş yaptık. Artık yavaş yavaş akşam olmasına rağmen, bizim hâlâ kalacağımız yere uzak olmamız ve hava kararmadan varmak istememiz nedeniyle hemen yola çıktık. Patara’dan sonraki durağımız Kaputaş plajında sadece fotoğraf molası verdik.

Kaputaş'ın ardından Kaş - Demre - Finike güzergâhını takip ettik. Yol çok uzun ve virajlı olduğu için, şimdiye kadar konakladığımız en iyi uygulama oteli olan Kumluca Uygulama Oteline (150 TL) vardığımızda saat çok geç olmuştu. Akşam yemeğinin ardından otelde yaptığımız çay keyfi, günün bütün yorgunluğunu aldı.

8.Gün: Kumluca-40 dk-Adrasan-40 dk-Olimpos-40 dk-Çıralı-30 dk-Phaselis-40 dk-Kumluca

Eve dönmeden önceki son günümüzde, Kumluca'ya yakın doğal güzelliklere sahip yerleri görmek istedik. Her biri ayrı bir koyda olan bu güzellikler, kuşuçumu birbirine çok yakın olsa da koylara in, anayola çık derken, rotadan da gördüğünüz gibi birbirlerine 40 dakika uzaklıktalar. Kumluca'dan, bu koylardan istediğiniz birine gitmek isterseniz de 40 dakika yol almanız gerekiyor. 

İlk durağımız Adrasan, eski adıyla Çavuşköy, 2 kilometre uzunluğundaki kumsalıyla Kumluca'ya en yakın doğal güzelliklere sahip yerleşim birimi. Kumluca-Kemer yolundan Adrasan’a gitmek için Belen’den Adrasan levhasının olduğu yola sapıp 9 km inmek gerekiyor. Adrasan, yerli köy halkının turizm yaptığı yerlerden biri. Huzurlu ve doğayla iç içe bir tatil için, denizi ve ormanlarıyla son derece ilginç doğal güzellikleri barındıran Adrasan'ı tercih edebilirsiniz.

Adrasan'ın komşusu Çıralı da deniz, kum, güneş açısından çok zengin. Kumluca-Kemer yolundan Çıralı’ya gitmek için Ulupınar’dan Çıralı levhasının olduğu yola sapıp 7 km inmek gerekiyor. Mitolojik hikayesiyle ilgi odağı olan Çıralı aynı zamanda 3 kilometre uzunluğundaki ince kumlu sahili, hemen derinleşmeyen kıyısı, sessiz sakin atmosferi ve el değmemiş güzellikleriyle ülkemizin en iyi plajlarından birine ev sahipliği yapıyor. Gün doğumu ve gün batımında binbir rengin iç içe geçerek muhteşem bir cümbüş oluşturduğu Çıralı, yıllara meydan okuyan sadeliği ve temizliğiyle unutulmaz bir tatilin kapılarını aralıyor. Tertemiz havası, Likya yolu, Olimpos, sedir ormanları ve yaylaları, size kış aylarının yorgunluğunu attıracak cinsten. Çıralı'da veya bizim gibi Kumluca'da kalıp tatilinizi Çıralı’nın eşsiz atmosferinde geçirebilirsiniz.

Kalma bakımından Çıralı kadar konforlu olmasa da, Olimpos'un gizemli atmosferinde de tatilinizi geçirebilirsiniz. Kumluca-Kemer yolundan Olimpos’a gitmek için Ulupınar’dan harabe levhasının olduğu yola sapıp 11 km inmek gerekiyor. Dar fakat nefis güzellikteki yol bizi Olimpos’un sahiline kadar indiriyor.

Bu sahilin aynı ismi taşıyan bir antik kenti var. Dağ ve orman manzarasına sahip bu koyda denizin tadını çıkarırken, tarihi kalıntıları gezmeyi de ihmal etmeyin. Olimpos Ören Yeri (giriş 20 TL), içinden geçtiği dereciğin iki yanına yayılmış. Kumsaldan da görülen ve mezarların üzerinde bulunan yüksek tepe kentin akropolü...

Olimpos'un ilk kuruluş yılları, Yunanca adına dayanarak Anadolu'nun Helenleşme dönemine rastlıyor. Olimpos, Likya birliğinde 3 oy hakkına sahip 6 önemli kentten biriymiş. MÖ 188 yılında Likya kentleri, kendi birlikleri adına Roma'ya elçi göndermeleri sonucu, Roma tarafından tanınan resmi bir birlik kurmuşlar. Olimpos Örenyerinde klasik Roma dönemi tiyatro yapısı, bazilika ve hamam yapısı görülebiliyor.

Kentin Helenistik dönemdeki varlığına ilişkin arkeolojik veriler, MÖ 300 yılı civarına tarihlendirilen sur duvarı ve doğu nekropolde tespit edilen bir mezar anıtıymış.


Antimachos'un lahdi...

Korsan olarak tanınan Zeniketes, yaklaşık olarak MÖ 104-77 yılları arasında Olimpos ve Phaselis'le beraber Gelidonya körfezi ile Antalya'nın batı sahilleri arasındaki bölgede hakimiyet kurmuş. MÖ 77'de ise kent bütünüyle Roma hakimiyetine girmiş. Kentin Roma döneminde önemli konum aldığı, bu dönemdeki yoğun kentleşme faaliyetleriyle anlaşılıyor. Bir sonraki durağımız Phaselis gibi Olimpos da bir Dor koloni kentiymiş...

Olimpos'un komşusu ve Likya’nın en önemli liman kentlerinden biri olan Phaselis’te, bugün tarihi MÖ 7. yüzyıla dayanan harika bir antik kent (giriş 20 TL) bulunuyor. Bu antik kentin hemen yanında da aynı ismi taşıyan tam bir cennet koy var. Dağ ve orman manzarasına sahip bu koyda denizin tadını çıkarırken, tarihi kalıntıları gezmeyi de ihmal etmeyin. Günümüzün en anıtsal kalıntıları otoparkın önündeki su kemerleri olup önceleri ana kayaya oyulmuş armut şekilli sarnıçlardan karşılanan şehrin su ihtiyacı, Roma döneminde bu kemerlerle kuzeydeki tepede yer alan kaynaktan karşılanmış. 

En sağlam kalabilmiş kalıntılardan Phaselis tiyatrosu ise akropolisin yamacına inşa edilmiş küçük boyutlu, tipik bir Helenistik devir tiyatrosu...

Phaselis gerek plaj ve piknik alanı ve gerekse tarihi dokusuyla bölgenin en ilgi çeken ören yerlerinden biri. Olimpos gibi Phaselis plajı da, taşsız kumsalı ve saklı kalmış güzelliğiyle en güzel plajlar listemize dahil oldu.

Phaselis'in ardından, Kumluca-Kemer yolunu takip ederek konakladığımız Kumluca Uygulama Oteline vardık. Ankara’ya geri dönüş için valizimizi hazırlayıp dinlenmeye çekildik.

9.Gün: Kumluca - 8 saat - Ankara

Bugün eve dönüş günü. Sabah otelimizde yaptığımız açık büfe kahvaltı sonrası dönüş yolculuğumuza başlıyoruz. Arabamıza binip evimize doğru uzun bir yolculuğa çıkıyoruz. Kumluca - Olimpos - Çıralı - Tekirova - Phaselis - Tahtalı Teleferik - Kemer tabelalarını görerek Antalya şehir merkezine varıyoruz. Antalya'da muz ve narenciye alışverişi yaptıktan sonra, Isparta - Afyon üzerinden Ankara’ya doğru hareket ediyoruz. Doğu Akdeniz, Doğu Karadeniz, Doğu Anadolu derken, bu seneki seyahat rotalarımızın son durağını da arkamızda bırakıyoruz. Bu seferki tur biraz yorucu oldu fakat biz çok eğlendik, tam bir yaz tatili oldu. Güzel anılar biriktirdiğimiz seyahatimiz tatlı bir buruklukla burada sonlandı ama kalbimiz Ege'de kaldı...


Geçmiş yazın kısa özetini veren Yahya Kemal Beyatlı mısralarıyla bitirelim...

Rü'yâ gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle,
Her ânını, her rengini, her şi'rini hazdan.
Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle!
Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan

Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin:
Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde;
Mehtâb... iri güller... ve senin en güzel aksin...
Velhasıl o rü'yâ duruyor yerli yerinde!

1 yorum: