25 Temmuz 2018

Karadeniz Yayla Turu: Trabzon, Rize ve Tokat


Yurt içi gezisi yaparak keşfedilecek o kadar harika yerler var ki… Yurt dışında çok gidilen yerlerde hissedeceğiniz pek çok güzellik bizim ülkemizde de mevcut. Hiç o kadar uzaklara gitmeye gerek yok...

Doğu Karadeniz, zengin doğa ve kültür varlıklarıyla, yaylalarıyla yaz aylarında biraz serinlik arayanlar için benzersiz seçenekler sunuyor. Yayla denilince akla Karadeniz, özellikle de Rize geliyor. Doğu Karadeniz dağlarının eteklerine konumlanan 200'den fazla yayla ve mezrası ile Rize doğal bir cennet gibi... Geleneksel evleri, oksijen kaynağı ormanları, kır çiçekleriyle kaplı alpin çayırlıkları, karlı dorukları, kuytuluklarda yer alan buzul gölleri ve şenliklerdeki tulum sesleriyle Rize yaylaları, önemli bir turizm merkezi aynı zamanda... Son yıllarda hızla artan Doğu Karadeniz turlarındaki yaylaların yarısından fazlası Rize'de. Rotanın çok büyük bir bölümü ise Kaçkar Dağları Milli Parkı sınırlarında...

Her sene yaptığımız Karadeniz seyahatimizi, Çamlıhemşin'in birbirinden güzel yaylarına yapıyoruz. Bu gezi yazısında; Karadenizde yer alan yaylalardan Ayder, Kavrun, Pokut, Sal, Elevit, Çatköy, Yaylaönü ve Sultan Murat Yaylası yer alıyor. Diğerlerini de en kısa zamanda eklemek ümidiyle sizi bu seneki rotamızla başbaşa bırakıyoruz.

Rotamız: Ankara - Amasya - Trabzon - Rize - Tokat - Ankara

1.Gün: Yola çıkış, Ankara - 4 saat - Amasya

Bugün Karadeniz seyahatimizin ilk günü, yola çıkarken Allah'tan hayırlı bir yolculuk diliyoruz. Karadenizin saklı hazinelerinden biri olan şehzadeler şehri Amasya'ya doğru yola çıkıyoruz. Samsun’un hemen altında Çorum ve Tokat’ın arasında güzeller güzeli bir şehirdir Amasya. Bir gelin gibi nazlı, genç bir kız gibi asaletli ve yılların verdiği bilgelik, ustalık, deneyimle bir öğretmen gibi bilgili şehir Amasya… Yeşilırmak nehrinin içinden geçtiği şehirde, kendinizi bir masalın içindeymiş gibi hissetmeniz çok normal. Nice krallıklara başkent olmuş, sanatçılar, şairler, bilim adamları yetişmiş, Osmanlı'da ise şehzadelere Amasya'da eğitim verilmiş. Amasya'da gezilecek yerleri ayrıntılı olarak anlattığımız Bu Nehir Olmasaydı, Bu Şehir Olmazdı: Amasya yazımızı okuyup Karadeniz gezinize devam edebilirsiniz.


2.Gün: Amasya - 6,5 saat - Çal Mağarası - 1 saat - Trabzon

Karadeniz seyahatimizin ikinci gününde, yeşilin her tonuyla boyanmış manzaralar seyredeceğimiz, dünya üzerindeki cennet köşelere gitmek için yola çıkıyoruz. Yolumuz uzun ve yorucu, Trabzon merkeze gitmeden önce Çal Mağarasına uğrayacağımız için yaklaşık 6,5 saatlik bir yolculuk yapacağız. 2016 yılındaki ziyaretimizde Çal Mağarasına gitmek için Akçaabat’tan saparak yol almıştık. Bu sefer farklı bir rota olması için ve mesafe de hemen hemen aynı olduğu için Vakfıkebir'den saptık. Akçaabat yoluna göre daha zor ama manzara olarak çok daha güzel bir yolu var. Çal Mağarasına Akçaabat'tan giderken aşağıdan yukarı doğru çıkmış oluyorsunuz, o yüzden hep bir vadinin içinden ilerleyip vadi manzarası izliyorsunuz. Ama mağaraya Vakfıkebir'den giderken Tonya'ya kadar tırmanıyor, Tonya'dan sonra yukarıdan aşağıya doğru inmeye başlıyor ve aşağıdaki fotoğraftaki gibi muhteşem manzaralar izliyorsunuz.

Mağaranın üzerindeki tepede tarihi bir kale varmış ama aşağıdaki fotoğrafta görünen kısmı kalmış.

Dünyanın en uzun ikinci mağarası olarak kabul edilen, rahat bir hava hareketi bulunduğu için astım ve sinüzit rahatsızlığı olanlara iyi geldiği belirtilen Çal Mağarasının giriş ücreti 4 TL.

Mağaranın içinden küçük bir dere akıyor.


Çal Mağarası, içindeki sarkıt ve dikitlerden oluşan muhteşem doğal şekilleri, zaman zaman 1,5 metre derinliğe ulaşan deresi ile mutlaka görülmeli...


Çal Mağarasını gezdikten sonra Düzköy'den aşağıya doğru inmeye başlıyoruz. Akçaabat'tan sahil yoluna inip Trabzon merkeze doğru devam ediyoruz. Yaklaşık 1 saat sonra hava kararırken Trabzon'dayız. Aracımızı otoparka bırakıp Atatürk Alanına doğru yürüyoruz. Akşam namazı için gittiğimiz İskenderpaşa Camii, Trabzon'da valilik yapmış olan, imar etkinlikleri ile ünlü İskender Paşa tarafından 1529 yılında medresesi ile birlikte yaptırılmış. Caminin avlusunda yer alan medresesi yıkılmış.

Yapının esas planı İznik’teki Yeşil Camiye benziyor... Mermerden yapılan mihrab ve minber, 19.yüzyıl barok süslemelerine sahip. Üzerinde iri yapraklı, kıvrım dallı bordür ve kartuşlar bulunuyor. Caminin içerisindeki kalem işi süslemeler de çok güzel...

Caminin batı tarafındaki mezarlık kaldırılmış, sadece 1533 tarihinde vefat eden İskender Paşa’nın mezarı bırakılmış. Yavuz Sultan Selim'den sonra Trabzon valiliğine 1512 yılında İskender Paşa atanmış ve ondan sonra en uzun süre valilik yapan kişi olmuş. 1512-1533 tarihleri arasında toplam 4 kez valilik makamında bulunmuş. Şehrin imarına, kültür ve medeniyetine çok büyük önem vermiş ve bu alanda birçok eser yapmış. Allah onlardan razı olsun...


Trabzon'da pide denince ilk akla gelen yerlerden biri olan çarşıdaki Çardak Pide'de, yol boyunca ve yolculuk sonunda hissettiğimiz yorgunluğu unutturan Karadeniz pidesi yedik. Yorgunluğun üstüne yemek yemenin zevki gerçekten çok büyük, hele de güzel bir yemeği tadıyorsanız… Yemekten sonra Uzun Sokak turu yapıp Beton Helva'da beton dondurma yedik. Sonra konaklayacağımız KTÜ Sosyal Tesisine doğru yola çıktık. Her sene burada kalıyoruz. Merkeze yakın ama gözden uzak, yeşiller içinde saklı ve sakin (yanındaki havaalanına inen uçak gürültüsünü saymazsak) bir ortam. Deniz kenarında ve yemyeşil doğa içerisinde yer alan tesisin oda fiyatı 180 TL... Yarın güzel bir gün, açık bir yol bizi Uzungöl’e götürsün diye dileyip, dinleneceğiz.

3.Gün: Trabzon - 2 saat - Sultan Murat Yaylası - 1 saat - Uzungöl - 1,5 saat - Trabzon

Sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra, Trabzon'un görülmeye değer yerlerinden olan Uzungöl'e gitmek için yola çıktık. Uzungöl'e doğru giderken, yol üstündeki Hapsiyaş Köprüsünde mola verdik. Mimari özelliği ile Doğu Karadeniz bölgesinin en dikkat çekicilerinden olan bu köprünün üstü kiremitle kaplı olduğu için Kiremitli Köprü olarak da biliniyor.

Etkileyici Kiremitli Köprüyü gördükten sonra şimdi istikamet Sultan Murat Yaylası... Sultan Murat Yaylasına gitmek için Uzungöl'e giden yol boyunca ilerleyip Çaykara'yı geçtikten sonra Ataköy'den saptık. Eşsiz doğa harikası ormanları ve çayırları seyrederek 2200 rakımlı yaylaya ulaştık. 

4. Murat, 1635 yılında Erivan-Bağdat seferine giderken ordusuyla bu yaylada 5 gün konaklamış ve burada 40 bin kişilik ordusuna Cuma namazını bizzat kıldırmış.

Sultanın namaz kıldığı yer caminin avlusunda halen korunmakta...


Yaylayı geçtikten sonra 1 km mesafede, 1. Dünya Savaşı sırasında istilacı ve işgalci Rus ordusuna karşı savaşan Osmanlı ordusunun bir şehitliği var. Biz de kahraman şehitlerimizin bulunduğu şehitliği ziyaret ederek ruhlarına Fatiha okuduk...

Yüzbaşı Seyfettin Bey’in mezar taşında yazan “Azma gençlik, düşme nefsin toruna, 70 erle feda oldum vatan namus uğruna” yazısı yüreğimizi dağladı. Yüzbaşı, yanındaki astsubay ve 70 er olmak üzere 72 Mehmetçik, Rus askerleriyle savaşarak şehit düşmüş ve şehitlerin metfun olduğu bu tepeye “Şehitler Tepesi” adı verilmiş. 

Bu dağlarda kar ve fırtına demeden düşman karşısında destan yazanlar, hayatı ölümle takas ederek cennet nimetleriyle ödüllendirilenler, bu yörenin insanları değildi şüphesiz... Çanakkale’den, Edirne’den, Balıkesir’den, Ankara Ayaş'tan ve yurdun dört bir köşesinden kalkıp Peygamber ocağı olarak nitelendirdiğimiz kışlalara askerlik vazifesini ifa etmek için gelmişlerdi. Trabzon’un yüksek bir dağı olan Sultan Murat Yaylasında bile 72 vatan evlâdının şehadet şerbetini hiç tereddüt etmeden kana kana içmesi, Türk’ün her yerde vatan savunmasında olduğunun ve bunun için seve seve öldüğünün delilidir. Allah tüm şehitlerimizden razı olsun... Bu yörenin evladı olan Nihat Malkoç'un sözleriyle şehitlerimize veda ediyoruz:


Bu topraklar uğruna canınızdan geçtiniz
Dünyaya sırt çevirip sonsuzluğu seçtiniz

Uyuyun dalgalanan bayrağın gölgesinde 
Yankılansın sesiniz çağların ötesinde

Fanilik gömleğini gül kokusuna bandın
İbrahim’i yakmayan ateşlerde sınandın

Toprağa akan kanlar gözyaşıyla silindi
Ülkeme baştanbaşa gül kokuları sindi

Sultan Murat Tepesi güllelerle dövüldü
Türk’ün şanlı askeri Hak katında övüldü

Derelerden günlerce su yerine kan aktı
Şehitlerin acısı yüreğimizi yaktı

Sultan Murat'ta zamanlar arası yolculuğa çıkmak kaçınılmaz... Etkileyici zamanlar yaşadıktan sonra şimdi istikamet Uzungöl... Keskin virajlı yollardan sonra Uzungöl'e geldik.


Uzungöl'e bu sene bir seyir terası yapılmış.

Seyir terasından Uzungöl'ü farklı bir açıdan izleyebilirsiniz.

Seyir terasından manzarayı izledikten sonra aynı yol üzerinden, Uzungöl'e yaklaşık 10 kilometre uzaklıkta ve 1900 metre rakımda bulunan bir yayla köyü olan Yaylaönü'ne çıktık.

Ama sisten fazla bir şey göremedik ve tekrar Uzungöl'e inip hava kararana kadar göl etrafında turlayıp fotoğraf çektik.

Uzungöl'ün çevresinde yürüyüş yaparak bu güzelliğin her köşesini gezip her açıdan seyrettik...

Her karesini hafızamıza kazıdık...


Seyir terasının aşağıdan görünüşü...

Yavaş yavaş karanlık çökmeye başlıyor...

Ve o muhteşem an, iki minareli caminin silueti göl içinde dalgalanıyor...

Uzungöl'ün akşam manzarasını izlemek için seyir terasına tekrar çıktık.


Uzungöl’deki bol oksijen ve yürüyüş bizi acıktırdı. Göl kenarına kurulmuş Ada Restoranda tereyağda alabalık yedikten sonra Trabzon'a doğru yola çıktık.

4.Gün: Trabzon - 2 saat - Ayder Yaylası - 30 dk - Yamantürk Öğretmenevi

Sabah Trabzon'dan yola çıktık. Yeşili ve oksijeni bol bir yolculuk yaptık. Bir yanımızda Karadeniz bize eşlik ederken, diğer yanda Kaçkar dağlarının manzarası... Ayder'e ulaşmak için Ardeşen'de sahil yolundan ayrılıp kendimizi dağ yoluna vurduk. Çok güzel ormanlarla kaplı Fırtına vadisinden geçtik. Fırtına vadisi; coşkun akan deresi, tarihi konakları ve köprüleriyle ziyaretçilerin ilgisini çekiyor. Karlı doruklardan yolculuğuna başlayan Hala, Hemşin, Elevit, Durak, Palovit ve Tunca dere kollarının birleşmesinden oluşan Fırtına deresi, suyun deniz seviyesine çok dik inerken aşındırdığı çevresiyle özgün bir coğrafi ortam oluşturmuş. Bu derin kanyon, gür ormanları, endemik bitki türleri ve barındırdığı yabanıl hayat ile kendine has bir oluşum. Coşkun ırmakların biçimlendirdiği vadide şelaleler, şimşir ormanları, sık ve geniş yapraklı bitkiler, yamaçları süsleyen çay bahçeleri ve bodur fındık ağaçları gördük.

Ayder'e doğru yol alırken, Fırtına deresi üzerinde yer alan köprülere uğradık. Rize, yaylalar kenti olmasının yanı sıra aynı zamanda köprü deyince de akla ilk gelen şehirlerden biri. Anadolu'da, tek gözlü kemer köprülerin en fazla görüldüğü şehir. Rize'de muhteşem doğa içindeki dereler üzerinde, taştan yapılmış onlarca köprü var. Bu köprülerin pek çoğu en az 100 yaşında. Karadeniz bölgesinin coğrafyasına ve iklim şartlarına uygun olarak inşa edilen taş köprüler genelde tek gözlü olarak tasarlanmış.


Fırtına deresi üzerinde bir yay gibi uzanan, yuvarlak kemerli taş köprülerin en ünlülerinden olan Timisvat Köprüsü, Ardeşen'e 10 kilometre uzaklıkta. 18. yüzyıldan kalma bu zarif köprünün zemini taş döşeli, korkulukları ve gövdesi kesme düz taştan yapılmış.

Ayder yolundaki köprülerden biri de Hala köyünde bulunan Kale Köprüsü. Köprü, 18. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış. Etrafı yemyeşil ormanlarla ve çay bahçeleriyle çevrili Hala deresinin üzerine kurulan bu zarif yapı, Çamlıhemşin'e 6 km uzaklıkta...

Rize denince akla ilk gelen görüntüler elbette yemyeşil doğası ve eşsiz güzellikleri ile yaylalar. Rize'de yayla turizmi oldukça gelişmiş, burada onlarca yayla var. Kaçkar Dağları Milli Parkı içerisinde yer alan Ayder yaylası, Rize'de ilk görülmesi gereken yerlerden biri. Çamlıhemşin ilçesinin 19 km güneydoğusunda, 1350 m yükseklikteki Ayder yaylası, dağlar ve çam ormanları ile çevrili ama çok kalabalık. Biz Ayder'e bir gün arayla iki giriş yaptık. Giriş biletinden (11 TL) anladığımıza göre iki girişimiz arasında 7870 otomobil girişi yapılmış. Yani Ayder'e 3 gün içerisinde yaklaşık 8000 otomobil giriyor ve bu sayıya otobüsler dahil değil. Kişi sayılarıyla hesaplayınca ne kadar kalabalık olduğunu siz düşünün artık...

Park yeri bulmanın da çok zor olduğu Ayder yaylasında hiç durmadan Kavrun yaylasına doğru yola koyuluyoruz. Ayder yaylasını geçip dağlara doğru tırmanırken karşımıza Gelintülü Şelalesi çıkıyor. Açık bir havada, yukarıdaki yeşil yamaçları aşarak ince beyaz bir duvak gibi 300 metreden süzülen Gelintülü Şelalesini hayranlıkla izledikten sonra yola devam ediyoruz. Havanın açık olması bizi ümitlendiriyor; şimdiye kadar hiç açık havada göremediğimiz Kavrun yaylasını görebilecek miyiz? 


Şimdi rotamız, güzelliğini sonuna kadar hissettiğimiz bir huzurun adresi olan Kavrun yaylası... Yayla yolundaki ilk durak, genellikle piknik amaçlı kullanılan Galer Düzü ama biz burada da hiç durmadan yukarı doğru tırmanmaya devam ediyoruz.

Bu yol ayrımından Kavrun'a doğru devam ediyoruz.

Aşağı Kavrun yaylasını geçtikten sonra Yukarı Kavrun için de tabela koymuşlar ama gerek de yok, çünkü zaten başka bir yol yok...

Yaylaya yaklaştığımızın habercileri :)

Kavrun yaylasının yerlileri Hemşinlilerden oluşuyormuş.

Yayla evleri, sıra ile bir mahalle düzeninde dizilmiş küçük, ahşap kulübelerden oluşuyor.

Neredeyse her evde birileri var, inekleri de tabii...

Kavrun yaylasında durmadan, zirveye doğru yolun bittiği yere kadar arabayla tırmanmaya devam ediyoruz. Yolun bittiği yerden yaylaya bakış...

Aracımızı bıraktıktan sonra şimdiki rotamız, güzelliğini sonuna kadar hissettiğimiz bir huzurun adresi olan Kaçkarlar. Karşıdaki sivri dağlar Kaçkarların zirveleri...

Geçen sene Yukarı Kavrun yaylasına kadar çıkmıştık ama sisten hiçbir şey görememişiz. Bu sene gidip bu muhteşem manzaraları görünce anladık.

Yayla yolu çok bozuk ve araba tırmanırken zorlanıyor. Sarp ve engebeli, her yerde tökezleyebileceğiniz kaya ve taşlar, aracınızı kaydırabilecek dereler ihtiva eden bu yol dünya hayatına benziyor. Zorlu, tehlikeli, yorucu ama manzara harika... İnsan tüm dikkatine ve yorgunluğuna rağmen “buraya çıkmasaydım” demiyor. Görüntü insanın meşakkatinin bedelini ödüyor.

Dağda, neredeyse Kaçkarların zirvesinde bir yerdeyiz şimdi. Telefon ile ölçtüğümüz rakım 2370 metre... Bulutlara elimizi uzatsak değeceğiz sanki, bize yakın gibi geliyor ama şu görünen sivri zirve bile o kadar uzak ki, oraya ulaşmamız için birkaç saat yürümemiz gerekiyor. Yeryüzünün bulutlarla birleştiği yaylada gördüğümüz manzaralar bizi farklı bir dünyaya taşıdı ve etkisinden uzun süre kurtulamadık...

Biraz daha vaktimiz ve tırmanma tecrübemiz olsaydı, zirveye doğru tırmanıp buzul göllerini de görmek istiyorduk. Belki bir gün...

Biz geri dönüp inişe geçerken zirve tırmanışı yapacak olan büyük bir dağcılık ekibi ile karşılaştık. Onların peşine takılıp gitmeyi öyle çok isterdik ki...

Bol oksijen bizi acıktırdı ve dere üzerinde kurulmuş olan Şahin kafede oturduk. Karadenizde yediğimiz en güzel muhlamayı burada yedik. Sadece kendi ürettikleri tereyağı ve peynirden yapıyorlarmış, mısır unu yok. Bu el değmemiş doğada otlayan hayvanların sütünden yapılan tereyağı ve peynirin ne kadar leziz olduğunu anlatmak mümkün değil zaten. Yediğimizde aldığımız o tat anlatılmaz bir haz veriyor insana...

Kafenin manzarası aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz gibi... Buradaki dereden akan su, Fırtına vadisine doğru büyüyerek akıyor. Dereden gelen su sesleri bir süre sonra insanı büyülüyor ve hiç kalkmak istemiyoruz ama akşama kalmamak için mecburen kalkıyoruz. 

Her geldiğimizde yaptığımız gibi yine Kaçkarların zirvesinden doğup henüz hiç el değmemiş olan gerçek doğal kaynak suyundan doldurup inişe geçiyoruz.


Dönüşte Ayder yaylasına uğramayı ihmal etmiyoruz.

Akşama doğru dağların bulutlandığını, biraz önce gezdiğimiz yerlere sis geldiğini görüp Kavrun yaylasını açık havada görebildiğimiz için şükrediyoruz.


Hayatımızda doğayı hiç bu kadar yakından keşfedip kendimizi doğanın bir parçası hissetmemiştik. Bu güzellikleri henüz görmeyenlerdenseniz, havası, suyu, doğallığıyla büyülemek üzere sizi beklediğini söyleyelim. Çünkü bu güzelliği görmemek, hayattaki birçok tattan mahrum kalmaktır.

Bu sene Çamlıhemşin'de, Fırtına deresinin kenarındaki Yamantürk Öğretmenevini keşfettik ve burada konakladık. Otel konforundaki Yamantürk, şimdiye kadar kaldığımız Öğretmenevleri arasında en güzel ve en beğendiğimiz yerdi. Ücreti de ona göre yüksekti, 220 TL. Dışarıya da açık olan restorandaki yemekler çok güzel olduğu için akşam yemeklerinin hepsini burada yedik.

Akşam hayaller kurduk, içinde bulunduğumuz durumu değerlendirdik, şükrettik, yarınki planımızı gözden geçirdik. Huzurun tam ortasında olmak daha çok hayal kurduruyor ve dakikaları ölümsüzleştiriyor. Yolunuzun bu güzel coğrafyaya düşmesi dileğimizle…

5.Gün: Yamantürk Öğretmenevi - 1 saat - Pokut ve Sal Yaylası - 1,5 saat - Palovit Şelalesi

Ayder ve çevresindeki yaylalara günübirlik gezi yaptıran bir sürü grup var. Çok profesyonel kişiler değil de yerel rehber eşliğinde butik gezi diyelim. Verdiğiniz paraya göre yaylaya çıktığınız aracın ve hizmetin kalitesi değişiyor. Biz Ayder yaylasında yürürken tanıtımını gördüğümüz Gezdurici isimli grupla anlaştık. Sabah 10.00 gibi Öğretmenevinden bizi aldılar.

Tur Programı: Çinçiva (Şenyuva) Kemer Köprü - Sal ve Pokut Yaylaları - Palovit Şelalesi - Zilkale

Önce Şenyuva Köprüsüne (Çinçiva Köprüsü) uğradık. 1696 yılında inşa edilen köprü, yörenin en büyük ve en eski köprüsü...

Yuvarlak kemerli ve tek gözlü olarak inşa edilmiş.


Şenyuva Köprüsünden sonra tekrar yola çıkarak araç sürücüsünün rehberliğine bıraktık kendimizi. En başta söylediğimiz, "verdiğiniz paraya göre yaylaya çıktığınız aracın ve hizmetin kalitesi değişiyor" ifadesi daha yolun başında kendini gösterdi. Biz bu tura kişi başı 50 TL vererek katıldık ama 70-80 TL'ye kadar çıkıyor tur ücretleri... 1,5 saatlik yolu aracın hararet yapıp yolda kalmasından dolayı 2 saatte ancak çıkabildik. Bizi turun eski aracıyla çıkarmaya çalıştıkları için bu aksilikleri yaşadık. Turun diğer aracı daha yeniydi ve onlar bizden önce çıkmışlardı.

Ormanlarla çevrili, maceralı bir şekilde yükselen Pokut yolunu takip ederek, Şenyuva Köprüsünün 12 km yukarısındaki Sal yaylasına çıktık önce. Pokut'a varış yolu, Çamlıhemşin'den 1,5-2 saat süren, kıvrıla kıvrıla 2100 metreye yükselen zorlu bir stabilize yol. Normal bir binek araçla çıkmanız mümkün değil Pokut yaylasına. Altı yüksek arazi aracı veya minibüsle ulaşabilirsiniz ancak. Bir yayla klasiği olarak; yol boyunca yine size muhteşem manzaralar, ladin ve çam ağaçları eşlik ediyor. 

Pokut'a kadar gelmişken komşu yayla Sal'a uğramamak olmaz.

2070 metre yüksekliğindeki Sal yaylası, geniş panaromasıyla diğer Hemşin yaylalarında olmayan bir özelliğe sahip...

Ladin ve kestane ağaçlarından yapılmış geleneksel yayla evleri, adeta yaylanın meydanı olan Sal düzlüğü etrafına dizilmiş.

Hem bu meydana hem de panaromik Kaçkar dağları manzarasına bakıyor.

Sal düzlüğü etrafına dizili ahşap yayla evleri...


Bu evlerden birinde keçi sütünden dondurma yapıp satıyorlar. Şimdiye kadar yediğimiz en pahalı dondurma, bir topu 10 TL!

Oldukça büyük olan Sal düzlüğü, çocuklar gibi kolunuzu açıp bağıra bağıra koşma isteği uyandırıyor.


Sal'a 15 dakika yürüme mesafesindeki Pokut, Sal yaylasından sola doğru baktığınızda gördüğünüz evler topluluğu. Sal'dan Pokut yaylasına orman içinden giden patika yolu takip ederek keyifli bir yürüyüş yapabilirsiniz. Ama biz tur aracıyla gittik.

Yukarıdaki fotoğraf Sal'dan Pokut yaylası, aşağıdaki fotoğraf Pokut'tan Sal yaylasının görünüşü...

Normalde 1800 metre yükseklikten sonra ağaç yetişmez ama aldığı ılıman rüzgârlar sayesinde 2100 metredeki Pokut yaylası, çam ağaçlarıyla dolu...

Etrafı geniş ladin ormanlarıyla çevrili yaylanın mimarisini de etkiliyor bu özelliği, orman dokusu bulunmayan yaylaların yerel mimari örnekleri taş ağırlıklıyken Pokut'ta evler genelde ladin ve kestane ağaçlarından yapılmış.

Geleneksel yayla evleri alt katta ahırın bulunduğu en fazla 3 odalı iken, yayla turizminin etkisiyle sonradan yapılan veya restore edilirken eklemeler yapılan evler daha fazla odaya sahipmiş.

Restore edilen evlerden biri olan Pokut Doğa Konuk Evinde çayımızı içip muhabbet ediyoruz.

Kaçkarları geniş bir açıda gören konumuyla oldukça güzel ve özel yaylalardan biri Pokut. Önümüzde sıra sıra uzanan dağlarıyla, bir belirip bir kaybolan bulutlarıyla, şansımıza açık gökyüzüyle hafızamızdan silinmeyecek görüntüler, hissiyatlar, anılar sunuyor.

Fotoğrafla ilgileniyorsanız, harika fotoğraflar çekmek için doğru yerdesiniz. Pokut yaylasında, bulutların bir deniz gibi akıp gittiğini izleyebilirsiniz...

Güneşiyle, sisiyle, yeşiliyle Pokut'taki huzurlu ortam ve temiz havayı içimize doldurup Pokut'tan ayrılıyoruz. Sıradaki durağımız Palovit Şelalesi...


Kaçkar dağları içindeki doğal güzelliklerden biri olan Palovit Şelalesi, Rize'deki en yüksek debiye, muhteşem ve heybetli bir görüntüye sahip. Gür bir orman içindeki bu ünlü şelale, yaklaşık 15 metreden dökülüyor. Şelaleye bu kadar bile yaklaşsanız altında ıslanıyorsunuz.


Palovit Şelalesinden sonra Zilkale'ye uğrayıp Öğretmenevine döndük. Her ne kadar kendi aracımızla gezmesek de yayla yollarında çok yorulduk. Yarın güzel bir gün, açık bir yol bizi Elevit’e götürsün diye dileyip, dinleneceğiz.

6.Gün: Yamantürk Öğretmenevi - 1,5 saat - Elevit Yaylası - 30 dk - Çatköy

Karadeniz yaylalarındaki yolculuğumuzun bugünkü durağı, iki derenin kesiştiği noktada kurulan yaylaların gözdesi Elevit yaylası. Birbirinden güzel yaylalara sahip Karadeniz’de, ziyaret sırasının başlarında anılması gerekiyor. Sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra, Elevit'e gitmek için yola çıktık. İlk önce Şenyuva Köprüsü, oradan Zilkale ve yolu takip edip Çatköy'e ulaştık. Çat vadisinden Elevit'e doğru giderken, Elevit'ten gelen derenin üzerinde bir taş köprü var. Yol üstündeki bu köprüde mola verdik. Çatköy sınırları içerisinde bulunan ve Çilanç adıyla anılan köprü, selden zarar gördüğü için birkaç kez onarım geçirmiş. Taş köprü, doğanın ortasında yıllara meydan okuyup doğa ile bütünleşmiş adeta, üstünde bile otlar çıkmış.

Köprüden sonra Lakubar denilen bölgeden geçerek hiçbir yere sapmadan yolu dümdüz takip edip sonunda Elevit yaylasına varıyoruz.

Elevit yaylası, gelenekselin yanında modern evlerin de bulunduğu, Yok Yok adlı bir marketin olduğu, gelenleri “Rakım:1800, Nüfus:Belirsiz” diye karşılayan, yazları da her daim şen olan bir yayla...

Elevit, Çamlıhemşin'e 35 km uzaklıkta, denizden 1800 metre yükseklikte... Arabayla Çamlıhemşin'den 1,5 saate çıkabilirsiniz. Karadeniz standartlarına göre deniz seviyesinden çok yükseklerde değil...

Yörede muhtarlığı bulunan tek yayla olduğu için resmi kayıtlarda Yayla Köyü olarak da geçiyor. Ama bu isim pek kullanılmıyor.

Çoğunlukla büyük kente göçmüş yöre insanları, yaz sezonunda burada kalıyorlarmış. Eskiden hayvancılıkla uğraşan yayla sakinleri, günümüzde yaylayı tatil ve turizm amaçlı kullanıyormuş. Biz de Ankara'da yaşayan ama yaz tatili için buraya gelen bir büyüğümüzle sohbet etme fırsatı bulduk. 

Yeşilin her tonunu bulabileceğiniz; mutlu, samimi, cefakar Anadolu insanının diyarı Rize. Doğanın güzelliğini fotoğraflarla bir nebze anlatabilsek de insanlarını tarif etmek pek mümkün olmuyor.

Elevit'te tipik yayla evlerini görebilirsiniz. Evlerdeki ahşap işçiliğine hayran kalacaksınız.

Palovit, Trovit, Apivanak, Karmik, Haçevanak gibi 13 yaylaya geçit veriyor Elevit. Aslında Kaçkar dağlarına ve yaylalarına açılan bir kapı görevi görüyor. Bu yoldaki rota, Rize’nin en önemli yaylalarından Elevit - Trovit - Palovit - Amlakit güzergâhını izliyor. 

Diğer yoldan gidilerek de Elevit’ten Haçevanak yaylasına üç saatlik bir yürüyüş yapılabilir.

80’lerde yaşanan yangından sonra büyük bir yapılaşma sürecine giren Elevit yaylası, aslında iki bölümden oluşuyor.

Bu bölümlerin en büyüğü, evlerin sayıca fazla olduğu ana vanağın (yayla evlerinin bulunduğu yerin) dışındaki Tafteni olarak bilinen bölge. Tafteni aynı zamanda Haçevanak yaylasına geçenlerin de durağı...

Elevit doğasıyla ve mis gibi havasıyla başınızı döndürecek…

Doğa harikası bir yer, çam kokusu, dere sesi, huzur...

Elevit'in yolu biraz zor ama yılmayın, enfes bir manzara, sakinlik ve huzur var.

Yol çalışması yapılıyor, inşallah yolları yapılınca sonu Ayder gibi olmaz.

Yolunuz bizim gibi Rize'ye düşerse kesinlikle görmeden gitmeyin. Yeşilin binbir tonunu aynı anda keşfetmek için, en önemlisi de yaşamı iliklerinizde derin bir şekilde hissetmek için Elevit yaylasına gitmelisiniz. Daha fazla anlatmayalım gerisini siz keşfedin, Elevit sizi bekliyor.

Zilkale'den Çat'a, oradan da Elevit yaylasına araba yolu ile ulaşmak mümkün. Çatköy mevkiinden sonra yol biraz bozuluyor. Çıkılabilir ama taşlı yolda lastiğiniz patlayabileceğinden hazırlıklı olun. Biz sedan aracımızla çıktık ama bir lastiğe mal oldu. Lastiğin patladığını dönüş yolunda anladığımız için o bile keyfimizi bozamadı. 

Elevit'ten dönerken Çatköy tabelasını görüp orayı da görmek istedik.

Çat yolu çok kolay, hemen Elevit yaylası sonrası gidilebilecek bir konumda. Çok yüksek olmadığı ve yolu da çok zor olmadığı için kolaylıkla çıkılabilir.

Köy yolunu tırmanırken, köye gelmeden hemen önce manzara inanılmaz...

Karşımızda Kaçkarlar ve Çat vadisi...

Yolu dar ve uçurumlu ama görülmeye değer...

Ufak bir dinlenme ve fotoğraf çekiminin ardından Çatköy yaylasını geride bırakarak inişe geçiyoruz. Çat düzlüğünün çıkışında yol ikiye ayrılıyor, Elevit\Trovit ve Kale\Çiçekli olmak üzere. Elevit yolundan dönüyoruz zaten, bir de Kale\Çiçekli yolunu takip edelim dedik.

Bu yol, yukarıdaki fotoğrafta görünen tur güzergahının yolu. Ama yol çok daha bozuk olduğu için daha fazla ilerlemeyip Öğretmenevine geri dönüyoruz.

Elevit yaylasının dönüş yolunda aracımızın lastiğinin patladığından bahsetmiştik. Lastiğin patladığını tam da burada, dönüş yolunda anladık. Kötü bir durum ama en azından bu durumla dağ başında karşılaşmadığımız için halimize şükrettik. Günün geri kalan kısmı bu yüzden kötü geçti ama uzun uzun anlatmaya gerek yok. Sadece eğer başınıza böyle bir durum gelirse Çamlıhemşin'de yaptıracak bir yer olmadığını bilin. Bunun için Ardeşen'e gitmeniz gerekiyor.

Artık yayla turunun sonuna geldik. Yarın güzel bir gün, açık bir yol, sağlam lastikler bizi Trabzon'a götürsün diye dileyip, dinleneceğiz.

7.Gün: Yamantürk Öğretmenevi - 30 dk - Çayeli Hüsrev Lokantası - 1,5 saat - Trabzon

Sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra, öğlene kadar lastiğimizi yaptırmaya uğraştık. Öğleden sonra Trabzon'a doğru yola çıktık. Sahil yoluna çıktığımızda Kız Kalesini gördük. Pazar ilçesinin batı girişinde, küçük bir burun üzerinde kurulmuş olan kalenin kara ile bağlantısı kesilmiş. 13-14. yüzyıllarda yapıldığı sanılan kale, tek bir gözetleme kulesiyle ayakta duruyor.

Rize'ye her geldiğimizde Çayeli ilçesindeki meşhur Hüsrev Lokantasında kurufasulye yemek istedik. Ama şimdiye kadar bir türlü nasip olmadı. Buradan ya erken saatlerde ya da çok geç saatlerde geçtik. Ya biz aç değildik ya da çok açtık ama Hüsrev kapalıydı. Neyse bu sene nasip oldu. Lastiğimizi yaptırdığımız için yola geç çıktık ve buraya gelene kadar öğle yemeği vakti gelmişti, acıkmıştık. Kaç senedir bir türlü yiyemediğimiz için gözümüzde çok büyütmüştük. Bizim için bir efsaneydi, peki ya anlatıldığı kadar değilse ve hayal kırıklığına uğrarsak diye düşünüyorduk. Ama yediğimizde anladık ki gerçekten efsaneymiş, hayatınızda yiyebileceğiniz en güzel kurufasulye!

Yemekten sonra, konaklayacağımız KTÜ Sosyal Tesisine doğru yola çıktık. Bu akşam da burada kalıp içinde bulunduğumuz durumu değerlendirdik ve şükrettik, her gün yaptığımız gibi yarınki planımızı gözden geçirdik. Yolumuzun bu güzel coğrafyaya tekrar düşmesi dileğiyle artık Karadeniz turumuzun sonuna geldik. Yarın güzel bir gün, açık bir yol bizi Tokat'a götürsün diye dileyip, dinleneceğiz.

8.Gün: Trabzon - 5 saat - Niksar - 1 saat - Tokat

Trabzon'dan Ünye'ye kadar sahil yolundan gittikten sonra Ünye'den içeri yönelip denizi arkamızda bırakıyoruz. Ünye - Niksar karayolunun 7. kilometresinde, yolun solunda kalan bir tepenin üzerinde kurulu, 2500 yıllık Ünye Kalesine selam verip yola devam ediyoruz. 

Ordu'nun Akkuş ilçesinin Dumantepe mevkisine kadar dağlara tırmanıyoruz. Dumantepe adından da anlaşılacağı üzere dumanlı bir tepe, göz gözü görmüyor, bir yandan da yağmur yağıyor. Bu durumu geçici sanıp bir süre mola verelim, belki geçer dedik ama yanılmışız. Dumantepe yaz kış geçit vermezmiş yolcularına... 
 
Biz de yola devam edip bir süre bu şekilde ilerliyoruz. Dumantepe'yi geçip Akkuş ilçe merkezine doğru gittiğimizde hava normale dönüyor. Akkuş'tan sonra yavaş yavaş Karadeniz ikliminden çıkıyoruz. Bugün önce Niksar'a uğrayıp sonra Tokat merkezi gezip akşam Tokat Öğretmenevinde kalacağız. İlk durağımız Türkiye’nin ikinci büyük kalesi olan Niksar Kalesi...

Kalenin sol tarafından görünen Niksar...

Kalenin sağ tarafından görünen Niksar...

İkisini birleştirdiğimizde, kaleden bütün Niksar'ı görebiliyorsunuz. Kalede bizi karşılayan ilk yapı Nizameddin Yağıbasan Medresesi...

1157 yılında, Danişmendli Beyliği Emiri Nizameddin Yağıbasan tarafından inşa ettirilmiş. Anadolu'nun en eski tıp medreselerinden. Danişmendli medrese planlarına uygun olarak, girişin karşısında ve sağında iki eyvanı bulunan tek katlı bir medrese. Kuzey yönündeki köşe odalar daha geniş tutulmuş. Girişin bulunduğu güney yönünde ve doğu yönünde öğrenci hücreleri bulunuyor. Avlunun üzeri, sekizgen kasnak üzerinde, tromplarla taşınan yarım kubbe ile örtülü...

Medresenin hemen yanındaki yapı, Nizameddin Yağıbasan Türbesi...

12. yüzyılda, Niksar'da kurulmuş olan Danişmendli Beyliğinin kurucusu Melik Ahmet Danişmend Gazi'nin torunu, beyliğin 3. Meliki Nizameddin Yağıbasan için yaptırılmış. Sekizgen planlı türbenin dış cephelerinde tuğla ve kesme taş, iç kısımda ise moloz taş ve tuğla malzeme kullanılarak üzeri sıvanmış. Türbenin üstü; içeride kubbe, dışarıda sekizgen piramidal külahla örtülü...

Büyük Selçuklular adına Anadolu'nun önemli bir kesiminde fetih faaliyetlerini yürütmüş olan Dânişmendliler, hüküm sürdükleri Amasya, Tokat, Niksar, Sivas ve Kayseri çevresinde birçok mimari eser meydana getirmişler. Bu eserler; malzeme, teknik, tasarım ve süsleme açısından iddiasız yapılar olmuş ancak Anadolu Türk mimarisinin doğuş devresinde kendi kimliğini belirlemeye yönelik ilk örnekleri teşkil etmiş. Bunlardan birisi de Niksar Ulu Camii...

Melik Gazi Cami adıyla da anılan Niksar Ulu Cami, Anadolu'daki ulu camilerin en eski örneklerinden biri. 1145 yılında Nizameddin Yağıbasan'ın saltanatı döneminde, Çepnizade Hasan Bey tarafından yaptırılmış. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde isminin Melik Gazi Cami olduğunu ifade etmiş. Melik Gazi Gümüştekin, genel kabule göre 1145 tarihinden önce öldüğü için caminin Nizameddin Yağıbasan tarafından yaptırıldığı düşünülüyor. Yapı dikdörtgen planlı olup Anadolu'daki çok ayaklı ulu camiler grubundan (en sevdiğimiz çok kemerli ulu camilerden)...

Dikdörtgen planlı caminin üstü; enine 5, derinliğine 7 çapraz tonozla örtülmüş. Bu mekân birimlerinin köşelerinde yükselen kesme taş pâyelere sivri kemerler oturuyor. Bu kemerler, mihrabın önünde ve harimin ortasında kubbeleri, diğer yerlerde de çapraz tonozları taşıyor.


Harimin merkezindeki kubbenin altında, mahfil niteliğinde bir seki meydana getirilmiş.


Kesme taşla örülmüş caminin mihrap önünde küçük bir kubbesi bulunuyor. 

Taş mihrap ve ahşap minber...


Mihrap nişinin içinde ikinci küçük bir niş bulunuyor.


Taç kapı, içerideki mihrapla aynı düzenlemeye sahip...


Ahşap minber...


Caminin avlusundaki şadırvan...

İki kubbe dışında düz toprak damla örtülü olduğu anlaşılan cami, günümüzde kiremit örtülü bir ahşap çatı altına alınmış. Mevcut minare, payandalarla birlikte yapılan onarımlarda yapıya ilave edilmiş.

Ulu Camii'nin sokak girişinde bir de çeşmesi var.


Çeşmeden su içtikten sonra yola devam ediyoruz. Karşımıza tek gözlü, güzel bir köprü çıkıyor.

Bu köprüye, üstündeki ağzında yılan tutan leylek kabartmasından dolayı Leylekli Köprü ya da Yılanlı Köprü deniyormuş. Niksar merkezinden geçen Çanakçı deresi üzerinde ve Arasta Camii'nin kuzey yanında. Biz de bu köprüye, Güvercinli Köprü adını koyup Tokat'a doğru yola devam ediyoruz :)

Tokat, Yeşilırmak'ın bereketli topraklarının üzerinde masmavi gökyüzü ile buluşarak, tarihin her döneminde Anadolu'nun çeşitli uygarlık ve devletlerine kucak açmış. Tokat'a vardığımızda Öğretmenevine yerleşiyoruz hemen. İki memur fiyatı 100 TL. Öğretmenevine yerleştikten sonra dışarı çıkıyoruz. Artık sıra 5000 yıllık bir medeniyete beşiklik eden Tokat'ı gezmede... Öğretmenevinin yakınındaki Gökmedrese, Anadolu Selçuklu dönemine ait bir tıp medresesi. 1277'de iki katlı bir yapı olarak inşa edilmiş. 18. yüzyıla kadar şifahane olarak kullanılmış. 1926'dan 2007 yılına kadar müze olarak kullanılmış ama müze Bedesten'e taşındığından, içine giremeden devam ediyoruz gezmeye...

Gökmedrese yakınındaki Türkiye'nin en güzel hanlarından biri olan Taşhan, Anadolu'daki en büyük şehir hanlarından. 1626-1632 yılları arasında inşa edilen bir Osmanlı eseri...

İçinde oturup bir şeyler içebileceğiniz yerler, etrafınızda ise Tokat'tan alınabilecek hediyelik eşya dükkânları var. Giriş kat dükkânlardan, üst kat ise imalâthanelerden oluşuyor. Buraya kadar gelmişken bir kök boyalı ürün alınmalı. Biz üst kattan Tokat'a özgü kök boyalı masa örtüleri, alt kattaki bakır işçiliği yapan dükkanlardan da bakır eşyalar aldık. Esnafı da misafirperver, ilgili, mütevazi ve cömert. Her şeyi ile çok güzel, tarihle iç içe. Biz otururken güzel bir canlı müzik bile yapıldı. 


Bozulmamış dokusu ve kale manzarası ile Taşhan bir efsane...


Taşhan yakınındaki Hatuniye (Meydan) Camii, 1485 yılında Sultan 2. Bayezid tarafından annesi Gülbahar Hatun adına yaptırılan külliyenin merkez yapısı. Bundan dolayı Hatuniye denmiş. Zaviyeli camiler plan tipinde olan eser, kesme taş malzeme ile yapılmış.


Yapının kubbesi, sekizgen bir kasnak üzerine oturmuş. Beş kubbeli olan son cemaat yeri kubbelerine geçişler pandantiflerle sağlanmış. 

Tek şerefeli olan minarenin kaidesi sekizgen olup şerefe altlarında ise mukarnaslar geçiş unsuru olarak kullanılmış.

Caminin en önemli kısmı, su mermerinden yapılmış, eşsiz işçiliğe sahip taç kapısı. Kitabesi, Osmanlı sülüs hattıyla taç kapısının üstündeki mermere yazılmış. Taç kapısının iki yanında birer tane mihrap var.


Kündekari ahşap işçiliğinin nadir örneklerinden olan minber, cümle kapısı ve pencere kanatları görülmeye değer...

Tokat'taki en güzel Osmanlı dönemi mimari eserlerinden biri...

Caminin arka tarafında bir de şadırvan var.


Zaten yol yorgunuyduk, bu kadar yeri de yürüyerek gezince yorulduk ve acıktık. Meydan Cami karşısında bulunan tarihi Pirhan Restoranda meşhur Tokat kebabı yedik.


Yemek sonrası gezmeye devam ediyoruz. Meydan Camisi'nin güneyinde bulunan Pir Ahmet Bey Türbesine, Eretna beylerinden Ali Bey'in oğlu Pir Ahmet Bey ve ailesine ait kişiler defnedilmiş.


Türbeden sonra, Tokat'taki tarihi camiler arasında önemli bir yere sahip olan Ulu Camii'ye gitmek üzere yürümeye devam ediyoruz.


Yazmacılar Hanı ve Kabe-i Mescit Camii'nin sırt sırta verdiği sokaktan geçip Ulu Camii'ye ulaşıyoruz.


İlk olarak Danişmentliler döneminde 12. yüzyılda yapılan Ulu Camii, 1679 yılında Avcı Mehmed zamanında tamamen yenilenmiş. Dikdörtgen planlı olarak inşa edilmiş. Aşağıdaki fotoğrafın sağında görünen, caminin güneydoğu köşesindeki taşa oyulmuş kuş evi Anadolu'da nadir olarak görülüyormuş, biz de daha önce hiçbir camide görmemiştik. 


Doğu ve batı yönünde iki adet son cemaat yeri olan Anadolu'daki tek camiymiş. Her iki tarafta da devşirme sütun ve sütun başlıkları kullanılmış.

Caminin harimi, düz ahşap tavan ile örtülmüş.

Üst kattan görünüm...

Tavana kırmızı ve yeşil renklerin hakim olduğu fonlar arasında, yalancı kündekari tekniğiyle yapılmış kare tavan göbeğinin üzeri altın yaldız ve kalem işi bitkisel bezemelerle süslenmiş.



Ahşap tavanı taşıyan ayak ve kemerlerin üzeri, dönemin süsleme özelliklerine uygun olarak rumi motifli kalem işleriyle bezenmiş.



Taş mihrap ve ahşap minber...



İçeri girerken hava aydınlık, akşam namazını kılıp çıktığımız için de dışarı çıktığımızda karanlıktı. Tarihi yapıların akşamları ışıklandırılması, seyri doyumsuz bir görüntü oluşturuyor...


Ulu Camii'den sonra Takyeciler Camii'ne gittik. Caminin, Osmanlı Sultanı Çelebi Mehmet dönemi olan 15. yüzyılın ilk çeyreğinde yaptırıldığı düşünülüyor.

Ulu camiler planında 9 kubbeli olarak yapılan cami, kare bir plana sahip. Son cemaat yeri bulunmayan cami, takkeci esnafı tarafından onarıldığı için bu isimle meşhur olmuş. Edirne Eski Cami ile aynı plana sahip...

Takyeciler Camii'nin karşısındaki Deveciler Hanı, günümüzde Gaziosmanpaşa Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi binası olarak hizmet veriyormuş.

Takyeciler Camii'nin yanındaki Arastalı Bedesten ise 2007 yılından beri Tokat Müzesi olarak kullanılıyormuş. 2007'ye kadar müze, daha önce bahsettiğimiz Gökmedrese binasında hizmet veriyormuş. 


İlk kez geldiğiniz bir şehirde yürümek çok keyifli, her sokak size bir sürpriz yapıyor. Tokat’ın eski yerleşim merkezi olan Sulusokak’ta ise her adımda bir tarihi eser var. Yine Sulusokak üzerindeki Kazancılar Mescidi...


Tokat'ın en çok bilinen ve en işlek yerinde olan Ali Paşa Hamamı, 1572 yılında Ali Paşa tarafından yaptırılan Ali Paşa Külliyesi'nin bir parçası olarak yaptırılmış.

Ali Paşa Hamamının yanındaki Ebuşems Hanegahı, Sultan Keykavus'un oğlu Mesut ve 4. Kılıçarslan'ın kızı Selçuki Huand Hatun döneminde, Ebuşems Hasan tarafından 1288'de zaviye olarak yaptırılmış. Yapı; kubbeyle örtülü, ana mekana açılan eyvan ve ana eksenin batı yönünde iki oda ile doğu yönünde temel kalıntıları bulunan yıkılmış iki odadan oluşuyor. Güneybatıdaki oda, türbe olarak düzenlenmiş. Ana mekan ise halen mescit olarak kullanılıyor.


Tokat'taki son durağımız şehrin her yerinden görünen Tokat Kalesi...




Tokat Kalesinin gecesi ayrı, gündüzü ayrı güzel...





Pek keşfedilmemiş zengin bir tarihe sahip olan Tokat, uzun bir gezi yolculuğunu, merkezinde bulunan antik kaleyle başlatır aslında. Ama biz hem gündüzünün hem de gecesinin fotoğraflarını aynı anda göstermek için sona sakladık. Tokat Kalesi, il merkezinde yüksek bir tepe üzerinde bulunmakta. Kalenin hangi dönem ve kimler tarafından yapıldığı hakkında kesin bilgiler yok. Ama şunu söyleyebiliriz; yapının günümüze ulaşan kesimleri bile, onun yüzyıllar boyunca uğradığı ihmale ve tahribata karşın görkemini anlatmaya yeter...

Seyahatin en güzel yanlarından biri de yöreye özgü lezzetlerin tadılması ve ustasından, zanaatçısından o yöreye özel ürünlerin alınması. Bu yüzden, Tokat kebabı ve yoğurtmaç pidesi (cevizli ekmek) yemeden Tokat'tan dönmeyin. Tokat’tan ayrılırken bavula atmayı unutmayacağınız şeyler ise el emeği yazmalar ve dokumalar, bakır taslar, şahane sarmalar için yaprak ve Zile pekmezi...

9.Gün: Tokat - 40 dk - Ballıca Mağarası - 40 dk - Zile - 4 saat - Ankara

Seyahatimizin son gününde Ankara'ya doğru yola çıkıyoruz. Her zamanki gibi geze geze gitmek tercihimiz... İlk önce Mahperi Hatun Kervansarayına uğruyoruz. 


1239 yılında, Selçuklu Sultanı 2. Gıyaseddin Keyhüsrev ve annesi Mahperi Hatun zamanında yapılmış. Kervansaray, İç Anadolu'yu Karadeniz'e bağlayan ipekyolu üzerinde bulunuyor. 

Açık ve kapalı iki kısımdan oluşuyor. Kapalı kısım yolcuların konaklaması, girişteki açık kısım ise hayvanların barınması için inşa edilmiş.

Tamamen kesme taş malzemeden oluşan yapıda, süslemeler açık ve kapalı kısımlara açılan kapılarda yer alıyor.


Taç kapıda, kapalı kısmın kapısında ve çeşme üzerinde olmak üzere üç tane kitabesi var.

Kervansaraydan sonra Ballıca Mağarasına gidiyoruz.

Mağaraya, Pazar ilçesinden Akdağ'ın doruğuna kıvrım kıvrım uzanan yoldan çıkılıyor.

Ballıca Mağarası, dünyanın en büyük ve en görkemli mağaraları arasında yer alıyor.

1995 yılında bir kısmı ışıklandırılarak ziyarete açılmış.

Ballıca Mağarasındaki oluşumları izlemek, doğal bir müzeyi gezmek gibi...

Yaşı, yaklaşık 3.4 milyon yıl olarak tespit edilmiş.

Ballıca Mağarası, Tokat’a gelenlerin uğrak yerlerinin en başında, özellikle astım hastaları sıklıkla ziyaret ediyormuş.

Ortalama sıcaklığı 18 derece ve nem oranı yüzde 54...

Gez gez bitmiyor, sarkıtlar, dikitler, sütunlar, göller...

Ballıca Mağarası iki yönde gelişmiş.

1. Galeride, birçok mağarada bulunan sarkıt, dikit, sütun benzeri yapılar var. Bu galeri; Havuzlu Salon, Büyük Damlataşlar Salonu, Çamurlu Salon, Fosil ve Yarasalar Salonundan oluşuyor.

2. Galeride ise tüm bu mağara oluşumlarının yanında, Ballıca Mağarasını diğer mağaralardan farklı kılan dikitsiz sarkıtlar ve soğan biçimli sarkıtlar var. Bu galeri; Çöküntü Salon, Mantarlı Salon, Sütunlar Salonu ve Yeni Salondan oluşuyor.

Ballıca Mağarası, iki galerisi boyunca çok miktarda ve iyi gelişmiş sarkıt, dikit örnekleriyle gözlenen oluşumlar ve özellikle ikinci galerideki soğan sarkıtlar nedeniyle, Türkiye'deki jeomorfolojik açıdan en zengin mağaralardan biri...

Ballıca Mağarasının henüz keşfedilmemiş ve ziyarete açılmayan bölümleri de varmış.

Mağara, yapısı korunarak gelecek nesillere bırakılacak milli değer özelliğinde olduğu için 2007 yılında Tabiat Parkı olarak ilan edilmiş.

Biz de gelecek nesillere doğallığı bozulmadan aktarılması dileğimizle Ballıca Mağarasından ayrılarak Zile'ye doğru yola çıkıyoruz. Zile'deki ilk durağımız Ulu Camii...

Nasuhpaşa Camii adıyla da bilinen eser, ilk kez 1267 tarihinde 4. Kılıçarslan'ın oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında, Mehmed Zaluli tarafından yaptırılmış. Caminin depremde yıkılması üzerine 1901-1909 yılları arasında, neoklasik mimari tarzında yeniden inşa edilmiş. Üç kubbeli son cemaat yerine sahip...

Girişte üç kubbeyle örtülü mekana yer verilmiş. Harimin üzerini, tromp geçişli büyük bir kubbe kapatıyor. Harimin güneyinde, taş malzemeli mihrap ve mermer minber yer alıyor.

Mukarnas kavsaralı mermer taç kapısının üzerinde, panolar halinde ayet ve onarım kitabeleri bulunuyor.


Ulu Camii'den sonra Zile Kalesine gidiyoruz.

Zile Kalesi, şehrin en eski akropolü (bir tepe üzerinde bulunan, çevresi surla çevrili, içinde sarayın ve önemli yapıların yer aldığı iç kale). MÖ 1600'lü yıllarda inşa edilen Zile Kalesi, yaklaşık 4000 yıllık bir tarihe sahip. Zile'nin sembolü olan bu kale, onlarca medeniyete ev sahipliği yapmış. Kale, Anadolu'nun tek dolma kalesi niteliğinde, bir höyüğün üzerinde binlerce yıldır dimdik ayakta duruyor. Zile Kalesinin bulunduğu dolma tepeye, tarihte Semiramis tepesi deniyormuş. 1875'te Ziya Paşa kaledeki askeri kışlayı yaptırmış, kuleyi de saat kulesi haline dönüştürmüş. Zile Kalesi 8 bölümden oluşuyor; giriş kapısı, saat kulesi, surlar, zindanlar, kral mezarı, tiyatro, kışla binası, yeraltı tünelleri ve sarnıçlar...

Romalılar ile Pontuslular arasında, MÖ 47 yılında Zile ovasında yapılan savaş sonunda, ünlü Roma imparatoru Jül Sezar zafer kazanınca, meşhur "Veni, Vidi, Vici (Geldim, Gördüm, Yendim)" sözlerini söylemiş. Bu sözleri içeren kitabeyi de Zile ovasına hâkim bir konumda olan Zile Kalesinin sütunlarına yazdırmış.


Biz bu kitabeyi kalenin hiçbir yerinde göremedik. Kale içerisinde çevreye dağılmış durumda tarihi eserler var ama hiçbir tanıtım veya açıklama olmadığı için hiçbir şey anlamadık, kaleye girmemizle çıkmamız bir oldu, bir tur atıp çıktık. Zaten içerisi kaleden çok piknik alanı gibiydi. O yüzden Zile denilince aklımıza tarihî bir kale, saatsiz bir kule gelecek sanırım...

Zile, yolculuğumuzun son durağı. Yolculuk maksadına eriyor. “Dünya yolculuğumuz da maksadına ersin” diye diliyoruz... Önümüzde bir eve dönüş yolculuğu var. Bu seyahatimizde de aklımızdan hiç çıkmayacak manzaralar gördük, müthiş maceralar biriktirdik. İnsanlar yaşadıklarını, gözlediklerini, düşündüklerini, düşlediklerini çeşitli yollarla dile getirir. Genellikle düşünceler yazı ile, duygular şiir ile işlenir. Biz bunu naçizane yazdıklarımızla yapıyoruz, yazarlar kitaplarıyla, şairler şiirleriyle... Yazılarımızda, sevdiğimiz şairlerin şiirlerini paylaşmaya çalışıyoruz, bu şairlerden biri de Cahit Külebi. Tokat gezimizi, mezarı Niksar'da bulunan Zileli şair Cahit Külebi'nin Tokat'a Doğru şiiri ile bitirelim:

Çamlıbel'den Tokad'a doğru 
Tozlu yolların aktığı ırmak! 
Ben seni çoktan unuttum; 
Sen de unuttun mu, dön geri bak. 

Atların kuyruğu düğümlü, 
Bir yandan yağmur yağar, ıslak; 
Bir yandan hamutlar şak şak eder, 
Bir yandan tekerler döner, dön geri bak. 

Orda, derenin içinde 
İki üç akçakavak, 
Tekerler döner, başım döner, 
Kavaklar yeşeriyor dön geri bak. 

Orda, derenin içinde 
İki üç çırılçıplak 
Alçacık damı düşündükçe 
Gözlerim yaşarıyor, dön geri bak. 

Irmaklar gibi uzaklaşır 
Bir türkü kadar uzak 
Tekerler iki çizgi bırakır, 
Hamutlar şak şak eder, dön geri bak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder