27 Ağustos 2023

Bir İstanbul Masalı: Üsküdar

“Üsküdar bir hazine idi. Bir türlü bitmiyordu.” Ahmet Hamdi Tanpınar Huzur’da Üsküdar'dan böyle bahseder. Üsküdar, camiler ve türbeleriyle birlikte anılır. Burada yapılmış olan dört büyük cami de aşka, güzelliğe ya da annelik duygusuna ithaf edildiğinden, Üsküdar’da hakiki bir kadın saltanatı olduğunu düşünür. Hakikaten de böyledir. Huzur’da ve Beş Şehir’de adı geçen ve 3. Ahmed’in annesi için yaptırdığı Yeni Valide Camii, diğer bilinen adıyla Valide-i Cedid Camii, Tanpınar’a göre 3.Ahmed devrinin en güzel eseridir.

Beş Şehir’de Tanpınar’ın İstanbul’u yaprak yaprak açılan bir güle benzetmesi, aslında yapraklar gibi ayrı ayrı varlığını sürdüren ama birleşerek bir bütünü, İstanbul’u oluşturan semtlere de bir vurgudur. İstanbul, çok güzeldir; bu güzellik ancak yıllardır güzelliğin sembolü haline gelmiş gül ile anlatılabilir.

Beş Şehir’de yaprak yaprak İstanbul’u bulabileceğimiz yerlerden birinin de Üsküdar olduğundan bahseden Tanpınar, göze batan, şaşaalı eserlerin yanında daha küçük, mütevazı köşelerin bizim asıl peyzajlarımız olduğunu söyler. İstanbul’un mahallelerini yapan da halkın yaşarken yaptığı  bu peyzajlardır. Peyzaj önemlidir ama manzara gibi değil, çünkü tarih ile günümüz, kültür ile tabiat arasında bağlantı kurar.

Bu bakımdan Üsküdar, uzaktan bakıldığında değil; yanına yaklaşıldığında duyulabilecek hikâyeler anlatır. İlk bakışta kavranamayan bu yer, derinine inilerek incelendiğinde bize büyülü yüzünü gösterir. Üsküdar’da unutulmaya yüz tutmuş, değeri  bilinmemiş bu küçük köşelerin her biri ayrı ayrı konuşur; önemli olan bu seslere kulak vermektir.



Biz de bu seslere kulak vermek için Üsküdar'ı gezdik. Üsküdar'ı anlatırken, mimari eserleri ve bu eserlerin tarihi önemiyle birlikte, bazı eserlerin yapılış hikayelerini de vermeye çalıştık. İstanbul Boğazının en etkileyici manzaralarına şahit olduk. Üsküdar'ın en önemli özelliklerinden biri de kuşkusuz Boğaz manzarasının vazgeçilmez yerlerinden biri olan Kız Kulesi. Tarih  boyunca şairlere, yazarlara ve ressamlara ilham kaynağı olan Kız Kulesi, İstanbul Boğazının incisi. 2500 yıllık tarihi ile İstanbul'un simgelerinden biri. O yüzden ilk olarak Kız Kulesi ile başladık gezmeye...


İstanbul'un imzası, Üsküdar’ın sembolü haline gelen, hakkında çeşitli rivayetler anlatılan, efsanelere konu olan Kız Kulesi, İstanbul Boğazı’nın Marmara Denizi’ne yakın kısmında, Salacak açıklarında yer alan küçük bir adacık üzerinde inşa edilmiş. Bu adacık, Asya sahillerinin çıkıntısı olan bir kara parçasının kopmasıyla oluşmuş. Bugün üzerinde yer aldığı kayalıktan ilk olarak MÖ 410 yılında söz edilmiş. 


Zaman içinde harap olan ve sürekli yeni yapılara ev sahipliği yapan bir adacık olmuş. İstanbul'un fethi sırasında Venedikliler tarafından üs olarak kullanılmış. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u kuşattığı sırada Bizans'a yardım etmek için Venedik'ten gelen bir filo burada üslenmiş. Üsküdar’da Bizans devrinden kalan tek eser olan kuleye, bazı Avrupalı tarihçiler Leander Kulesi demiş. Yüzyıllar boyunca boğazdaki gemi trafiğini kontrol etmek amacıyla kullanılan kule, karaya yakın ancak şehirden izole olması nedeniyle zaman içerisinde pek çok efsaneye konu olmuş. 


Evliya Çelebi kuleyi şöyle tarif etmiş:
“Deniz içinde karadan bir ok atımı uzak, dört köşe, sanatkarane yapılmış bir yüksek kuledir. Yüksekliği tam 80 (seksen) arşındır. Sathı mesehası iki yüz adımdır. İki taraftan yerde kapısı vardır.”


Hakkında neden yapıldığına dair çeşitli rivayetler ve efsaneler bulunan Kız Kulesi, bu gizemi anlayabilmek adına bile görülesi mekanlardan. 2021-2023 arası gerçekleştirilen 20 aylık restorasyonun ardından halka açılan yapı, günümüzde müze olarak hizmet veriyor. İstanbul'un en romantik ve gizemli yerlerinden biri olan Kız Kulesine Üsküdar Salacak‘tan kalkan ufak teknelere binerek ulaşabilirsiniz, taşıma ücreti 50 TL. Fotoğraflar 2019 yılındaki eski halinden, gittiğinizde yeni haliyle karşılaştırabilirsiniz. Mutlaka görülmesi gereken tarihi bir mekan...


Sunay Akın der ki: "İstanbul'da İstanbul'u sevdireceğiniz en çirkin yer Kız Kulesi'dir; çünkü yalnızca oradan baktığınızda Kız Kulesi'nin güzelliğini göremezsiniz."
Sezai Karakoç ise onu “Denizin ortasında yükselmiş ışık anıtıdır o/İslâmın denizden güneşe yükselen sütunu gibi” mısralarıyla anlatmış.

Üsküdar'ın yeni simgesi olan Çamlıca Cami ise cumhuriyet tarihinin en büyük camisi. Yapımına 2013'te başlandı ve 2019'da açılışı yapıldı, bize de ziyaret etmek nasip oldu. Çamlıca Camisi, halı serili alanında 25 bin olmak üzere 63 bin kişinin aynı anda ibadet edebileceği bir cami kompleksi olarak tasarlanmış. Camide aynı anda 8 cenazenin namazı kılınabiliyormuş.


Mimarisinde Osmanlı-Selçuklu ile günümüz mimarisinin çizgileri yer alıyor.

İmanın şartını temsilen 6 minareli inşa edilen Çamlıca Camisi'nin üç şerefeli 4 minaresi Malazgirt Zaferi'ne ithafen 107,1 metre, iki şerefeli 2 minaresi ise 90 metre yüksekliğinde yapılmış. 

Caminin 72 metre yükseklikteki ana kubbesi İstanbul'da yaşayan 72 milleti, 34 metre çapındaki kubbesi İstanbul'u simgeliyor. Ana kubbenin üzerine 3,12 metre genişliğinde, 7,77 metre yüksekliğinde, 4,5 ton ağırlığında alem yerleştirilmiş. Nanoteknoloji ile renklendirilen ve 3 parçadan oluşan alem, dünyanın en büyük alemi olma özelliğini taşıyor.

Caminin içine girilen ana kapının üzerine Al-i İmran Suresi'nin 132-136. ayetleri işlenmiş; 
"Allah’a ve Peygamber’e itaat edin ki merhamete nâil olasınız.
Rabbinizin bağışlamasına (nâil olmaya) ve takvâ sahipleri için hazırlanmış, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşuşun.
O (takvâ sahibi) olanlar, bollukta ve darlıkta (Allah rızası için) sarfederler, öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah iyilik yapan (ve güzel davranan)ları sever.
Ve (yine) onlar, çirkin bir iş işledikleri veya (günahlarla) kendilerine zulmettikleri zaman, Allah’ı anarak hemen günahlarının bağışlanmasını isterler. Zaten, Allah’tan başka kim günahları bağışlar ki? Bir de onlar, işledikleri (günah ve hatalı işleri)nde bilerek ısrar etmezler.
İşte onların mükâfatı, Rablerinden bir bağışlanma ve alt tarafından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerdir. Böyle (iyi amel) yapanların mükâfatı ne güzeldir!"


Çamlıca Camii'nin, dünyadaki en büyük ibadethane kapılarından biri olan 5 metre genişliğinde, 6,5 metre yüksekliğinde ve 6 ton ağırlığındaki ana kapısı büyüklüğüyle göz dolduruyor.

Caminin içindeki sivri kemerli bölümler de çok güzel olmuş.

Caminin 72 metrelik kubbesinin göbeğine nano teknolojiyle kaplanmış çelikten harflerle Allah lafzı, etrafında da aynı teknolojiyle 16 Türk devletine ithafen Allah'ın isimlerinden 16'sı, Haşr Suresi'nin son iki ayetinden istifade edilerek yazılmış. Ünlü hattat Hasan Çelebi'nin yazdığı hat, kalıplanarak bu hale getirilmiş. Allah lafzındaki harflerden Elif'in boyu 5 metreymiş. Kubbe, özel bir sistemle aydınlatılmış.

Caminin kubbe altındaki dört ayrı bölümde yer alan aslan göğüslerine, paslanmaz çelikten nanoteknoloji ile üretilen hatla Arapça "Ey ihtiyaçları gideren", "Dualara icabet eden", "Sesleri duyan", "Dualarımızı kabul et" sözleri yazılmış.

Yine nanoteknoloji ürünü 220 metre boyunda ve yaklaşık 9 bin parçadan oluşan Fetih Suresi'nin tamamı, kubbe altındaki kemerlere monte edilmiş.


Çamlıca Camii’nin mihrabının etrafı ufak çini parçalarına yazılan Esmaü-l Hüsna ile süslenmiş.


Mihrabın üstündeki Bakara 144. ayet Çamlıca’da uzun tutulmuş:
“Biz senin çok defa yüzünü göğe doğru çevirip vahiy beklediğini görüyoruz. Merak etme elbette seni, hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Bundan böyle yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir.”

Çamlıca Camisi'nin büyüklüğüyle orantılı olarak minberi ile vaaz kürsüsü de normallerine göre farklılıklarıyla dikkati çekiyor. Camide, Selçuklu çinilerinin hâkimiyeti ön plana çıkıyor. Gerek çiniler, gerek pencere başlarındaki süslemeler ve vitraylar Çamlıca Camii'ne özel bir hava katmış. Vitraylar yine klasik Selçuk-Osmanlı mimarisinin örneklerinden...





Caminin içini gezdikten sonra tekrar caminin dışına çıkıyoruz. Şadırvanlı avluya 3 abidevi kapıyla giriliyor. Caminin dışarıdan ana avluya girişinde yer alan ve mermerle kaplanan taç kapı, büyüklüğüyle de göz dolduruyor.


Taç kapının avlunun içine bakan kısmında, Kasas Suresi'nin 77. ayeti yer alıyor; “Allah’ın sana verdiği (her türlü) şeyde âhiret yurdunu da ara. Dünyadan (helalinden olarak) nasibini de unutma! Allah’ın sana iyilik ettiği gibi sen de iyilik et. (Emirlerine muhalefet ederek) yeryüzünde bozgunculuk (yapmayı) isteme! Çünkü Allah bozguncuları sevmez.”

Mermer döşemeli geniş avlunun tam ortasında bir şadırvan var.

Caminin avlusundaki revaklı kubbelerin süslemeleri de çok güzel...


Caminin müteahhitliğini; Kabe'deki revakların restorasyonunu, Mimar Sinan Camii’ni, Galata ve Yenikapı Mevlevihanesi restorasyonunu yapan şirket yapmış. Mimarı ise Kahramanmaraş'taki Abdülhamit Han Camii'nin mimarı ile aynı kişiymiş.


Çamlıca Camisi sadece namaz kılınacak bir yer değil, büyük bir kültür kompleksi. İbadet alanının yanı sıra 11 bin metrekarelik müze, 3500 metrekarelik sanat galerisi, 3 bin metrekarelik kütüphane, 1000 kişilik konferans salonu, 8 sanat atölyesi, 3500 araçlık kapalı otoparkı bünyesinde barındırıyor.

Evliya Çelebi Çamlıca Camisini görse ne derdi bilmiyoruz ama caminin açılışını yapan Cumhurbaşkanımız şöyle demiş; "Milletimiz tarih boyunca her alanda büyük destanlar yazarken, sanatta da emsalsiz hünerler sergilemiştir. Üç kıt'aya serptiğimiz çil çil kubbeler, sanat eserlerimizin en nadide örnekleridir. Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet duygusuyla coğrafyamıza vurduğumuz mühürler olan camilerimiz, kıyamete kadar ruhumuzu beslemeyi sürdüreceklerdir. İstanbul'un en güzel tepelerinden Çamlıca'da inşa ettiğimiz bu eser, inşallah asırlar boyu milletimize ışık tutacak bir şahadetname olacaktır. Ne mutlu imanla inşa edip, ibadetle ihya eden gönüllere."

Şimdi de "Ben İstanbul'u en çok Çamlıca'dan seyretmesini seviyorum." diyenleri buraya alalım! Çamlıca Tepesi, Üsküdar'da gezilecek yerler arasında en popüler olan yerlerden biri. 260 metrelik tepede muhteşem İstanbul manzarası eşliğinde güzel bir çay da içebilirsiniz.

Üsküdar’ın Ahmet Hamdi Tanpınar'ın eserlerinde en çok bahsi geçen, üzerinde durulması gereken semtlerinden biri de Çamlıca’dır. Her semtin ayrı bir güzelliği olduğunu vurgulayan Tanpınar’a, akşam vakti Çamlıca tepelerinden şehrin ışıklarının yanışını izlemek zevk verir. Bu tepelerden şehre  bakarken ondan önce onunla aynı yerden şehre bakan cetlerini hatırlar; onların bakışıyla kendi bakışını kıyaslar. Eski İstanbul’a mal ettiği her semtte geçmişin derin izlerini bulur. Bu semt aynı zamanda Tanpınar’ın çocukluğunda, herkesin zengin fakir demeden beraberce gezip eğlendiği bir mesire mekanıdır. O devirlerde halkı birleştirici bir vazife görmektedir...

İstanbul'u daha da yüksekten görmek isterim derseniz sizi Çamlıca Kulesine alalım :) Çamlıca Tepesindeki televizyon ve seyir kulesi, Çamlıca'da görüntü kirliliği oluşturan antenleri ve kuleleri tek bir noktada toplamış.

Çamlıca Kulesi 369 metre yüksekliği ile Avrupa'nın en yüksek radyo ve TV kulesi; 100 radyo yayınının tek noktadan, aynı anda sorunsuz olarak gerçekleştiği ve kontrol edildiği dünyadaki ilk ve tek yer...


Kulenin giriş ücreti 180 TL, pahalı olmakla birlikte kuleye çıkınca İstanbul’un panoramik manzarası izlenebiliyor.

Kuleden Çamlıca Camii böyle görünüyor.

İsterseniz sadece izlemek için çıkın, isterseniz kafe katında oturup bir şeyler yiyip için; İstanbul'u İstanbul yapan tüm güzellikleri aynı anda seyrederek keyif yapıyorsunuz daha ne olsun?

Çamlıca Kulesinden sonra, 15 Temmuz Şehitler Köprüsünün alt tarafında yer alan Beylerbeyi Sarayına gidiyoruz.

Üsküdar'ın deniz kenarında konumlanmış olan Beylerbeyi Sarayı, Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılmış tarihi bir mekan. Saray günümüzde Pazartesi ve Perşembe haricinde diğer günlerde ziyaretçilere kapılarını açıyor, gezinizi ona göre ayarlayın. Gezi elektronik rehberlik sistemi ile yapılıyor, o yüzden kolaylıkla gezilebiliyor. Giriş ücreti yerli öğrenci için 10 TL.

Beylerbeyi ve çevresinin yerleşim alanı olarak kullanılması tarihte oldukça gerilere, Bizans dönemine kadar gidiyor. Farklı tarihsel dönemlerde inşa edilen yapıların ardından Sultan 2. Mahmud (1808-1839) döneminde yaptırılan ahşap sarayın yanmasıyla Sultan Abdülaziz, 1863-1865 yılları arasında sarayı ve ek binaları yaptırmış.

Mabeyn ve harem bölümlerinden oluşan saray ana binası ziyarete açık. Aslanlı kapılardan geçerek içeriyi gezebiliyorsunuz.

Ziyarete kapalı olan Deniz Köşkleri, biri Mabeyn diğeri Harem (Valide Sultana ait) tarafında olmak üzere çift olarak yapılmış. Birer bahçe kameriyesi görünümünde olan köşkler belgelerde, "çadır köşkü", "nevres (yeni) köşk" gibi tasarımın özgünlüğüne işaret eden isimlerle tanımlanmış. Köşklerin sekizgen tavanı, çeşitli hayvan figürlerinden oluşan resimlerle bezeli...

Beylerbeyi Sarayı yazlık bir saray. Özellikle yabancı devlet misafirlerinin ağırlanmasında kullanılmış. Sultan 2. Abdülhamid de tahttan indirildikten sonra hayatının son 6 yılını burada geçirmiş ve 1918'de bu sarayda vefat etmiş.

Çeşitli Batı üsluplarının Doğu üsluplarıyla kaynaştırıldığı sarayın iç mimarisi, kullanım özellikleri bakımından Türk evi planına benzerlikler gösteriyor. Bodrumla birlikte 3 katlı olarak yapılmış olan sarayda 24 oda, 6 salon yer alıyor. Kapalı mekanlarda fotoğraf makinesi, kamera veya cep telefonu ile çekim yapılmadığı için biz gösteremiyoruz ama gidip kendi gözlerinizle görmenizi tavsiye ediyoruz.

Saraydan sonra Beylerbeyi Camii ve Külliyesine gidiyoruz. Külliye; yalı camilerinin en güzellerinden olan Beylerbeyi Camii diğer adıyla Hamid-i Evvel Camii ve çevresindeki hamam, sıbyan mektebi, muvakkithane ve iki çeşme ile birlikte üslup bütünlüğü gösteriyor. Anadolu yakasındaki yalı camileri arasında en görkemli caminin Hamid-i Evvel Camii (Beylerbeyi Camii) olduğunu söyleyebiliriz.

2 minareli, 55 pencereli bu taş yapı, Sultan 1. Abdülhamid tarafından 1778 yılında annesi Rabia Sultan’ın anısına yaptırılmış. Barok üslupta inşa edilen ve sekizgen tabana oturan cami, merkezi tek kubbeli ve mihrap üstü yarım bir kubbe ile vurgulanmış. Caminin ana mekanının tavan örtüsü bir tam ve 5 yarım kubbe ile örtülü olup kubbeli tavan örtüsü sıra dışı bir şekilde iki kasnağa oturtulmuş. 

İç mekanındaki kalem işleriyle süslü duvarlarda, hem Osmanlı hem de Avrupa çinileri göze çarpıyor.

Yapı 1810-1811'de Sultan 2. Mahmut'un buyruğuyla son cemaat yeri değiştirilerek yeniden yapılmış. Minaresi de yıkılarak iki yeni minare inşa edilmiş. Sultan 2. Mahmut ayrıca bir muvakkithane ile deniz kıyısında dört cepheli bir çeşme yaptırmış. Beylerbeyi Camii 1969 yılında esaslı bir onarım görmüş. 13 Mart 1983 gecesi bitişiğindeki İsmail Paşa yalısında çıkan yangın, Beylerbeyi Camii ahşap kubbesinin yanarak çökmesine neden olmuş ve Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından hızlı bir şekilde restore edilerek 29 Mayıs 1983 tarihinde tekrar ibadete açılmış.

Caminin kıble tarafında, cadde üzerinde yer alan ve cami ile birlikte inşa edilen hamam, geçirdiği tamiratlar nedeniyle özgünlüğünü kaybetmiş. Namazgah ise günümüzde çay bahçesi olarak kullanılan kısımda yer alıyor. Namazgahın hemen yanında Sultan Mahmut'un yaptırdığı ve üzerinde tuğrasının bulunduğu küçük bir meydan çeşmesi var. Caminin güneyinde bulunan muvakkithane "U" biçimindeki ince uzun planıyla iki kat halinde inşa edilmiş. Caminin, rengârenk çiçeklerin ve ağaçların olduğu genişçe bir bahçesi var. Erkekler bu bahçeyi pek göremese de kadınlar mahfilinin pencereleri buraya bakıyor. Bahçenin büyük ahşap kapısının boğaza açılması manzaranın güzelliğini kat be kat arttırıyor.

Caminin boğaza açılan kapısından çıkıp deniz manzarasının güzelliğini seyrediyoruz. Gözlerimiz boğazın sularına ve etrafımızda dolaşan martılara takılıyor. Biraz dinlendikten sonra denizi arkamızda bırakıp Üsküdar'ın sokaklarında gezmeye devam ediyoruz.

Üsküdar'ın ara sokaklarında yer alan Üsküdar Mevlevihanesi, Sultanzade Numan Halil Dede tarafından kendi evini Mevlevihane olarak vakfetmesi ile 1790 yılında kurulmuş. Sultan 2. Mahmud ve Sultan Abdülmecid döneminde onarım geçirmiş. Bugünkü şeklini 2. Mahmut zamanında 1834-35 yılında almış. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasının ardından uzun yıllar harap ve terk edilmiş olarak kalmış. 1975 yılında aslına uygun olarak restore edilmiş. Yakın zamanda tekrar bir restorasyon geçiren Mevlevihane, Klasik Türk Sanatları Vakfı tarafından çeşitli sanatların icrası için kullanılıyormuş.

İstanbul'da her zaman olduğu gibi her yerde insanlar bir yerden bir yere koşturup duruyor. Biz de Üsküdar sokaklarında yürümeye devam ediyoruz. Çünkü birazdan, yaptıklarıyla birçok hayata dokunan ve hatta iz bırakan birini ziyaret edeceğiz... Çünkü o, cihan padişahlarına yön veren eşsiz bir maneviyat sultanı... Üsküdar gezisinde tabi ki yolumuz Üsküdar'ın manevi sahibi Aziz Mahmut Hüdai türbesine düşecekti... Onunla ilk defa nasıl tanışmıştık... Zor ve sıkıntılı bir dönemdeyken bir ilahi dinlemiştik. Sözleri şöyleydi:
Neyleyeyim dünyâyı
Bana Allâh’ım gerek.
Gerekmez mâsivâyı
Bana Allâh’ım gerek!

Nasıl da iyi gelmişti, hani derler ya “ilaç gibi”. Hepimiz bir sevdanın peşinde koşarken, kimimiz elimizle dokunup kaybederken; bu şiirde hepsine sırt çevirip, hepsini geride bırakıp “Bana Allah’ım gerek” dememiz gerektiğini anlatıyordu... Bizler dünyevi aşkların ya da adına aşk dediğimiz malayaniliğin içinde boğulurken Hüdai Hazretleri, bunların içinden Allah’ın yardımıyla nefsini terbiye ederek çıkmayı başarıyor. İlle de Allah demek hepimize nasip olur inşallah...

Hüdai Hazretleri, Ankara Şereflikoçhisar'da doğmuş. Çocukluğu Eskişehir Sivrihisar'da geçmiş. Medrese eğitimini İstanbul'da tamamlamış. Edirne, Bursa, Şam ve Mısır'da kadılık ve müderrislik yapmış. Bursa'da Üftade hazretlerinin müridi olduktan sonra, her türlü ilmî liyakatini ve üstlendiği Bursa Kadılığı görevini, malını, mülkünü bırakıyor ve Bursa sokaklarında sırmalı kaftanıyla ciğer satıyor. Ahalinin onun hakkında söylediklerine kulak asmıyor. Bu da yetmezmiş gibi şeyhi onu, hela temizleme işine veriyor. Ne zor iş değil mi… İnsan nefsi için ne ağır bir imtihan değil mi? Oysa nefsimize ağır geliyor diye en basit olaylarda bile zorlanıyoruz. Mesela sabah namazı... Dünyanın geri kalanı mışıl mışıl uyurken, sabahın erken saatlerinde uykumuzun en tatlı yerinde namaza kalkmak... Ertesi gün önemli bir iş görüşmesine gidecek olan ya da çok sevdiği biriyle buluşacak olan nasıl heyecanla zorlanmadan kalkıp hazırlanıyorsa, nefsini terbiye eden hakiki bir kul da aynı şekilde sabah namazına kalkmalı değil mi?

Bu düşünceler aklımızda dönüp dururken gelmişiz bile... Çok değil beş dakikalık bir yürüyüşten sonra evlerin arasına sıkışmış aşağıdaki tabelayı gördük. Hafif bir iniş bizi Aziz Mahmut Hüdai camisi ve türbesine ulaştırdı... Asıl adı Mahmud olan Hüdai Hazretleri bildiğimiz kadarıyla 8 padişah görmüş ve cihan sultanlarının en büyük destekçisi olmuş...

Türbenin ve caminin bulunduğu kapının önündeyiz işte. Kapının hemen sağında Üsküdar Belediyesi tarafından yapılmış bir tanıtım tabelası var. Beyaz taştan yapılmış kapının üzerinde kalın yeşil bir şerit üzerinde bir tuğra ve bir dua yazılı... İçerideki yetkiliden öğrendiğimize göre bu yazıda: “Bu meş’et Allah yolundakilerin cesetlerinin, ruhlarının toplandığı yerdir. Azizim; buraya edeple gir. Burası Hüdâî’nin pâk türbesidir. Ey gönül; eğer ilâhi zevki tahsil edeyim dersen böyle yap. Hüdâî’nin kapısından giren elbet nasibini alacaktır.” yazıyormuş.

Sanırım hafta sonu olduğu için ana kapıdan giren çıkanı sayamadık bile. Besmele çekerek, sağ ayağımızla kapıdan içeriye adımımızı attık. Buraya ilk gelişimizdi. Oldukça güzel ve bakımlı bir hâlde gördüğümüze çok sevindik. Eee ne derler: “Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur.”

Ne zaman böyle bir ziyaret yapsak aklımızı kapıda bırakıp, içeri gönlümüzle gireriz... Gönül değil mi zaten her kapıyı açan... İçeride bizi karşılayan merdivenler oldu. Merdivenden inen ve çıkanlar, kenarlarda durup dua edenler ve ettikleri dualar kabul oldu diye ziyarete gelenlere lokum dağıtanlar vardı. Yavaş yavaş ve dilimizde dualarla biz de bu dua seline karıştık.

Merdivenlerin bitiminde sol tarafta türbe bulunuyor, sağ tarafta ise cami var. Saate baktık ikindi namazına daha bir saat vardı. Ayaklarımız bizi Hüdai Hazretlerinin türbesine doğru yönlendirdi. Türbe geçtiğimiz yıllarda yeniden onarılarak ziyarete açılmış. Her yer pırıl pırıl... Kapı girişinde ayakkabılarınızı çıkarıp, tertemiz dolaplara koyuyorsunuz.


Evet, şimdi bu manevi sultanın makamındayız. İçeride onca dua eden insan olmasına rağmen, ortamda derin bir sessizlik var. Sadece dudaklar kıpırdıyor. Kelimeler bitince gönülle dua etmeye başlanıyor.

Türbenin içinde Aziz Mahmut Hüdai’nin yanı sıra aile fertlerinin de sandukaları bulunuyor. Oldukça bakımlı ve tertemiz. Tavanın tam ortasından sarkan avize, aynı Hüdai Hazretleri’nin insanların gönüllerini ferahlatıp aydınlattığı gibi türbenin içini de aydınlatması için bu güzellikte yapılmış diye düşünüyoruz.

Bir köşeye oturup, ellerimizi açıp dua ediyoruz... “Rabbim, bizleri iyi insanlarla karşılaştır ve tövbelerimizi kabul et...” Hüdai Hazretleri’nin huzurunda yapılan dualar sanki sadece bu duvarlar arasında kalmıyor. İstanbul’u bile geçip ötelere kadar ulaşıyor.

Onun hakkında birçok menkıbe bulunuyor. Gayet fırtınalı bir havada hiçbir kayıkçının denize açılamadığı bir zamanda kendi kayığına atlayıp Üsküdar’dan sağ salim bir şekilde karşıya geçmesi mesela. Halen de, Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola “Hüdai Yolu” denilmekteymiş. Bu yolu bilen kayıkçılar, şiddetli fırtınalarda bu yolu takip ederlermiş. Nitekim bugün bile lodoslu havalarda boğaz vapur seferlerinin sadece Üsküdar-Eminönü hattında yapılabilmesi de pek anlamlı…

Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadar boğazda deniz seferi yapan kaptanlar; yolcularını, Üsküdar’dan geçerken Aziz Mahmud Hüdai dergâhına, Beşiktaş önünden geçerken Yahya Efendi dergâhına, Beykoz’dan geçerken de Hazret-i Yuşa aleyhisselam tarafına doğru tevcih ederek “Fatiha”ya davet ederlermiş. Ahh... Ne bereketli günlermiş…

Gönlümüzden geçerek dilimizde dualaşan kelimeler, ruhumuza iyi geliyor. Ne kadar zaman Aziz Mahmud Hüdai türbesinde kaldık pek hatırlamıyoruz. Sanki burada bizim için ayrılmış özel bir köşe varmış gibi geldi. Ta ki o güzel ezan sesini duyana kadar: “Allahu Ekber Allahu Ekber...”


Bir yerde okumuştuk: “Ezan kalplerdeki pasları giderir” diyordu. Kalplerimizdeki paslardan arınıp, başka ufuklara, başka âlemlere gitmek gerek…

İkindi namazını kılıp dışarı çıktığımızda, avlu oldukça kalabalıktı. Türbeye girişte sol taraftaki bir tabelanın önünde bir grup toplanmıştı. Ne okuyorlar diye biz de yaklaştık. Manalı ve güzel bir duaydı. Şöyle yazıyordu:

“Ya Rabbi! Kıyamete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kere türbemize gelip ruhumuza Fatiha okuyanlar bizimdir… Bize mensub olanlar, denizde boğulmasınlar; ahir ömürlerinde fakirlik görmesinler; imanlarını kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de ölümleri denizde boğularak olmasın!..”

Aklımızda Hüdai hazretlerinin bu duası dönerken, yavaş yavaş türbeden ayrılıyoruz. Bu güzel Allah dostundan ayrılırken, inşallah bir daha gelmek nasip olur diye dua ediyoruz ve tekrar Üsküdar sahiline iniyoruz. Üsküdar sahilindeki meydanın en büyük cami ve külliyelerinden olan Yeni Valide Camii yaklaşık üç asrın izlerini taşıyor. 

Yeni Valide Camii, diğer bilinen adıyla Valide-i Cedid Camii, 2. Mustafa ve 3. Ahmed'in annesi Gülnûş Emetullah Sultan tarafından 1708-1710 yıllarında yaptırılmış; diğer vâlide sultan külliyelerinden ayırt edilebilmesi için bu isimle anılmış.

Küçük kubbelerle örtülü revaklarla kuşatılan avlunun merkezinde, sekizgen planlı zarif bir şadırvan yer alıyor.

Son cemaat mahallinin uçlarında bulunan klasik tarzdaki minareler ikişer şerefeli olarak tasarlanmış. 56 metre yüksekliğindeki iki minaresinin de şerefeleri mermer şebeke korkuluklu...

Korkulukları ve yan kanatları şebekeli minber ve mihrap, mermerden ve klâsik üslûpta yapılmış. Mihrabın etrafı Kütahya çinileriyle bezeli...


Gülnuş Emetullah Valide Sultan 1642'de Girit'te doğmuş. Sultan 4. Mehmed'in Başhasekisi olup "Haseki" unvanını kullanan son Valide Sultan imiş. Çok hayır sahibi olan Valide Sultan, Üsküdar Yeni Camii dışında Mekke-i Mükerreme'de Haseki İmareti ve Darüşşifası; Galata Perşembe pazarında yaptırdığı fakat 1958'deki imar hareketinde lüzumsuz yere yıktırılan Yeni Camii; Arap Camii avlusundaki şadırvan; Tunusbağında yaptırdığı fakat 1932'de harabe olduğu gerekçesiyle yıktırılan Sıbyan Mektebi ile hac yolunda birçok çeşme, kuyu ve köprüleri yaptırmış. Sultan 2.Mustafa ve 3.Ahmed'in anneleri olan Gülnuş Emetullah, iki ayrı evladı padişah olan tek Valide Sultan imiş. 1715'te Edirne'de vefat edip, 1708'de yaptırdığı Yeni Valide Camii'nin yanındaki üstü açık türbesine defnedilmiş. 

Üsküdar'a gelip Yeni Valide Camii'ni gezmenin yanında Mihrimah Sultan Camii ve külliyesini gezmeden olmaz. 

Mimar Sinan'ın Şehzade Camii ile aynı zamanda bitirdiği bu külliye, caminin cümle kapısı üzerindeki Arapça kitabeye göre 1548'de Kanuni'nin kızı Mihrimah Sultan tarafından yaptırılmış. Külliye bir cami, medrese, türbe, sıbyan mektebi, han, imarethane ve tabhaneden oluşuyormuş. Bunların ancak bir kısmı günümüze kadar ulaşmış.

Namaz mekanının dış biçimlenişi açısından bu cami Mimar Sinan'ın geometrik kuruluşu en saf olan yapılarından biri. Caminin müezzin mahfili giriş kapısı üzerinde. Mermerden mukarnaslı mihrap ve mermer minber klasik dönem özelliklerini taşıyor.

Caminin en etkili öğesi klasik son cemaat mahallini çevreleyen geniş ikinci sıra revak ve denize doğru çıkan şadırvanlı köşk. Denize uzanan bu köşk altındaki mermer şadırvanın planı 20 köşeli bir poligon. Geometrik desenli şebekeleri var ve konumu itibariyle İstanbul'un en güzel abdest alma yerlerinden biri...

Dış avlunun asimetrik girişleri ve merdivenleri de bu yapının güzelliğini artıran öğeler...


Mihrimah Sultan Camii'nin merdivenlerinin önündeki çeşme, Sultan 3. Ahmet'in emriyle 1728-1729 yılları arasında, annesi Rabia Emetullah Gülnuş Sultan'ın hayratı olarak, Sadrazam Damat İbrahim Paşa tarafından yaptırılmış. Çeşme, Boğaz'dan gelip geçen yolcuların ihtiyaçlarını görmesi amacıyla deniz kenarına inşa edilmiş, meydan düzenleme çalışmaları sırasında bugünkü yerine taşınmış ve dört basamakla yükseltilmiş.

Lale Devrinin anıtsal meydan çeşmelerinden biri olan 3. Ahmet Çeşmesinin gövdesi çokgen prizma olarak başlıyor, belli bir yükseklikte yivli yarım küre bir konsolla kare prizmaya dönüşüyor. Som mermerden yapılmış çeşmenin esas yüzü olan denize bakan doğu cephesinde, Sultan Ahmet'in celi sülüs hattıyla yazılan bir kitabe var.

Çeşmenin her bir yüzünde ortada Bursa kemerli bir çeşme nişi bulunuyor. Yalnız deniz tarafı cephesinde bunun iki yanında mihrap biçiminde birer niş daha var. Nişler geniş bir silme dikdörtgen çerçeve içine alınmış. Çeşme aynasında, kemer içini ayıran ince bir mukarnas şeridin altında ve üstünde taş oyma süslemeler ve rozetler yer alıyor. Nişlerin kemer aynalarında iri dişli mukarnas şerit tekrarlanmış. İki yanı burma sütuncelerle vurgulanmış dar kenarlarda, küçük çeşmeler var. Dar kenarlarda saçak altında, sarkıt niteliğinde süslemeli konsollar yer alıyor. Üstte süslemeli bir kaide ve geniş saçaklı, dört meyilli ahşap çatı yükseliyor. Yapının bezemelerinde görülen, S ve C kıvrımlı ve bitkisel motifli süslemeler, krizantemler, içlerinde lale ve gül bulunan vazolar, köşelerdeki burma sütunlar, rozetler tümüyle Lale Devrini yansıtıyor.

Mihrimah Sultan ve Yeni Valide gibi ihtişamlı camilerin ortasında, yıllar içinde çevresine inşa edilen yapılar arasında sıkışmış ama tarihi daha eski olan Selman Ağa Camisi, Üsküdar Meydan Düzenleme Projesi kapsamında etrafındaki yapılardan arındırılmış ve restorasyonu devam ediyor. Selman Ağa Camisi, 2.Beyazıd'ın kapı ağası Selman Ağa tarafından 1506 yılında yaptırılmış. Duvarları taş ve tuğla ile yapılan caminin çatısı, minberi ve son cemaat yeri ahşaptan inşa edilmiş. Ahşap çatının üzeri kurşunla kaplanmış, minaresi ise ince tuğladan örülmüş.

Üsküdar’da boğazın en güzel yerlerinden birine inşa edilmiş Şemsi Ahmet Paşa Camii, namı diğer Kuşkonmaz Camii, Mimar Sinan’ın yaptığı en küçük külliyeye sahipmiş.

1580 yılından bu yana tüm ihtişamıyla Salacak sahilini bir yüzük taşı gibi süsleyen caminin en önemli özelliklerinden biri de avlusunda, 27 bin eserin bulunduğu halk kütüphanesinin olması...


Cami, türbe ve medreseden oluşan külliye, Mimar Sinan'ın eseri olup 1580'de Şemsi Ahmed Paşa tarafından yaptırılmış.

Mimar Sinan'ın inşa ettiği külliyeler içinde en küçüğü olan Şemsi Paşa Külliyesinde, bir yandan Osmanlı klasik mimarisinin derli toplu bir örneğini sergilerken, diğer yandan da Osmanlı klasik mimarisinin ötesindeki yerleşme düzeni ile zamanını aşan bir mekan kavramı ortaya koymuş. Külliyeye ait yapılar dikdörtgene yakın dar bir alana uygun ve ölçülü biçimde yerleştirilmiş. Klasik Osmanlı üslubuna göre inşa edilen külliyenin biri güneydoğuda kara tarafında, diğeri kuzeyde deniz tarafında olmak üzere iki girişi var. Zaman içinde harap olan külliye 1938-1940 yılları arasında Mimar Süreyya Yücel'in kontrolünde onarılmış.

Caminin mermer mihrabı mukarnaslı bir bezemeye sahip. Mihrabın iki yanında yine mermer sütuncuklar yer alıyor. Mihrap nişinin üst kısmını bir palmet dizisi sonuçlandırıyor.


Cami ile türbe, düzgün küfeki taşından, üzeri kurşun kaplı, birbirine bitişik tek yapı halinde tasarlanmış. Caminin kuzeydoğu cephesine bitişik olan türbe, kareye yakın bir plan şekli gösteriyor. Yapının üzeri "aynalı tonozla" örtülü...

Oldukça küçük, sade bir oda olarak görünen türbenin içinde sol tarafta Şemsi Paşa'nın sandukası bulunuyor. Şemsi Paşa türbesinde başını cami mihrabına, yani ana kucağına yaslamış uyuyor...


Üsküdar'da yemek denildiğinde Kız Kulesi ile karşılıklı bir mekan olan Filizler Köftecisini tavsiye ediyoruz. Yemek yerken denizden de keyif alabilirsiniz; deniz havası, boğaz manzarası ve Kız Kulesi ile Üsküdar sahilinde hiç pişman olmayacağınız, günün her saati dolu ve çok güzel köfteleri olan bir mekan. Üsküdar'da yemek denildiğinde herkesin aklına Filizler Köftecisi geliyordur diye düşünüyoruz. Yemek yiyecek kadar aç değilseniz de Üsküdar sahilde simitle çay içip bu manzaranın tadını çıkarabilirsiniz.

Yahya Kemal Beyatlı'nın İstanbul'un Fethini Gören Üsküdar şiiri ile yazımızı bitirelim:

Üsküdar bir ulu rüyâyı görenler şehri,
Seni gıptayle hatırlar vatanın her şehri,

Hepsi der: "Hangi şehir görmüş onun gördüğünü?
Bizim İstanbul'u fethettiğimiz mutlu günü.

Elli üç gün ne mehâbetli temâşa idi o.
Sanki halkın uyanık gördüğü rüyâ idi o.

Şimdi beş yüz sene geçmiş o büyük hatıradan
Elli üç günde o hengâme görülmüş buradan,

Canlanır levhâsı hâlâ beşer ettikçe hayâl
O zaman ortada, her saniye gerçek bir hâl.

Gürlemiş Topkapı'dan bir yeni şiddetle daha.
Şanlı namıyle "büyük top" denilen ejderha.

Sarf edilmiş nice kol kuvveti gündüz ve gece.
Karadan sevk edilen yüz gemi geçmiş Haliç'e

Son günün cengi olurken, ne şafakmış o şafak.
Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak,

Görmüş İstanbul'a yüzbin meleğin uçtuğunu,
Saklamış durmuş, asırlarca, hayâlinde bunu.

Son olarak, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Huzur ve Beş Şehir adlı eserlerinde İstanbul'un ilçe ve semtlerini anlatan, bizim de bazı alıntılar yaptığımız yazıyı buradan okuyabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder