1 Ağustos 2017

Doğu Karadeniz'den Doğu Anadolu'ya: Trabzon, Rize, Artvin, Batum ve Erzurum



Karadenizde gezilecek pek çok rota, görülmesi gereken sonsuz manzara var ama hepsini bir seferde görmeye zaman yetmez. Bu yüzden epeyce eleme yapmak gerekiyor. Eğer nerelere seyahat etmeniz, nereleri gezmeniz ve neler yapmanız gerektiğinden emin değilseniz, size birkaç öneride bulunabiliriz. İlk Karadeniz turumuzu geçen sene yapmıştık, onu buradan okuyabilirsiniz. İkinci Karadeniz seferimizde de kainat kitabını okumaya devam ediyoruz... Siz de bizimle gözlerden uzak yalnız bölgelerin harikalıklarına tanıklık edin...

Geçen sene Orta Karadenizden başlayıp Rize'ye kadar gidebildiğimiz Karadeniz turunu bu sene Doğu Karadenizden başlatıp Doğu Anadoludan dönerek yapmaya karar verdik. Bu sene de Karadeniz seyahatimiz için 8-9 gün ayırdık. Siz de bizim gibi Karadenize doyamayanlardansanız ve her sene bir Karadeniz turu yapıp tatilinizi tabiatla iç içe geçirme hayaliniz varsa Trabzon, Rize, Artvin'den oluşan bir Doğu Karadeniz turu yapmanızı tavsiye ederiz.

Rotamız: Ankara - Trabzon - Rize - Batum - Artvin - Erzurum - Ankara

Bu rotamızda yaklaşık 3000 km'lik bir yol yapmış olduğumuzu ve yaklaşık 600 TL'lik yakıt harcaması yaptığımızı en baştan söyleyelim.

1.Gün: Yola çıkış, Ankara - 9 saat - Trabzon

Bugün Karadeniz seyahatimizin ilk günü, yola çıkarken Allah'tan hayırlı bir yolculuk diliyoruz. Yeşilin her tonuyla boyanmış manzaralar seyredeceğimiz, dünya üzerindeki cennet köşelere gitmek için yola çıkıyoruz. Yolumuz uzun ve yorucu, 9 saatlik bir yolculuktan sonra Trabzon'dayız... Akçaabat denince ilk akla gelen köftecilerden Nihat Usta'nın sahildeki şubesinde, yol boyunca ve yolculuk sonunda hissettiğimiz yorgunluğu unutturan Karadeniz manzarası eşliğinde Akçaabat köftesi yedik. Deniz manzaralı yemek yemenin zevki gerçekten çok büyük, hele de güzel bir yemeği tadıyorsanız… Yemekten sonra sahilde yürüyüş yapıp bir deniz havası aldıktan sonra tekrar yola çıkıp Trabzon merkeze gittik. Burada Uzun Sokak turu yapıp Beton Helva'da kağıt helva arasında beton dondurma yedik. Sonra konaklayacağımız KTÜ Sosyal Tesisine doğru yola çıktık. Geçen sene de burada kalmıştık ve çok beğenmiştik. Merkeze yakın ama gözden uzak, yeşiller içinde saklı ve sakin (yanındaki havaalanına inen uçak gürültüsünü saymazsak) bir ortam. Deniz kenarında ve yemyeşil doğa içerisinde yer alan lüks donanımlı odanın fiyatı 210 TL... Yarın güzel bir gün, açık bir yol bizi Uzungöl’e götürsün diye dileyip, dinleneceğiz.



2.Gün: Trabzon - 1,5 saat - Uzungöl - 1,5 saat - Rize Güneysu

Sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra, Trabzon'un görülmeye değer yerlerinden olan Uzungöl'e gitmek için yola çıktık. Uzungöl'e doğru giderken, yol üstündeki Hapsiyaş Köprüsünde mola verdik. Mimari özelliği ile Doğu Karadeniz bölgesinin en dikkat çekicilerinden olan bu köprünün üstü kiremitle kaplı olduğu için Kiremitli Köprü olarak da biliniyor.

Kiremitli Köprü uzaktan bile zarif ve heybetli, Trabzon'un doğasıyla birlikte oluşan görüntü ise seyri doyumsuz bir tablo...

Etkileyici Kiremitli Köprüyü gördükten sonra şimdi istikamet Uzungöl... Keskin virajlı yollardan sonra, son durağa geldik. İşte Uzungöl, işte yeryüzü ve gökyüzündekilerin Uzungöl aynasında kendisini her daim izlediği yer... Ve o muhteşem an, iki minareli caminin silueti göl içinde dalgalanıyor. Geçen seneki Karadeniz seyahatimizde çektiğimiz Uzungöl fotoğrafıyla manzara aynı olsa da görüntü çok farklı... İşte Uzungöl böyle her daim değişken bir atmosfere sahip...


Uzungöl'de bu sefer karşı tepelerin, ormanların, dağların sisli siluetini hayranlıkla seyrettik. Geçen sene gördüğümüz Uzungöl'den çok farklı bir manzarayla karşı karşıyayız...

Uzungöl'de yine hummalı bir çalışma var. Aydınlatma düzenlemesi ve göl temizliği yapılıyor. Ne kadar kadraja almamaya çalışsak da bazı fotoğraflarda gördüğünüz sarı borular, gölün üstündeki temizleme aracına bağlı olan boşaltma boruları. Eğer Uzungöl'ü ilk defa görecekseniz bu sene gitmeseniz iyi olur, biz Uzungöl'ü daha önce gördüğümüz için üstündeki temizleme aracı bile büyüsünü bozamadı.

Uzungöl'ün çevresinde yürüyüş yaparak bu güzelliğin her köşesini gezip her açıdan seyrettik...

Her karesini hafızamıza kazıdık...

Uzungöl’de acıkana kadar göl etrafında turlayıp fotoğraf çektik. Bol oksijen ve yürüyüş bizi acıktırdı. Göl kenarına kurulmuş Doğa Restoranda kuymak yedikten sonra Garaster yaylasına doğru yola çıktık. 

Garaster yayla yolu biraz bozuk olduğu için geçen sene yola devam etmeyip yol üzerinde bulunan bir kafede çay içip eşsiz bir manzara sunan Uzungöl'ü kuşbakışı izlemekle yetinmiştik. Bu sene yolda kalma korkusunu yenip yola devam ettik. Sonuçta istediğimiz her şey, korkunun diğer tarafında değil midir?

O kadar sisli bir hava vardı ki, havadaki neme elinizle dokunabiliyorsunuz, su buharı adeta üstünüze yağıyor. Bitkilerin üzerinde oluşan çiyden de bunu anlamak mümkün...

Beyaz bir sükût...

Garaster yaylasından sonra tekrar Uzungöl'e inip hava kararana kadar göl etrafında turlayıp fotoğraf çektik. Dağların arasına doğru ilerledikçe acıktığımızı hissettik. Artık Uzungöl'e veda zamanı gelmişti... Yemek için Rize şehir merkezindeki Beyda Yemek Sarayına gittik. Karadenizde yediğimiz en güzel pideden ve turbo tatlısından (fındıklı kadayıflı sütlaç) yedik. Uzungöl'de meşhur Karadeniz yemeklerini yiyebileceğiniz restoranların yanı sıra, kalabileceğiniz yerler de mevcut. Ama biraz pahalı olduğu için biz 120 TL'ye Rize Güneysu Öğretmenevinde konakladık. Şimdiye kadar kaldığımız Öğretmenevleri arasında en geleneksel mimariye sahip yerdi.

Uzungöl ise, hayatımızda görüp görebileceğimiz en güzel yerler listesine eklendi bile... Geçen sene söz verdiğimiz gibi bu sene de gelmek nasip oldu, inşallah her sene gelmek duasıyla ayrıldık Uzungöl'den…

3.Gün: Güneysu - 1,5 saat - Ayder Yaylası

Ertesi sabah perdelerimizi araladığımızda pırıl pırıl bir gökyüzüyle karşı karşıyaydık. Akşam karanlıkta geldiğimiz için fark edememiştik ama Öğretmenevi geleneksel mimariye sahip olduğu gibi bulunduğu yer itibariyle de geleneksel Karadeniz evleri ve çay bahçelerinin arasındaydı. Kahvaltıdan sonra dışarı çıktık ve hemen Öğretmenevinin yanında çay bahçeleriyle karşılaştık. Bu manzara bizi heyecanlandırmaya yetti ve hemen yola çıktık.


Rize gezimizde ilk önce Güneysu'da bulunan Hacı Hafız Yusuf Yılmaz Camisi'ne gitmek için Kıbledağı'na arabayla tırmanmaya başladık.


Kıbledağı'na çıkarken yamaçları süsleyen çay bahçeleri, sık ve geniş yapraklı bitkiler gördük. Yeşili bu kadar çok, oksijeni bu kadar yoğun, bu kadar çay kokulu bir yolculuk yapmamıştık daha önce...

Bu caminin açılışı yapılırken haberlerde görmüş ve gitmeyi kafamıza koymuştuk. Havadan görüntüleriyle göz dolduran bir manzaraya sahip olan cami, görkemli bir girişe ve mütevazi bir mimariye sahip... 

Kıbledağı Camii, Güneysu ilçesinin kıble yönündeki 1130 rakımlı tepede bulunması nedeniyle bu isimle anılıyor. Rivayete göre salih, zahit ve takva sahibi ecdadımız bu zirveye çıkarak bölgede ve tüm alemde vuku bulan doğal afet, kıtlık, kuraklık ve sel gibi musibetlerin gitmesi için dua edermiş. Caminin tarihçesindeki bilgiye göre, bu zirvedeki mescit 1800'lü yıllarda Mehmet Efendi ve Kuşahmet Efendi tarafından birlikte yapılan ahşap bir mescit olarak inşa edilmiş.


Daha sonraları vuku bulan bir yangın neticesinde bu ahşap yapı tamamen yanınca, ahali zemini büyük düz taşlarla kaplayarak açık hava namazgahı haline getirmiş. Bu haliyle 1962 yılına kadar ibadet mekanı olarak kullanılmış. Yöre halkının bu mekana olan ilgisi her zaman devam etmiş. 1962 yılında Güneysu Merkez Camii İmam Hatibi Hacı Hafız Yusuf Yılmaz'ın gayretleri ile tam zirvede, malzemesi takriben 2 saatlik mesafeden sırtlarda taşınarak kesme taştan 30 metrekarelik bir mescit inşa edilmiş. 2010 yılına kadar ulaşımın yaya olarak gerçekleştiği bu mescit ibadet, itikaf ve inziva yeri olarak kullanılmaya devam etmiş. Gerçekten tam inziva yeri, biz gittiğimizde kimsecikler yoktu, o sisin içinde sessizliği dinledik...

2010 yılında araç ulaşımına açılan tepeye, Cumhurbaşkanımızın Başbakanlığı döneminde yapmış olduğu ziyarette, mevcut yapının günümüz ihtiyacına cevap veremediğini tespit etmiş, burada klasik mimaride bir caminin inşa edilmesi ve çevre tanziminin yapılması talimatını vermiş.

Yapılan araştırmalar neticesinde İstanbul Üsküdar'daki Mimar Sinan'ın 1580 yılında inşa ettiği güzide eserlerinden biri olan Kuşkonmaz Camii örnek alınmış, projede günümüz ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde düzenleme yapılarak uygulanmasına karar verilmiş. Caminin temeli 23.05.2013'te atılmış olup dört mevsim çetin hava şartlarının hüküm sürdüğü Kıbledağı'nda fiili olarak 14 ay çalışılarak cami inşaatı tamamlanabilmiş. Biz yaz mevsiminde gittiğimiz halde hava bu kadar sisli ve serinse diğer mevsimler kimbilir nasıl oluyordur... 


Kıbledağı Camii, 14.08.2015 Cuma günü ibadete açılmış. İşte bizim haberlerde gördüğümüz tarih de bu olsa gerek...

Yukarıdaki fotoğrafta caminin giriş yolu ve aşağıdaki fotoğrafta Osmanlı tarzındaki çeşmesi görülüyor.

Kıbledağı'nın yolu çay bahçeleriyle dolu...

Güneysu'dan yola çıktık. Ayder'e ulaşmak için Ardeşen'de sahil yolundan ayrılıp kendimizi dağ yoluna vurduk. Çok güzel ormanlarla kaplı Fırtına vadisinden geçtik. Bulutların neme, nemin yağmura ve yağmurun da çaya dönüştüğü yer olan Rize'de, bu sene de bir damla yağmur göremedik. Ama geçen sene sonbaharda gittiğimiz halde hiç görmediğimiz kadar sisi bu sene gördük. Rize, yaylalar kenti olmasının yanı sıra aynı zamanda şelale deyince de akla ilk gelen şehirlerden biri... Ayder'e doğru yol alırken, bu şelalelerden biri olan Tar Deresi Şelalesini görelim istedik. Çamlıhemşin ile Ayder yaylası arasındaki Tar deresinden vadiye birçok küçük düşümlü şelale akıyor. Bunların en uzunu ve seyrine doyum olmayanı, gür bir ormanın içinde 250 metre yükseklikten üç kademeli olarak akan ve bulutlardan dökülüyormuş gibi göründüğü için Bulut Şelalesi olarak bilinen şelale...


Giriş ücreti 3 TL olan şelale, girişe 2 km uzaklıkta bulunuyor. Şelaleye ağaçların arasında masalsı bir şekilde kıvrılan patika bir yolda, su sesleri eşliğinde yapılan bir yürüyüş ile vardık. 

Şelaleyi ilk gördüğümüzde hayranlığımızı gizleyemedik, gerçekten bulutlardan dökülüyormuş gibi görünüyordu...


Yolun sonuna vardığımızda şelaleye ulaşmak için Tar deresinin üzerindeki tahta bir köprüden geçtik.


Kaçkar dağları içindeki doğal güzelliklerden biri olan Bulut Şelalesi, Rize'deki en yüksek şelale... Tabi yanına gelince üst tarafı görünmediği için sadece bu küçük kısmı görünüyor.


Tar deresinde güzelliği ve zarifliği ile ünlü bu şelaleyi hep görmek istiyorduk. Şelale çok etkileyici, üstelik en az kendisi kadar etkileyici bir coğrafyada yer alıyor, muhakkak görülmesi gereken yerlerden biri... Karadenizin bilinen yerlerinin dışında kalan ve ismi çok ön plana çıkmamış olan bu şelale sizde de hayranlık etkisi uyandıracak. Şelaleyi gezdikten sonra, bir doğa harikası olan Ayder'e doğru yola devam ettik. Bol oksijen ve yürüyüş bizi acıktırdı. Biz de Ayder yolu üzerindeki Ayder Doğa Alabalık Çiftliğine uğradık. Bir yandan tereyağında alabalık, mısır ekmeği, muhlama yedik, bir yandan da coşkuyla akan Fırtına deresinin sesiyle doğayı seyrettik. Muhlaması enfes ve yanında gelen mısır ekmeği çok güzel... Karadenizin bize öğrettiği bu lezzetleri evde de yapabilmek için buradan tereyağı (30 TL), muhlamalık peynir (20 TL) ve geleneksel yöntemlerle buradaki değirmende öğütülen mısır unu (3 TL) aldık. Ayrıca bu mükemmel doğadan elde edilen, binbir çiçeğin tadını taşıyan hem manen hem madden (250 TL) kıymetli Ayder balından alıp Ayder'e doğru yola çıktık.


Şimdi rotamız, güzelliğini sonuna kadar hissettiğimiz bir huzurun adresi olan Ayder...

Kaçkar Dağları Milli Parkına giriş ücreti 9 TL. Eşyaları kalacağımız otele bırakıyoruz. Geçen sene olduğu gibi bu sene de Ayder Yaylacı Otelde 240 TL'ye konaklayacağız.

Geçen seneden farklı olan odamızın manzarası bizi büyülüyor. Dağların zirvelerinden, bulutların arasından bir yerden bir su akıyor...

Otele yerleştikten sonra, Ayder’e 10 km uzaklıktaki Kavrun yaylasına doğru arabayla tırmanmaya koyuluyoruz.

Geçen sene Aşağı Kavrun yaylasına kadar çıkmış, yolun devamı çok daha bozuk olduğu için yukarısına cesaret edememiştik. Yapılana kadar her şey imkansız görünür... Bu sene bir adım daha ileri gidip Yukarı Kavrun yaylasına da çıktık. Kavrun yaylası, 2000-2260 m arası rakımda yer alıyor.

Dağda, neredeyse bulutların içinde bir yerdeyiz şimdi... Bulutlar iyice yaklaşmış, sanki üzerimize yağıyor. Yeryüzünün bulutlarla birleştiği yaylada gördüğünüz manzaralar sizi farklı bir dünyaya taşıyacak ve etkisinden uzun süre kurtulamayacaksınız. 

Yayla evleri, sıra ile bir mahalle düzeninde dizilmiş küçük, ahşap kulübelerden oluşuyor.

Kavrun yaylasının yerlileri Hemşinlilerden oluşuyormuş. Neredeyse her evde birileri var, inekleri de tabii...

Kaçkar dağlarının zirvesinden, bulutların arasından bir yerden bir su akıyor. Su sanki gizemli bir yerden, belki cennetten geliyor gibi... Dağların zirvelerini göremiyoruz...

Buradan akan su, Fırtına vadisine doğru büyüyerek akıyor...

Biraz daha vaktimiz olsaydı, Kavrun'dan yaklaşık 1,5 saatlik yürüyüş mesafesinde olan Kaçkar dağlarının zirvesindeki buzul göllerini de görmek istiyorduk. Bir sonraki gelişimizde buraları daha ayrıntılı gezmeyi düşünüyoruz.

Yemyeşil doğası, dağı, temiz havası, şelaleleri, yayla evleri, kaplıcasıyla bir doğa harikası olan Ayder, doğa severler için bir cennet gibi... Bu güzelliği henüz görmeyenlerdenseniz, havası, suyu, doğallığıyla büyülemek üzere sizi beklediğini söyleyelim. Çünkü bu güzelliği görmemek, hayattaki birçok tattan mahrum kalmaktır...

4.Gün: Ayder - 2 saat - Gürcistan Batum - 2 saat - Güneysu

Ayder sabahının serin, tatlı ve iştah açan havasında kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra, otelimizde kahvaltı edip Batum’a hareket ediyoruz. Batum için biraz araştırma yapmıştık. Söylenen en önemli şey Sarp sınır kapısına erken gidilmesiydi. Biz erken gitmedik ve tam 4 saat kapıda bekledik! İnanılmaz kalabalık ve sınır kapısını yenileme inşaatından dolayı işlemler çok yavaş ilerliyor. Bütün Karadeniz sınıra gelmiş gibi... Beklemek o kadar uzun sürdü ki sıranın sonundayken çok uzaktan gördüğümüz bu caminin yanına gelince çok sevindik.


Araştırmamızda Batum'da ucuz olduğu için benzin alma sırası olduğu söyleniyordu ama biz fiyatlarda bu kalabalıklığa değecek çok büyük bir fark göremedik. Ayrıca, petrol istasyonlarının çoğunda yakıtı kendiniz dolduruyorsunuz, Türkiye'deki gibi bir hizmet anlayışı yok. Batum'a girmek için 15 TL'ye yurt dışı çıkış harç pulu almanız gerekiyor. Kimlik, ruhsat ve ehliyet yanınızda olsun. Arabayla sınırı geçebilirsiniz ancak, arabanın içinde yalnız sürücü giriş yapabiliyor. Yolcular arabada oturup giriş yapamıyor, yaya girişinde sıra beklemeniz gerekiyor.



Sarp sınır kapısını geçer geçmez karşınıza gelecek döviz bürolarının birinde paranızı bozdurun. Şehir içine doğru gittikçe daha pahalı oluyor. Batum'da İngilizce yok denecek kadar az, Türkçe biraz var ama muhakkak anlaşıyorsunuz bir şekilde. Biz alışveriş olarak sadece magnet koleksiyonumuza eklemek üzere Batum magneti aldık. Onun da üstünde fiyatı yazıyordu. Parayı uzattık, magneti ve para üstümüzü aldık. Konuşmaya gerek kalmadı :) İsimlerin sonuna "i" koyunca Gürcüce oluyor. Sarpi, Batumi, Çoruhi bunlara bir örnek. Batum'un iklimi güzel, mikroklima özelliği ile Akdeniz iklimini kuzeyde yaşatan bir Karadeniz şehri, düzlük bir yerde kurulmuş. Batum'un sokaklarındaki manolya ağaçları ve yemeklerinden Hinkal yani Gürcü mantısı (bizim Ardahan mantısı olarak bildiğimiz bohça şeklindeki mantı) kentin sembolü gibi, magnetlerinde bile mantı var. Batum bize çok yakın olmasına rağmen yerel saat olarak 2 saat ileride, zamanınızı ona göre ayarlayın. Bir kiliseyi ya da tarihi bir meydanı sokaklarda bulmak için buraya gelmeden Batum'un çevrimdışı haritasını indirin, kolaylıkla bulursunuz, zaten her yer yürüme mesafesinde. Biz Karadeniz'de de internetin çekmediği yerler olur diye Rize, Artvin gibi yerlerin çevrimdışı haritasını indirdik, çok işe yaradı, çünkü özellikle Artvin'de internet hatta telefon çoğu yerde çekmiyor...

Batum ile ilgili dikkat etmeniz gereken noktalardan sonra artık Batum gezisine başlayalım. Sarp sınır kapısını geçtikten sonra bir süre deniz kenarından ilerledik. Daha sonra yol biraz içeriye giriyor. Önce Hz. İsa’nın havarilerinden olan St. Mathias`in mezarının da bulunduğu Roma döneminden kalan ve en son Osmanlılar döneminde kullanılan Gonio (Apsaros) Kalesini gördük. Kale Batum’un 15 kilometre güneyinde, Çoruh nehri ağzında bulunuyor.

Kaleden sonra, Batum şehir merkezine doğru devam ederken Bayburt’tan doğup Batum sınırlarına kadar kendine keskin çizgiler oluşturan Çoruh nehrinin üzerinden geçtik. Artvin'deki Çoruh'tan burada eser yok, Artvin bölümünde siz de göreceksiniz...

Yolun devamında şehir merkezine çıkacaksınız. Merkeze doğru giderken böyle bir binanın yanından geçtik, sanırım bir devlet binası...


Merkeze geldiğimizde arabamızı Türkiye'den gelen ana yola park ettik, park ücretleri düşük, gönül rahatlığıyla bırakabilirsiniz. Park ettiğimiz yer, Batum'daki tek cami olan Orta Cami'ye de çok yakındı. 1866 yılında Ahmet Paşa'nın annesi tarafından iki cami arasında yaptırıldığından Orta Camii olarak adlandırılmış. Tüm diğer dini yapılarda olduğu gibi, Sovyet döneminde 1935 yılında kapatılmış ve askeri depo olarak kullanılmaya başlanmış.

1946 yılından beri hizmet veren camide, 1990’lı yıllarda yenileme çalışmaları yürütülmüş, şimdi Kur'an kursu ve müftülük binası ile bir arada hizmet veriyor.


Batum’un sembollerinden biri olan bu caminin içi Karadenizli ustalar tarafından boyanmış. Hemen arkasında da Türk Sokağı ve Türk restoranları var.

Batum'da birçok meydan var. Biri saatli kulesinden tanıyabileceğiniz, şehrin etkinlik meydanı olan Piazza Meydanı (Batumi Piazza). Burası Avrupa şehirlerinin meydanlarını anımsatıyor. 5,700 metrekare alanı kaplayan meydan, içerisinde otel, restoran ve kafelerin olduğu Piazza kompleksi ile çevrili. Meydanda insanlar canlı müzik eşliğinde çay, kahve içiyor. Türkiye'de alışılmamış bir durum olduğu için çok ilgimizi çekmedi. 


Bir diğer ünlü meydan ise elinde altın postu tutan Medea heykelinin bulunduğu Avrupa Meydanı (Europe Square). Şehrin ana meydanı olarak geçiyor. Batum’da hemen hemen her meydanda bulunan havuz fıskiyelerini ve gotik tarzda inşa edilen binaları burada görebilirsiniz.

Sıcak yaz akşamlarında kalabalıklara ev sahipliği yapan parkın merkezinde yer alan, elinde altın post ile Medea heykeli 1 milyon Lari’ye mal olmuş. 2007 yılında, ünlü bir Gürcü heykeltıraş tarafından yapılmış. Burada Argonot’ların altın post efsanesini anlatan bir sütun var. Altın post efsanesi, antik Yunanistan ve Gürcistan arasındaki ilişkileri yansıtıyor. Efsaneye göre, Ordu'dan hatırlayacağınız Yason Yunanistan'dan çıkıp Batum'a geliyor. Altın post, kralın kızının yani Medea'nın elinde. Yason esir düşüyor. Ne var ki, kralın kızı Yason'a aşık oluyor. Altın postu da alarak Yunanistan'a kaçıyorlar. Altın posta sahip olan dünyaya hükmedermiş. Bu altın post efsanesine günümüzde de bayağı inanan varmış. Amerika ve Rusya’nın, altın postu elde ederek, dünya egemenliğini ele geçirme düşünceleri sonucu, Gürcistan’a yardım yaptıklarını düşünüyorlarmış...


Altın renkli Poseidon heykeli ve rengarenk çiçekleriyle, şehrin renkli meydanlarından biri olan Tiyatro Meydanı da görülmeye değer. Meydanın hemen yanında da tiyatro binası bulunuyor.


Batum tiyatro binasının tarihi 1879 yılına kadar dayanıyormuş. O zamanlar 400 kişilik küçük bir binaymış. Şimdiki tiyatro binasının inşaatı, 1930 yılında Moskovalı bir mimarın projesi ile başlamış ama 2. Dünya Savaşı sırasında durdurulmuş. Savaş bittikten sonra binanın inşaatına devam edilmiş ve 1952 yılında tiyatronun açılış töreni düzenlenmiş.


Astronomik Saat (Astronomic Clock), Medea heykelinin de üzerinde olduğu Memed Abashidzade Bulvarı üzerinde yer alan eski National Bank of Georgia binasının üzerinde bulunuyor.

Bu saat...


Bu da açıklaması, biz anlamadık ama...

Şehrin merkezinde bir katedral, bir de kilise turistler tarafından popüler durumda. Bakire Meryem Katedrali (Holy Mother Virgin Nativity Cathedral) ara sokaklarda bir yerlerde. Batum’un katedrali sayılan kilise 19. yüzyılda inşa edilmiş, oldukça görkemli bir yapı. Neo-Gotik tarzda inşa edilmiş 3 kubbeli kilisenin büyük, renkli vitray camlarında, pek çok dini sahne sergilenmiş. Sovyet zamanlarında arşiv ve yüksek gerilim laboratuvarı olarak kullanılmış olan katedral, bugün Batum’un en büyük ana kilisesiymiş.


St. Nikolas Kilisesi (St. Nickolas Church) sahile çok yakın, Piazza Meydanı ile aynı sokakta. Osmanlı egemenliği döneminde inşaatı Yunanlılar tarafından başlatılmış. Osmanlı Devleti, kilisede çan olmaması şartıyla inşaata izin vermiş. 1865 yılında başlanılan kilise inşaatında kullanılan taşlar Trabzon’dan getirilmiş. Kilise 2012 yılında tamamen yenilenmiş.

Radisson'un hemen önündeki park içinde Alfabe Kulesi, Dönme Dolap, Ali ve Nino Heykeli var. 

Onların biraz ilerisinde de Chacha Tower ve Fener Kulesi yer alıyor.

130 metre uzunluğundaki metal Alfabe Kulesi (Alphabet Tower), kökeni 5. yüzyıla kadar giden ve dünyada kullanılan 14 alfabe türünden biri olan Gürcü alfabesine ithafen 2012 yılında yapılmış. Üstünde Gürcü alfabesinin 33 harfi bulunan, DNA sarmalına benzeyen mimarisi ile dikkat çeken kulede, şehri izlemek amacıyla asansörle yukarı çıkabiliyorsunuz. Gürcistan dünyada kendi yaptığı alfabeyi kullanan tek ülkeymiş...


Batum limanın hemen yakınında deniz kıyısında 2010 yılında kurulan, 8 metre yüksekliğinde çelikten yapılmış Ali ve Nino Heykeli, görülmesi gereken bir sanat eseri olarak geçiyor. Heykel, Azerbaycanlı yazar Kurban Said'in ünlü romanının kahramanları Azeri genç Ali ve Gürcü prenses Nino arasındaki aşkı anlatması amacıyla yapılmış.

Figürler birbirlerine doğru yavaşça hareket ederek, her 10 dakikada bir değmeden iç içe geçiyor.


Ali ve Nino heykelinin hemen yanı başındaki büyük Dönme Dolap (Ferris Wheel), şehri yukarıdan görmek isteyenler için eğlenceli olabilir. 55 metre yüksekliğinde, 250 kişi kapasiteli dönme dolap her bir turunu 10 dakikada tamamlıyormuş.

Dönme dolabın yakınında limandaki Batum Fener Kulesi (Batumi Lighthouse), ilk olarak Osmanlı döneminde 1863’de inşa edilmiş. 1878 yılında Ruslar ikinci defa inşa etmişler. Günümüzdeki 21 metre yüksekliğindeki feneri ise 1882 yılında Fransız mühendisler inşa etmiş.

Soldaki fotoğrafta yer alan 25 metre yüksekliğindeki, 4 çeşmeli Chacha Tower; sağdaki fotoğrafta yer alan İzmir Saat Kulesinin bir kopyası olarak liman yakınında sahildeki parkta inşa edilmiş.


İzmir demişken Türkiye'yi ne kadar özlediğimizi fark ettik :( 

Gün batarken Batum gezimizi bitirdik. Gelirken 4 saat kapıda bekledik, dönüşte beklemeyiz diye düşünürken 3 saat de akşam bekledik. Yine inanılmaz bir kalabalık vardı. Bu sefer de bütün Gürcüler sınıra gelmiş gibi... Özellikle yaya geçişinde Gürcülerin arasında kalıyorsunuz, bir Türk görürseniz ondan ayrılmayın sakın...

Seyahat iyi kötü yakıştırması yapmaksızın sadece gezmek için yapılır... Şimdiye kadar gezdiğimiz yerlerin kötü yönleri varsa bile çok önemsemedik, hep bu bakış açısıyla gezdik ama Batum için aynı şeyi söyleyemiyoruz maalesef...

5.Gün: Güneysu - 1,5 saat - Mençuna Şelalesi - 2 saat - Borçka Karagöl - 1,5 saat - Artvin

Bugün artık daha önce hiç gitmediğimiz yerlere doğru, Artvin'e doğru yola çıkıyoruz. Evliya Çelebi Artvin'i şöyle anlatmış: "Kahve ikram ettiler. İçtik ama fincanın boşunu koyacak düz bir yer bulamadık!" Engebeli bir araziye sahip Artvin, Karadenizdeki önemli yayla turizmi merkezlerinden biri. Artvin'deki bir başka doğal güzellik de şelaleler ve kanyonlar. Yemyeşil ormanlar arasında, tepelerden dökülen şelaleleri ve heybetli kanyonları görmeden Artvin'den ayrılmayın. Özellikle, Doğu Karadenizin en büyük şelalesi olan Mençuna Şelalesi görmenizi önerdiğimiz doğal güzelliklerden. Mençuna Şelalesine gitmek için sahil yolunda Arhavi'den içeri girdik. İlk durağımız şelale yolu üzerindeki Çiftekemer Köprüsü...

Doğal güzellikleri ile olduğu kadar tarihi yapıları ile de gezginleri kendine çeken Artvin'de Karadenizin en güzel köprülerini görmeden geçmeyin. Zaten Mençuna Şelalesine gitmeye karar verdiyseniz görmeden geçemezsiniz, çünkü tam yol üstünde...

Moloz taş ve kesme taşlardan inşa edilmiş.

İki akarsunun birleştiği noktadaki köprüler muhteşem ve çok iyi korunmuş.

Mençuna Şelalesine, Çiftekemer Köprüsünü geçip Arhavi deresini Kamilet vadisi boyunca takip ettikten sonra ulaşılıyor. Ancak, navigasyonun gösterdiği Mençuna Şelalesine gelince ortada şelale falan göremedik. Orada sadece Mençuna konakları ve bir sürü araba vardı. Bu arabalar bu otelin müşterileri mi acaba bu kadar insan nereye gitti, bu şelale nerede, navigasyon yine bizi yanlış yere getirdi diye düşünürken yolun devamındaki patika yoldan biraz yürüyelim dedik. Ve bir de ne görelim :)


Meğer şelale navigasyonun gösterdiği yerin biraz ilerisindeymiş. Yani girişi oradaymış :) Şelaleye ulaşmak için dağa doğru dik bir patikadan yarım saat tırmanmamız gerekiyormuş. Tırmanırız ya ne olacak dedik ama merdivenler çok dik ve çok yorucuydu :(


Tırmanmasına tırmandık ama hava serin olmasına rağmen çok yorulduk, susadık ve ter içinde kaldık. Bu doğal çeşmeye vardığımızda yolun neredeyse tamamını ve enerjimizi tüketmiştik. Burada bir dinlenin, buz gibi sudan bir için, bir kendinize gelin, yoksa bu yorgunlukla şelalenin güzelliğini algılayamayabilirsiniz...


Şimdi yola devam edebiliriz :) Ve yine bir tahta köprüden geçtik.

Çok sallantılı bir geçiş :)


Yorulduğumuza değdi, yine bulutlardan dökülen bir şelale :)

Fotoğraflarda büyüklüğü pek anlaşılamasa da insanlarla karşılaştırıp biraz olsun hayal edebilirsiniz. Karlar eridiği zaman ya da yağışın bol olduğu zamanlarda karşısında zor duruluyormuş.


Şelalenin serinliğinde bütün yorgunluğumuzu attıktan sonra dönüş yolculuğuna geçtik.


Dönüş yolundaki manzaralar... Artvin'de yayla evleri hala ahşaptan yapılıyor. Çok tatlı görünüyorlar.


Ve yolun sonuna vardığımızda, yine ne umduk ne bulduk diye düşündük... Yol üstünde sandığımız şelaleye bakıp Karagöl'e geçecekken yaklaşık 2 saatimizi burada geçirmiş olduk. Yorulduk ama değdi. Demek ki böyle bulutlardan dökülen şelaleleri görmek için ter, kararlılık ve çaba sarf etmek gerekiyormuş...


Mençuna Şelalesinden sonra geldiğimiz yolu geri dönüp sahil yoluna çıktıktan sonra bu sefer Hopa'dan içeri girip Karadenize veda ediyoruz. Hopa'dan Borçka'ya geçerken dağlara tırmanıyoruz ve tehlikeli bir mevki olan Cankurtaran Geçidini aşıyoruz. Borçka’da buluştuğumuz Çoruh nehri boyunca gidip Camili (Maçahel) yoluna döndükten 20 km sonra, yol ayrımından Borçka Karagöl’e sapıyoruz. Karagöl'e araçla ulaşım zor değil, binek araçla ulaşmak mümkün. Artvin merkezden en fazla 1,5 saat...

Karagöl girişi... Bu arada, fotoğraflarımızda hiçbir renklendirme yapmadığımızı, tamamen doğal renkleriyle yayınladığımızı hatırlatalım.

Borçka Karagöl Tabiat Parkına giriş araçla 9 TL. Göl, Tabiat Parkının içinde yer alıyor. Girdikten sonra aracımızı otoparka bıraktık, gölün kenarına araba ile girilemiyor.

Gölün çevresinde bulunan ormanlarda; vaşak, boz ayı, çengel boynuzlu dağ keçisi, dağ tavuğu, yırtıcı kuşlar varmış. Florayı merak ediyoruz ama faunayı asla, bir boz ayıyla karşılaşmak istemeyiz değil mi :)

1430 metre yükseklikte ve etrafı tamamen dağlarla çevrili. Heyelan sonucu oluşmuş. Ağaçların yansıması suya vuruyor ve göl de yemyeşil görünüyor. İsmi Karagöl değil de Yeşilgöl mü olsaydı acaba :)

Konaklama için bir tesis yok ama çadır ve karavanla gezenler kamp yapıyor. Gölün hemen kenarındaki ağaçların altında keyifli kamp alanları var. Yaban hayatın uğramayacağının garantisi tabi ki yok ama en azından kalabalık olduğundan ihtimaller daha düşük. Karagöl'de belediyenin işlettiği bir restoran var. Aynı zamanda etrafı piknik alanı...

Öyle el değmemiş ki, inanılmaz bir yer... Gölün etrafında bir patikada yürüyorsunuz ve zaman zaman tahta köprülerden geçiyorsunuz.

Karagöl'de balıklar elinizden ekmek yiyorlar. Öyle alışmışlar insanlara... Arada ayı da uğruyormuş.

Bol bol resim çektik. Sonra sis basmaya başladı. Karagöl bize sisli utangaç yüzünü de gösterdi. Sanırım öğleden sonra sisleri Karadenizde epey yaygın. Erken saatlerde gitmenizi öneririz.


Buraya kadar gelmişken biraz devam edip Maçahel'e de çıkmak isterdik ama sis basmıştı ve akşam oluyordu. Maçahel'in balı meşhur, arılar hani şu antibiyotik niyetine yenilen ballardan yapıyor. Biz de bal almanın tam yeri dedik ve Ayder balı gibi hem manen hem madden kıymetli Maçahel balından aldık. Karagöl'den sonra Artvin merkeze doğru yola çıktık. Borçka'dan Artvin'e çok rahat vardık. Yolda bu güzel manzarayı kaçırmamak için bir fotoğraf molası verdik. Borçka ile Artvin arası hep böyle Çoruh nehrinin doldurduğu barajlardan oluşuyor.

Artvin merkeze geldik ama yolculuğumuz bitmedi. Güneş batana kadar Artvin merkeze 12 km mesafede olan Hatila Vadisine de gidelim dedik. Yolu o kadar kötü, tehlikeli ve uçurumlarla doluydu ki bu kadarlık mesafeyi neredeyse 1 saatte gittik. Bu yollarda dönüşümüz karanlığa kalmasın diye bir yandan da acele ettik. Akşam akşam yüksek dozda bir macera oldu. Hatila Vadisindeki cam seyir terası 2015 yılında yapılmaya başlanmış ama hala yol çalışması yapılıyor.

Yoldaki korkumuz geçmemişti ki yerden yüksekliği 220 metre olan teras da bu korkuyu pekiştirdi. Biz terasa korkarak çıksak da üstüne 25 kişi aynı anda çıkabiliyormuş.

Hatila Vadisi 1994 yılında milli park ilan edilmiş, giriş ücreti 9 TL. Milli parkın rakımı 3224 metreye kadar çıkıyormuş, seyir terası ise 490 metre rakımda.

Vadiden geçen Hatila deresi, derin ve dar tabanlı vadiyi V şeklinde oymuş.

Hatila Vadisinin coğrafyası muhteşem, insanı hem ürkütüyor hem de büyülüyor. Seyir terasının altından gümbür gümbür akan derenin çağlayan sesine, doğasına, oksijenine, yeşilin her tonuna ve muhteşem manzarasına hayran kaldık.

Güneş batmadan tekrar Artvin merkeze geldik ve içimiz rahatladı.

Bu da konakladığımız Öğretmenevinden Artvin'in görünüşü...

Rivayet odur ki, Evliya Çelebi Artvin için tavuk yumurtayı koyacak yer bulamaz diye ifade etmiş. Gerçekten Artvin'de eğimsiz alan bulmak çok zor...

6.Gün: Artvin - 2 saat - Şavşat Karagöl

Ertesi sabah perdelerimizi araladığımızda pırıl pırıl bir gökyüzüyle karşı karşıyaydık. Öğretmenevi bulunduğu yer itibariyle neredeyse bütün Artvin'i görüyordu. Bu manzara bizi heyecanlandırmaya yetti ve kahvaltıdan sonra hemen yola çıktık.

Artvin ülkemizin doğal güzelliklerinin en nadidelerinden bazılarına ev sahipliği yapıyor. Bu güzellikler arasında koruma altındaki milli parklar da var. Şavşat'a uzaklığı 24 km olan Karagöl Sahara Milli Parkı, Artvin'de gezilecek yerler arasında ilk sıralarda yer almalı. Karagöl için önce Şavşat'a gelmeniz gerekiyor. Hemen Şavşat'a girmeden Karagöl kavşağı var. Yönlendirmeler sizi götürecektir. Yolu her araca uygun. Ama yolların çoğu 10-30 evlik yaylalardan geçen toprak dağ yolları. Ne bir tabela var, ne de telefon çekiyor. Allah'tan çevrimdışı navigasyonu indirmişiz.

Karagöl'e giriş araçla 9 TL. Göl, Milli Parkın içinde yer alıyor. Aracımızla gölün kenarına kadar girdikten sonra aracımızı bıraktık ve gölün kenarında yürümeye başladık. Gölün etrafında yürürken her haline şahit olduk. Karagöl kimi zaman dalgalı...

Kimi zaman dalgasız, sakin...



Şavşat Karagöl, Borçka Karagöl'den daha küçük bir göl. Gölün hemen yanına çadır kurma şansınız yok çünkü gölün etrafından yol dolaşıyor. Ama yolun yanındaki araziye kurabilirsiniz. Ulaşımı daha zor olduğu için çok daha sakin ve gürültüsü az...


Burada hem kamp yapılabiliyor hem de konaklama için küçük bir işletme ve bungalov evler varmış ama biz görmedik. Göl kenarında özel sektör tarafından işletilen bir tesis ve lokanta bulunuyor.

Gölün bulunduğu Meşeli köyünün MÖ 3000 yıllarında yerleşim yeri olduğu ve göl kıyısında 400-500 yıl önce insanların tarımla uğraştığı bilimsel çalışmalarla kesinleşmiş.

Gölü gezdiren teknelerin motoru yok, gürültü olmadan kürek çekerek gezebilirsiniz.

Çöküntü sonucu oluşan gölün derinliği 27-33 metre arasında değişiyormuş. İçerisinde sazan ve çeşit çeşit akvaryum balığı var, avlanmak yasak...

Çevresi 972 metre olan gölün etrafında yürüyüp bu güzel manzaralara şahit olduktan sonra dönüş yolculuğuna geçtik.


Karagöl'e giderken Şavşat'a varmadan Şavşat (Satlel) Kalesinin yanından sola dönmüştük. Karagöl dönüşü kaleyi görmek istedik. Merdivenlerden yukarı çıktığımızda kalede kazı çalışmalarının yapıldığını gördük. Biz etrafa bakarken kazı başkanının doktora öğrencisi olan kazı sorumlusu yanımıza geldi. Kalede çalışma yapıldığını ancak nezaketen bizi gezdirebileceğini söyledi. Şimdiye kadar hiçbir kaleyi rehberle gezmemiştik. Bize ayrıntılı bir şekilde bilgi verdi. Şavşat kent merkezine 4 km uzaklıkta olan kale, iki derenin birleştiği vadinin içerisinde, fazla yüksek olmayan ana kaya üzerinde oval biçimde şekillenmiş. Surla çevrelenmiş iç kale, 950 metre rakımda ve stratejik bir alanda bulunuyor.


Kalenin tarihsel geçmişi ortaçağ dönemine dayanıyormuş. Bu dönemde yöreye hakim olan Gürcü Bagratlı Krallığı tarafından 10.yüzyılda inşa edildiği, 16.yüzyıl içerisinde Osmanlı egemenliğine girerek 19.yüzyılın ortasına kadar Şavşat beylerinin oturduğu yönetim yapısı olarak işlev gördüğü tespit edilmiş. 1572 tarihli 2.Selim'e ait Osmanlı belgesine göre kalenin esaslı onarım gördüğü anlaşılmış. 17.yüzyılın ortalarında ünlü seyyahımız Evliya Çelebi, kaleden aynı adla kısaca söz etmiş.

Yaklaşık 100 yıl define arayıcıları ve taşları söken köylülerin talanına maruz kalan kalenin sur dışı eteklerinde herhangi bir mimari yapı kalıntısı bulunmuyor. 1987 yılında taşınmaz kültür varlığı olarak tescillenen kale, uzun yıllar kendi kaderi ile baş başa kaldıktan sonra, 2007 yılında Yüzüncü Yıl Üniversitesi başkanlığında, ülkemizin farklı üniversitelerine mensup değişik branşlardaki bilim insanlarından oluşan bir ekiple başlatılan arkeolojik kazı ve restorasyon çalışmaları sayesinde; yörede ilk kez yok olmaya yüz tutmuş tarihsel bir değerin yeniden ayağa kaldırılması sonuç vermiş. Kazı çalışması bu sene bitecek olan kalede kapsamlı bir restorasyon düşünülüyormuş. İnşallah kale kısa bir süre içerisinde gezilip görülecek değere ulaştırılır...

Artvin, Karadenizdeki önemli yayla turizmi merkezlerinden biri demiştik. Özellikle, Artvin'in boğa güreşleriyle ünlü yaylası olan Kafkasör Yaylası görmenizi önerdiğimiz doğal güzelliklerden...

Her yıl geleneksel boğa güreşlerinin yapıldığı Kafkasör Yaylasında yürüyüş yaparken aniden karşımıza bu boğa çıktı. Önden ve arkadan iki kişinin tutmaya çalıştığı boğanın ne kadar hızlı koştuğunu arkadaki ormanın kayan görüntüsü anlatıyor...

Artvin'i gezdikten sonra Doğu Karadeniz turumuzu burada bitirmiş bulunuyoruz. Yarın güzel bir gün, açık bir yol bizi Erzurum'a götürsün diye dileyip, dinleneceğiz.

7.Gün: Artvin - 2 saat - Erzurum

Sabah Artvin'e ve Çoruh'a veda edip Erzurum'a doğru yol alıyoruz. Artvin'in yollarındaki manzara; yol boyunca uzanan Çoruh, baraj gölleri, dimdik dağlar, bol virajlı yolları ile daha çok Doğu Anadoluya benziyor. Artvin-Erzurum yolu nasıldır diye çok merak ediyorduk. İstediğiniz her bilgiyi de internetten tam olarak bulmak mümkün olmuyor, bazı şeyleri yaşamadan öğrenemiyorsunuz. Artvin'de yollar çoğu zaman toprak heyelanlı daracık yollardan ibaret. Ama Artvin-Erzurum yoluna muazzam tüneller, viyadükler yapılmış. Uzunlukları 2 km'ye varan ve birbirinin peşi sıra devam eden 20-25 tünelden geçerek yol alıyoruz. Artvin'den Erzurum'a araçla gayet rahat geçebilirsiniz.

Bugün önce Tortum Şelalesine uğrayıp sonra Erzurum merkezi gezip akşam Erzurum Öğretmenevinde kalacağız. Tortum Şelalesine doğru ilerlerken artık Karadeniz ikliminden çıkıyoruz. Arkamızda Artvin, önümüzde Erzurum... Bir yanı Karadeniz iklimi, bir yanı karasal... Sıcaklık yükselmeye başlamış, etrafımız bozkırlaşmaya... Artvin'den sonra dağlardan kıvrıla kıvrıla iniyoruz. Erzurum'a yaklaşıyoruz adım adım... Erzurum sınırlarına girdiğimizde iklim, yeryüzü şekilleri, bitki örtüsü değişiyor. Ve şelaleye geliyoruz... Etraf oldukça kurak fakat şelale sayesinde hayat bulmuş bir vadi var. Bir vahaya benziyor sanki... Görüntü muazzam...


Giriş ücreti 5 TL olan Tortum Şelalesi muhakkak görülmesi gereken yerlerden biri. Arabamızı park edip şelaleye giriyoruz. Şelale 22 metrelik genişlikten ve 48 metre yükseklikten akıyor. Düşen sular, üstte gökkuşağı, altta koca bir dev kazanı meydana getiriyor. Şelalenin bulunduğu bölgede ziyaretçiler için piknik alanı ve hemen şelalenin altına inen merdivenlerin üzerinde izleme balkonu bulunuyor. Yüksek merdivenler sayesinde şelaleyi panoramik olarak görebiliyorsunuz. Şelalenin altındaki sular buz gibi :)

Tortum Şelalesi, Çoruh vadisinin en görkemli doğal hazinelerinden biri. Tortum çayının aktığı Tortum vadisini kapatan büyük bir toprak kayması sonucu oluşan Tortum Gölünün kuzey ucunda yer alıyor. Toprak kayması 8 km uzunluğunda ve 1 km genişliğindeki Tortum Gölünü ortaya çıkarmış. 

Şelale, Tortum Gölünü meydana getiren heyelan setini aşan sularla besleniyormuş. Tortum Şelalesi en coşkun akışına, göldeki su yüzeyinin en yüksek olduğu Mayıs ve Haziran aylarında ulaşıyormuş. 

Biz debisinin en düşük olduğu zamanda gitmişiz ama yine de bütün ihtişamını hissettik.

Artık yola devam etme zamanı... Şelalenin kaynağı Tortum Gölünü görüyoruz ama vakit kaybetmemek için durmayıp Erzurum'un yolunu tutuyoruz. Erzurum, yüz ölçümü bakımından Türkiye’nin 4. büyük kenti, oldukça gelişmiş bir yer. Ayrıca doğuda gördüğümüz ilk il. Erzurum, yiğitlerin, dadaşların, Nene Hatunların şehri...

Vardığımızda Öğretmenevine yerleşiyoruz hemen. İki memur fiyatı 124 TL. Erzurum Öğretmenevi, konaklama kapasitesi bakımından Ankara Başkent Öğretmenevinden sonra 2. büyüklükteymiş, gerçekten çok büyük bir bina. Öğretmenevine yerleştikten sonra dışarı çıkıyoruz. Artık sıra Erzurum'u gezmede... Öğretmenevinin önünde, vatan haini bölücü eşkıya tarafından katledilen fedakar öğretmenlere atfen Şehit Öğretmenler Anıtı yaptırılmış...

Öğretmenevinin karşısındaki Atatürk Evi Müzesi, Erzurumlu bir zengin tarafından 19.yüzyılın sonlarında konak olarak yaptırılmış. Mustafa Kemal ve arkadaşları, 9 Temmuz'dan 29 Ağustos 1919'a kadar 52 gün süren dönemde milli mücadelenin en önemli adımlarından birini gerçekleştirmek üzere bu konağa yerleşmişler ve Erzurum Kongresi çalışmalarının önemli bir kısmını bu konakta sürdürmüşler. Cumhuriyet tarihimiz ve milli mücadelenin temelleri açısından, önemli kararlar alınıyor Erzurum'da. Alınan bu kararların en önemlisi: “Milli sınırlar içinde vatan bölünmez bir bütündür, parçalanamaz.”

Erzurum'u gezmek için önce Cumhuriyet Caddesine çıkıyoruz, çünkü her şey bu caddede toplanmış. Erzurum gezimizde ilk durağımız, müze olarak ziyarete açık olan tarihi Yakutiye Medresesi...


Medrese binası öyle büyük ki kadraja zor sığıyor. Burası Müzekarta ücretsiz. İlhanlı döneminden günümüze kalan nadir eserlerden biriymiş. 1995 yılında restore edilen medrese, Türk İslam Eserleri ve Etnografya Müzesi olarak düzenlenmiş. 

1310 yılında İlhanlı Hükümdarı Sultan Olcayto zamanında askeri vali Gazanlı Hoca Yakut tarafından geleneksel Selçuklu mimari tarzında yaptırılmış. Anadolu'daki kapalı avlulu medreselerin en büyüğü ve son örneklerinden biri olan yapı, çifte minareli olarak planlanmış. Taçkapısındaki geometrik ve bitkisel motifli bordürler döneminin özelliklerini taşıyor. Taçkapının iki yan yüzünde; kartal, hayat ağacı ve arslan motiflerinden oluşan panolar bulunuyor. Taçkapının sağındaki tuğla minarenin gövdesinde sırlı tuğlalarla farklı bir bezeme işlenmiş.


Basık kemerle örtülü kapıdan giriş holüne, oradan da bir kapıyla medresenin muazzam avlusuna geçiliyor. Ortası mukarnaslı bir kubbe ile örtülü avlunun çevresine talebe odaları ve dershaneler yerleştirilmiş. Avlunun orta kısmında üstünde hava ve ışık penceresi bulunan görkemli bir kubbe yer alıyor.


Yakutiye Medresesi ile aynı meydanda bulunan Lala Paşa Camisi, Erzurum'da Osmanlı döneminde yapılan ilk cami olması bakımından önem taşıyor.

Yapı, Kanuni Sultan Süleyman'ın komutanı, Kıbrıs fatihi ve Sadrazam Lala Mustafa Paşa tarafından, Erzurum Beylerbeyi görevini yürüttüğü dönemde, 1562 yılında yaptırılmış.

Mimar Sinan'a ait olan eserin yanında bir saray, bir de sübyan mektebi yer alıyormuş, ancak bunlar günümüze kadar ulaşamamış.

Lala Paşa Camisi, İstanbul'daki Şehzadebaşı, Sultan Ahmet, Eminönü Yeni Camii gibi camilerde uygulanan plan tipinde, ancak onlardan hayli küçük ölçekli olarak inşa edilmiş.

Şimdiki durağımız Ulu Camii de Cumhuriyet Caddesi üzerinde...

Ulu Camii, Erzurum'un en eski camilerinden. Saltuklu emirlerinden Nasirüddin Muhammed tarafından 1179 yılında yaptırılmış. Saltuklular'ın, Selçuklular gibi vezirlere ve valilere verdikleri "Atabey" unvanından dolayı burası "Atabey Camisi" olarak da biliniyor.


Düzgün kesme taşla inşa edilen Ulu Cami, mihraba dikey 7 sahından oluşuyor. Mihrap önü tavanı ahşap kırlangıç kubbe ile örtülü. Caminin mihrabında yalın geometrik süslemeler yer alıyor. Üçü kuzeyden, ikisi doğudan toplam 5 kapı ile içeriye giriliyor. Ulu Camii'nin içerisinde Kabe, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa maketleri de var. Aşağıdaki fotoğrafta solda görülüyor.

Cumhuriyet Caddesinin sonuna geldiğinizde karşınıza Çifte Minareli Medrese çıkacak. Medresenin, Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad’ın kızı Hundi (Hüdavend) Hatun tarafından 13.yüzyılda yaptırılmış olabileceği düşünülüyor. İlhanlı hanedanlarından padişah Hatun tarafından da yaptırılmış olabileceği düşüncesi ile çeşitli kaynaklarda yapının adı, "Hatuniye" veya "Hande Hatun Medresesi" olarak da geçiyormuş. 

Medresenin, 26 metre yüksekliğindeki, rengarenk çinilerle süslü yarım minareleri, bu tarihi esere isim olmuş. Bir de efsanesi var minarelerin yarım kalmasıyla ilgili... Şöyle ki; inşa edilen bina yükseldikçe çırak, ustasından daha zanaatkar olduğunu göstermeye başlamış. Bu durumu ne kadar kıskansa da usta bir şey diyemiyormuş. Bir gün çalışırlarken, çırak ustasından su istemiş. Bunu duyan usta "Usta idim oldum şegirt (çırak), al destiyi suya seğirt" diyerek kendisini minareden aşağıya atmış. Hatasını fark eden çırak çok pişman olmuş ve ustasının arkasından o da kendini minareden aşağıya atmış. Çalışan işçiler bu olaya çok üzülmüşler ve işi yarım bırakarak gitmişler...

Selçuklu mimarisinin en önemli ve görkemli örneklerinden biri olan Çifte Minareli Medrese; açık avlulu, iki katlı ve dört eyvanlı plan tipiyle inşa edildiği dönemin mimari özelliklerini günümüze aktarabilen en önemli yapılardan biri. Selçuklu dönemi Türk kültürünün özünü içeren geometrik ve bitkisel figürlü süslemeleri ile ilginç bir bütünlük arz eden taç kapı...


İki yanındaki firuze renkli mozaik çinili panolar ve yivli gövdeli çifte minareleriyle dikkat çeken yapı, devrinin en büyük ve görkemli yapıları arasında yer alıyor. Medresenin minare kaidesinin alt kısmında, Yakutiye Medresesinde de olduğu gibi kartal ve hayat ağacı motiflerinden oluşan 4 pano bulunuyor. Bu panolarda kalın bir silmenin çerçevelediği sivri kemerli nişler içerisinde, iki ejderhanın kuyrukları ucundaki bir hilalden çıkan ve yelpaze gibi iki yana açılan yapraklar arasında, hayat ağacı motifi görülüyor. Hayat ağacının altındaki çift ejder figürü sadece Çifte Minareli Medresede kullanılmış. Taçkapının sağındaki hayat ağacı üzerinde çift başlı kartal figürü işlenmiş, diğerleri tamamlanamamış.


Zaman yitik sanki hiç yaşanmamış,
Bu mekan ne ilk ne son durak.
Karşıda Çifte Minare bak,
Taşı işleyen nakkaş; hem Selçuklu, hem Dadaş...

Çifte Minareli Medresenin arkasında, Hundi Hatun‘un türbesi olduğu söylenen bir kümbet var.


Çifte Minareli Medresenin arkasına doğru giden caddeden devam ettiğinizde karşınıza Üç Kümbetler çıkacak. Anadolu'da bulunan anıt mezarların en eski, en güzel ve farklı örnekleri arasında yer alıyor. Üzerlerinde kitabe bulunmayan kümbetlerin en büyüğünün Emir Saltuk'a ait olduğu ve 12.yüzyılın sonlarında yapıldığı sanılıyormuş. Diğer kümbetlerin kime ait oldukları bilinmezken bunların da 14.yüzyılda inşa edildikleri tahmin ediliyor. Gövdenin altındaki mezar odalarına giriş yapıların içinden sağlanmış. 

Erzurum Kalesinden, Çifte Minareli Medrese ve arkasındaki Üç Kümbetlerin Palandöken ile birleşen görüntüsü... Erzurum'un güneyinde yer alan 3170 metre rakımlı tektonik bir dağ Palandöken. Erzurum şehir merkezinin rakımı 1950 metreyi bulduğundan, şehir merkezinden Palandöken pek heybetli görünmüyor.


Erzurum Kalesi, 5. yüzyılda Bizans İmparatoru tarafından yaptırılmış. Bir tepenin üzerine kurulan kale, şehrin güvenliğini sağlayan muhafız askerlerin bulunduğu iç kale ve halkın ikamet ettiği mahalleleri de içine alan dış kaleden oluşmaktaymış. Günümüzde iç kale sağlam kalmış olmasına rağmen şehri çevreleyen üç sıra halindeki dış kale surları büyük ölçüde yıkılmış. Dışa açılan kapıların ise sadece Erzurum sokaklarında gezerken kah bir semtte kah bir dükkanda göreceğiniz adları kalmış; Tebriz kapı, Erzincan kapı, Gürcü kapı ve sonradan açılan İstanbul kapı ile Yeni kapı...

Erzurum Kalesi Müzekarta ücretsiz...

Saat Kulesi (Tepsi Minare) de kalenin içinde... Kule, ortaçağda gözetleme kulesi olarak kullanılmış. Osmanlılar ise saat kulesine çevirmiş. Merdivenleri oldukça dik... Ama yukarıya çıkınca 360 derecelik bir Erzurum manzarası sunuyor.


İç kalede Saltuklu Türkleri zamanında yapılan Saat Kulesi ve Kale Mescidi, Türk mimari döneminin ilk örnekleri olması bakımından önem taşıyor.

Mescid 12.yüzyılda Saktuklular zamanında yapılmış. Erzurum'daki en eski Türk yapısı olarak kabul edilen Kale Mescidi, mescid-türbe arası ilginç bir mimari özelliğe sahip. Kıble duvarıyla sura bitişen mescit, dikdörtgen bir plana sahip...


Saat kulesinden kalenin görünümü... İç kalenin avlusunda oda halinde mekanlar yer alıyor.


Artık dönüşe geçip Rüstem Paşa Bedestenine doğru yola devam ediyoruz. Taşhan adıyla da anılan Rüstem Paşa Kervansarayı, Kanuni Sultan Süleyman’ın veziri Yemen fatihi Rüstem Paşa tarafından 16.yüzyılda yaptırılmış. Orijinalinde toprak damla örtülü olan yapı Cumhuriyet döneminde kurşun levhalarla kaplanmış. Yolcuların gece ve gündüz her türlü ihtiyaçlarının karşılandığı bu yapı Osmanlı kervansaray mimarisinin şaheser örneklerinden biri...

Erzurum, tarihi İpek Yolu üzerinde bulunduğu için Rüstem Paşa Kervansarayı, doğudan gelen ticaret kervanlarının en önemli uğrak yerlerinden biriymiş. Doğudan gelen tüccarlar, ticaret eşyalarının gümrüklerini burada öder, at ve develeri ile bu kervansaraya veya diğer hanlara yerleştirilirmiş. Rüstem Paşa Kervansarayında imarethane, mescit, dinlenme yeri, bezirgan dükkanları, ahırlar yapılmış. Ancak, bunların bir kısmı yok olmuş. Bahçesinde orta kısımda bulunan havuzun yerinde ahırlar bulunuyormuş, sonradan çeşme konulmuş.

Kervansaray, günümüzde özellikle oltu taşından yapılan takıların satıldığı dükkanları ile ünlü... Biraz pahalı olsa da buradan oltu taşından takılar alabilirsiniz. Oltu taşı topraktan çıktığında çok yumuşak olmasına rağmen, hava ile temas edince sertleşir, kullandıkça parlarmış. Gerçek olup olmadığını anlamak için taşı elinize alıp nefesinizle buharlaştırdığınızda, buharı çekmesi ve üzerinin nemlenmesi gerekirmiş.


Artık yemek zamanı... Erzurum'da ne yenir? Tabi ki cağ kebabı :) Biz Gel Gör Cağ Kebabı yedik, çok güzeldi, tavsiye ederiz. Zaten cağ kebabı her türlü güzel ama Erzurum'da gerçekten daha başka güzel. Tatlı olarak da kadayıf dolması yenmeli ve Gel Gör'den paket yaptırıp memlekete götürmeli :) 

Yemekten sonra Öğretmenevine doğru giderken gördüğümüz Fil Geçti Köprüsü dikkatimizi çekti. Erzurum Cumhuriyet caddesinin en merkezi konumunda yer alan Fil Geçti Köprüsünden gerçekten filler mi geçti ki bu ismi aldı diye düşünmeden edemedik. Tabi ki bu ismi boşuna vermemişler. İşte Fil Geçti Köprüsünün Ankara'ya da uzanan hikayesi:

1400'lü yılların başında Osmanlı Devleti ile Timur arasında ilişkiler bozulmaya başlar. Timur ile Beyazıt arasındaki karşılıklı atışmalar havanın iyice sertleşmesine neden olur ve sonunda iki tarafta da savaş kararı alınır. Çubuk ovasında 1402 yılında Ankara Savaşı ile Osmanlı Timur'a yenilir ve fetret devrine girer. İşte bu savaşa giden Timur'un filleriyle geçtiği mekanlardan biridir burası... Timur ordusundaki fillere çok güvenir, bakımlarına özen gösterirmiş. Erzurum'a gelen Timur ve ordusu, o zaman buradan akan dereyle karşılaşınca filleri karşı tarafa geçirmek için bir köprü yapılmasına karar verilir. Köprü yapılır ve filler köprüden geçer. Böylelikle o tarihten sonra adı fil köprüsü olarak kalır. Zamanla dere kapatılınca köprü de unutulur gider. Köprü uzun bir zaman sadece isim olarak kalır zihinlerde, kimse onu günyüzüne çıkarmayı düşünmez, ta ki belediye 2000 yılının başında buradaki Dere Mahallesi ile Çaykara'yı birleştirene kadar. Eski köprüden günümüze gelen herhangi bir kalıntı olmasa da, yeni yapılan köprüye Fil Geçti Köprüsü adı verilmiş...

Erzurum, yolculuğumuzun son durağı. Yolculuk maksadına eriyor. “Dünya yolculuğumuz da maksadına ersin” diye diliyoruz...

8.Gün: Erzurum - 10 saat - Ankara, Eve dönüş

Bugün önümüzde uzun ve yorucu olacak bir eve dönüş yolculuğu var. Bu seyahatimizde de aklımızdan hiç çıkmayacak manzaralar gördük, müthiş maceralar biriktirdik. Erzurum'dan ayrılmadan önce; Erzurum'un keşfetmek isteyene tükenmez bir hazine, bakana bir ayna, söyleyene bir türkü, hissedene bir şiir, gidene bir yol, gelene bir ana yüreği kadar müşfik ve kucaklayıcı olduğunu söylemeden gitmeyelim... Eğer siz de bunlardan biriyseniz, buyurun Erzurum'a... Erzurumlu şair İsmet Barlıoğlu'nun mısralarıyla kucağını açmış sizi bekliyor:

Göklere direklenir Çifte Minareler,
Erzurum‘daki Tebriz Kapısı‘nda,
Arkasında Hatuniye Medresesi
Ve Hundi Hatun‘un türbesi olan kümbet,
Doğan güneşleri kucaklayıp basar bağrına,
Batan güneşleri yolcu eder minelerle, menevişlerle,
Güneş bir başka doğar Çifte Minareler‘e,
Bir başka batar, onu selamlayarak,
Çinilerin her biri bir başka ışıkla kucaklaşır
Yanarak, yakılarak.
Kapkara taşları hangi tılsımla işledin, ördün
Elini-ayağını öptüğüm,
göz nuruna, emeğine, ruhuna kurban olduğum ustam? 
Kanaviçe gibi desem; değil,
Nakış gibi desem; değil,
Halı gibi desem; değil,
her biri bir ayrı cennet bahçesinden alınmış mucize,
Üstlerinde yüzyıllardan bu yana gelen türkü,
her biri yüzyıllara işleyen birer koku,
her biri bir ayrı renk, bir ayrı ahenk,
Döktüğün göz nuru güneşlerin nuruna denk.
Çekiç sesleri birer yanık türkü gibi soluklanıyor
Işığın öpüp okşadığı desenlerde,
Desenler öylesine bir güzellik ki; ne güzellik…
İçine emeğin en özenlisi katıştırılmış,
Gönül karıştırılmış,
Ruh karıştırılmış,
Tümü bir ince sevgiyle yoğrulmuş
Ve Çifte Minareler
Yokluktan dikilmiş boşluğa, doğrulmuş.
Bir yanında yılan motifleri, bir yanında kartal,
Girişi; başlar üstünde yıldız yıldız,
Kapısında bir görkem,
Bir soylu görkem,
Bir akıllara durgunluk veren gönül işi,
Bir büyük, bir tükenmeyen sevgi işi,
Olduğu gibi gözler önünde cana getirip durur geçmişi.
Güneş vurur, ay vurur, yıldızlar vurur
Minarelerden her birinin pürüzsüz çinilerine
Yansıta yansıta parıltıyı ötekine,
Yeniden yansıtarak döner berikine,
Bir renk, bir ahenk cümbüşü ses verir hevenk hevenk
Ve bir inanılmaz ustalık çıkar karşınıza rengarenk.
Aktaranlar öyle aktarırlar ki; 
Minarelerden birini bir usta yapmış,
Öbürünü çırağı,
Daha da bir güzel olmuş
Çırağın minaresi berikinden
Ve usta kendisini atıp ölmüş üzüntüsünden, kederinden.
Namaz kılınmaz olmuş bu yüzden Çifte Minareler‘de,
Yapan ustanın kanı kaldığı için yerde.
Tıpkı kale surları gibi sarar sarmalar
Dayanıklı taş duvarlar medreseyi,
İçeride karşılıklı saflar halinde görkemli odalar,
Ortalarında bir büyük tavansız alan
Ve tam karşıda, bir taraçaya çıkan çifte basamaklar,
Taraçada insanı şaşkına çeviren
Bir büyük kümbet,
Altında Hundi Hatun‘un makberesi,
İlk günki gibi yankılanır durur
Görkemli kubbelerde sesi.
Kümbetin tepesinden hala daha sarkar, sallanır
Kırk halkalık yekpare bir mermer zincirin üç halkası,
Gerisini işgalden sonra götürmüş düşman; 
Kahrolası.
Erzurum‘daki Çifte Minareler, anam-babam,
Bir san‘at harikası,
Bir san‘at…
Fırtınası.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder