10 Nisan 2019

Karlar Altındaki Krallık: Nemrut


Nemrut'u, Arsemia'sı, milattan önceki tarihlere uzanan ilk yerleşimleriyle pek çok medeniyetin merkezi olmuş, bereketli çehresi, büyüleyici atmosferi ile Anadolu'nun en görülesi şehirlerinden biri Adıyaman. Nemrut Dağı Milli Parkının yer aldığı Kahta ilçesi de medeniyetlerin doğuş yeri olan Mezopotamya'ya yakınlığı nedeniyle tarih süreci içerisinde sayısız medeniyete ev sahipliği yapmış.

Nemrut Dağı Milli Parkı, içinde Kommagene Krallığının antik kentini barındıran bir ören yeri. Kommagene, Büyük İskender’in imparatorluğunun parçalanması üzerine ortaya çıkan birçok krallıktan biri. Güneydoğu Anadolu’daki bu krallık, batısındaki Roma ile doğusundaki Pers krallığı arasında sıkışıp kalmış. MÖ 1. yüzyılda, Kral 1. Antiochus (MÖ 62-32) Kommagene Krallığının lideriymiş. Antiochus, annesi tarafından Yunan, babası tarafından ise Pers krallığıyla bağlantılıymış. Antiochus öldükten sonra da, hatta dünya durdukça adının anılması için yaptırmış Nemrut Dağındaki anıt mezarını. Öldüğünde Nemrut Dağının, Fırat Nehrine bakan rüzgarlı tepesinde kendi inşa ettirdiği tapınağın taş yığınlarının içine gömülmüş...

Nemrut'a gitmek için sabah erkenden Şanlıurfa’dan ayrılarak yola çıkıyoruz. Kuzeye doğru, Adıyaman yönünde yol alıyoruz, yaklaşık 200 kilometrelik bir yolumuz var. İlk önce yolumuzun üstündeki Atatürk Barajı seyir terasına gidiyoruz. Güneydoğu Anadolu Bölgesinin en önemli projelerinden biri olan, Fırat Nehri üzerine kurulan Atatürk Barajını bir kafenin bahçesindeki seyir yerinden izliyoruz. 

Baraj gezisinin ardından Adıyaman’a hareket ediyoruz. Yine kuzeye doğru, Adıyaman yönünde yol alıyoruz, yaklaşık 2 saatlik bir yolumuz var. Adıyaman'da durduğumuzda, güneş yeni yeni kendini hissettirmeye başlamıştı. Şehirdeki benzin istasyonunda, görevli ön camı temizlerken biz depoyu doldurttuk.

Adıyaman'dan sonra doğuya doğru, Kahta yönünde yol alıyoruz, yaklaşık 1,5 saatlik bir yolumuz kaldı. Çevremizde geniş otlaklar, uçsuz bucaksız ovalar uzanıyor. Rüzgarla hafif hafif kımıldayan yumuşak dalgalar sanki. Bu dalgalanmalar, saflığın, duruluğun ilk evresi, ilk aşaması. Bir şiir geliyor aklımıza:
"Uzunca yürüdüm yollarda
Derelerden, köprülerden geçtim
Dağlardan akan pınarlarda
Buz gibi akan sulardan içtim

Türkiyem zümrütten yeşil
Göllerden, ırmaklardan geçtim
Dağlar, ovalar, ormanlar yemyeşil
Yeşil denizlerde dolaştım..."

Yılın 4-5 ayının karla kaplı olduğu, yolların geçit vermediği bu bölgede, Nisan ayının başında, yükseklerdeki karlar erimeye başlar ve Toroslar'ın en tepesine, Nemrut Dağına kadar ulaşmayı sağlayan yol açılır. Turistik geziler henüz başlamamıştır ve sit alanı ıssızlığını hala korumaktadır.

Kahta'yı geçtikten sonra manzara değişti. Toroslar görünmeye başladı. Yeşilin farklı tonlarındaki tarlalar görünüyordu. Uzaktan, Nemrut Dağının zirvesi gözüküyordu.

Küçük tepeler, dikenli bitkiler, kahverengi inekler, gri-siyah koyunlara rastlıyorduk yol boyunca. Dağların tepesindeki karları ve dağın yamaçlarına serpiştirilmiş bronz tonlardaki evleri uzun uzun seyrettik.

Bu manzara karşısında, sıradan bir yolcu daima bir korkuya kapılır, nedensiz bir tedirginlik duyar. Ama biz tam tersine yolculuğu, şafağın mavisini, toprak rengini, zümrüt yeşilini ve sarı tonlarını seviyoruz. Yollarda kendi izlerimizi buluyoruz. Bir demirci gibi bizim bedenimize şekil veren bu toprakları seviyoruz... Saflığın, duruluğun ikinci aşaması bu...

5 kilometre sonra ana yoldan ayrıldık. Artık ne asfalt ne de yol tabelası vardı. 

Bulutlara kadar yılankavi bir biçimde uzanan kilit taşlı yolu takip ettik. 

Artık hedefimizdeki topraklara ulaşmıştık.


Etrafımızdaki her şey beyaz, pamuksu ve nemli bir görünüm almıştı.

Bulutların arasındaydık...

Yol kenarlarında karlar vardı. Kum gibi, parlak ve farklı bir kar...

Kar kaplı yamaçları gözlerimizle okşayarak yola devam ettik.

Yaklaşık 1 saat kadar sarsılarak ilerledik. Kar yığınları gitgide daha parlak bir hal alıyordu. Saf ve duru yolun son aşamasıydı burası...

Geçen sene geldiğimizde arabayı gişede bırakıp burada bekleyen servis aracına binip çıkmıştık. Bu sefer sezon dışı olduğu için yolun son kısmını kendi aracımızla tırmanmanıza izin verdiler.

Kişi başı 5 TL ödedikten sonra yeniden yola devam ettik.

Sonunda, büyük kayanın dibindeki park alanını gördük. Arabadan çıktık ve hayranlıkla çevremize baktık. Şanslıydık, çünkü hava çok güzeldi, kimsecikler de yoktu.

Sis örtüsüyle kaplı dağların zirvesi görülmüyordu.

Issızlığın ortasında, karın sessizliği bir kristal bloku gibi etrafa çökmüştü. 

Buz gibi soğuk havayı ciğerlerimize teneffüs ettik. Bulunduğumuz yerin yüksekliği 2000 metreden fazlaydı. Daha tırmanacak 300 metre vardı. Güç toplamak için çikolata yedik, sonra ellerimiz cebimizde yürümeye başladık.

Mayıs ayına kadar kapalı olan bekçi kulübelerinin bulunduğu yeri geçtik, sonra kar tabakasının altından zorlukla görülen taşlardan oluşan yolu izlemeye başladık. Şimdi bir sis bulutunun içine giriyorduk. Dağın kenarına oyulmuş patikada tırmanış gitgide zorlaşıyordu. Dik yamaca yaklaşmamak için biraz dolambaçlı bir yol izlemek zorundaydık. Yan yan ilerliyor, sağ tarafımızdaki yamaçtan uzak duruyor, kayıp boşluğa uçmamak için büyük çaba harcıyorduk. Ayaklarımızın altında karlar gıcırdıyordu.

Soluk soluğa kalmıştık. Vücudumuzun güçten düştüğünü, ama zihnimizin hala uyanık olduğunu hissediyorduk. Buna karşın dağa bu kadar yakın olmak, terasların yakınlarda bir yerde olması bizi heyecanlandırıyordu... Heyecandan parmak uçlarına kadar titriyorduk.

Güneş, nihayet manzaraya şükran borcunu ödemeye başlamıştı. Vadinin dibinde, karla kaplı boğazlar uzanıyor, eski krallıklardan kalma harabelerle dolu ovalar görülüyordu. Güneş ışığı dağın kraterlerine vuruyor, beyaz, titrek kar birikintilerini ağır ağır eritiyordu. Diğer taraflardaki karlar sanki çoktan buharlaşmaya, milyarlarca küçük pul halinde tozlaşıp uçuşmaya başlamıştı. Öte yandan güneş bulutlarla oyun oynuyordu, bir yüzdeki ifadeler gibi dağların tepeleri kah gölgeleniyor kah aydınlanıyordu.

Yola devam ettik, doğu yamacına doğru. Kar kimi yerlerde çok kalın, kimi yerlerde ise oldukça inceydi; ama hep yumuşaktı. Dönüp arkamıza baktık, kendi ayak izlerimize doğru; sanki sessizliğin içinde çözümlenmeyi bekleyen gizemli bir yazıydı bu izler...

Sözle anlatılamaz bir heyecan dalgası sardı tüm vücudumuzu. Bu topraklar bizim topraklarımız ve biz de bu güzelliğe, bu sonsuzluğa ait bir milletiz. Ufukta bir an dörtnala ilerlemekte olan atalarımızın ordusunu görür gibi olduk; Anadolu'ya güç ve uygarlık getirmiş Türkleri, Nazım Hikmet'in dediği gibi:
"Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim....

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim..."

Sonunda, taştan baş heykellerinin bulunduğu, doğu tarafındaki birinci terasa ulaştık. Bir süre ateş sunağının üstünde durduk, burası Toroslar'ı 180 derecelik bir açıyla seyretme imkanı veren bronz yeşili taş bir platformdu. Heykelleri de tam karşıdan görüyordu.

Başlangıçta her biri 2 metre yüksekliğindeki bu dev başlar, bu tümülüsün tepesindeki dev heykellerin üstündeymiş, ama çağlar boyunca yaşanan depremlerle hepsi devrilmiş. İnsanlar tarafından yerleştirilmiş tümü, sanki bir zamanlar omuzlarıyla dağa destek veren güçlü kuvvetli insanlar...


Tam ortada, hem eski Yunan hem de Pers, melez tanrıların arasında ölmek isteyen Kommagene Kralı 1. Antiohos'un heykeli yer alıyor. İki yanında tanrıların tanrısı, yıldırımdan ve ateşten oluşan Zeus-Ahuramazda ile boğaların kanlarında insanları kutsayan Apollon-Mitra, başında başak ve meyveden oluşan taç bulunan krallığın bereket tanrıçası Tihe...

Güçlerine rağmen, bu yüzlerde dingin bir gençlik ifadesi vardı... İri, beyaz gözleri sanki hayallere dalıp gitmişti. 

Tapınağın bekçileri, aşınan yüzleri karla örtülmüş hayvanlar kralı Aslan ile göklerin hakimi Kartal da, bu hoşgörü dolu kortejdeki yerlerini almıştı.

Henüz gitme vakti gelmemişti, sis hala çok yoğundu. Sisin dağılmasını ve heykelleri net bir şekilde görebilmeyi bekledik.

Atkımızı biraz daha sıktık ve bu anıt mezarı inşa eden hükümdarı düşünmeye başladık; 1. Antiohos Epifanes. Hükümdarlık dönemi o kadar müreffeh olmuştu ki kendini çok şanslı addetti, hatta bir tanrı olduğunu iddia ederek, kendini bu kutsal dağın tepesine gömdürttü.

Sis dağılıyordu...

Birkaç saniye içinde sis kalkacak ve son bir kez dev başları sarmalayacak, kendi hafifliğiyle onları alıp götürecek, hareketliliğiyle onları cezbedecekti. Yüzler netliğini, çizgilerini kaybedecek, sonra da karın üzerinde dalgalanmaya başlayacaktı. İlk heykel Antiohos, sonra Tihe ve ardından da diğerleri; buzdan yükselen buharla sarmalanan, okşanan ve dumana boğulan heykeller...

Derken bulutlar dağılmaya başladı. Soğuk gittikçe artıyordu, ama bu coğrafyanın görkemi de her an biraz daha gözler önüne seriliyordu. Muhteşem bir manzara belirdi. Dağın başındaki heykeller, aşağıda pırıldayan göller... Burası gerçekten de çok esrarengiz ve büyüleyici bir yer. İnsanın içinde tarif edilmez derin bir şeyler uyanıyor.


Batı tarafındaki ikinci terasa geçmedik. Çünkü geçen sene geldiğimizden biliyorduk, oradaki heykeller çok aşınmıştı. Hem de oraya giden hiç ayak izi yoktu, yol da açılmamıştı. Doğu terastaki dev heykelleri gördükten sonra, milli parkın diğer güzelliklerini de görmek için aracımıza binip inişe geçtik. Önce yanımızdaki bir termos dolusu çayla bir şeyler atıştırdık. Bu soğuğun üstüne çok iyi gitmişti. Tekrar yola çıkmaya hazırdık. Nemrut dışında sırasıyla Kahta Kalesi, Cendere Köprüsü ve Karakuş Tümülüsünü gördük. İlk önce, yekpare bir kaya kütlesi üzerinde tüm ihtişamıyla yükselen Kahta Kalesini panoramik olarak görüp yola devam ettik.

İkinci durağımız Cendere Köprüsü, Romalılar devrinde Septimus Severus (MS 193-211) zamanında yaptırılmış. Dünyanın en eski kemerli köprülerinden biri. 2000 yıllık bir geçmişe sahip olan Cendere Köprüsünün bir öyküsü var.

Septimus Severus, köprünün her ucunda 2 adet olmak üzere 4 sütun diktirmiş. Bu sütunlar kendisine, askerlerin anası olarak anılan eşi Julia Domna'ya, oğulları Caracalla ve Geta'ya adanmış. Ancak taht kavgası sırasında öldürdüğü kardeşi Geta'ya dair tüm hatıraları yok etmek isteyen Caracalla, onun adına dikilen sütunu yıktırmış.

Bu yüzden, köprünün bir tarafında sadece tek sütun var. Kaderin garip bir cilvesi olsa gerek; kardeşini öldürüp imparator olan Caracalla Harran'daki Sin Tapınağı yolundayken, hak ettiği rütbeye getirilmediğine inanan ve fırsatını kollayan bir askeri tarafından öldürülmüş.


2000 yıldır doğa ve insan tahribatına direnerek varlığını sürdüren Cendere Köprüsünün uzunluğu 120, yüksekliği 30 ve genişliği ise 7 metre. Roma mühendisliğinin en güzel örneklerinden biri olan anıtsal köprü, her biri 10 ton ağırlığında 92 büyük taş bloğun üst üste konmasıyla yapılmış. Köprü, büyük bir kemer ile doğu tarafındaki küçük bir tali kemerden oluşuyor.

Köprünün altından Cendere çayı akıyor.


Son durağımız, Kommagene krallık ailesine ait bir anıt mezar olan Karakuş Tümülüsü, ismini çevresindeki 9 metre yüksekliğinde olan dorik sütunlardan birinin üzerindeki kartal heykelinden alıyor. Doğudaki sütun üzerinde yer alan yazıta göre bu mezar 2. Mithridates'in (MÖ 36-20) annesi İsias, kız kardeşi Antiochis ve yeğeni Aka adına yaptırılmış.

Güneydeki sütun üzerinde kartal, doğudaki sütunlar üzerinde aslan ve boğa, batıdaki sütun üzerinde ise kral 2. Mithridates'in kız kardeşi Laodike ile tokalaşma kabartması yer alıyor. 

Doğudaki sütunlar üzerinde yer alan aslan ve boğa heykelleri yıkık durumda...


Nemrut'tan sonra, Güneydoğunun en eski ve köklü kenti Diyarbakır’a doğru yola çıktık. Dönüş yolunda manzara değişti. Yeşilin farklı tonlarındaki tarlalar yerini taşlı, çorak bir araziye bırakıyordu. Kızıl renkli, çıplak tepeler, sarp kayalar yükseliyordu.

Küçük tepeler, dikenli bitkilere rastlıyorduk yol boyunca...

Vadinin dibinde, kırmızı lekeler, sarı haleler ve zümrüt yeşili boğazlar uzanıyor, eski krallıklardan kalma harabelerle dolu ovalar görülüyordu.

Güneş ışığı beyaz, titrek kar birikintilerini ağır ağır eritiyordu. Ovaya doğru indikçe karlar çoktan buharlaşmaya başlamıştı.

Adıyaman'dan Şanlıurfa sınırına doğru yaklaşırken manzara yine değişti. Yeşilin farklı tonlarındaki tarlalar yeniden görünmeye başladı.

Dağın yamaçlarına serpiştirilmiş köy evlerini seyrederek yolumuza devam ettik.

Diyarbakır'a giderken Fırat nehri üstüne kurulmuş olan Nissibi Köprüsünün üzerinden geçtik.

Adıyaman'ın Kahta ile Şanlıurfa'nın Siverek ilçelerini birbirine bağlayan Nissibi Köprüsü, İstanbul'daki köprülerin ardından Türkiye'nin en büyük (uzunluğu 610 metre) ve ilk yerli asma köprüsüymüş. Köprüden geçerken Fırat'a veda ettik, böylece kelimenin her anlamıyla Fırat gezimizi zirvede noktalamış olduk, Nemrut'un zirvesinde...



Nemrut Dağı yamaçlarındaki olağanüstü güzellikteki anıtsal heykeller, karlar arasında bir başka güzel ama siz kar olmadan da görmek isterseniz Kralların Taşlaştığı Yer: Nemrut yazımızı okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder