1 Eylül 2018

Akdenizin İncisi: Batıdan Doğuya Antalya

Akdeniz rotamız Ölüdeniz - Kumluca - Antalya - Gazipaşa şeklinde gidiyor ama biz gelmişken her yeri didik didik gezelim dedik. 11 gün boyunca Akdeniz kıyılarında o sahil senin, bu mağara benim; şu kanyon senin, öteki vadi benim koşturup durduk. Akdeniz'deki en güzel rotaları, uğradığımız, konakladığımız yerleri ve gittiğimiz güzergahı sizin için yazdık.

Akdeniz ve tatil kelimeleri bir araya gelince akıllara hemen deniz-kum-güneş üçlüsü geliyor tabi. Fakat Akdeniz ve tatil kelimeleri bizde nedense normal tepkilere yol açmadığından, deniz-kum-güneş üçlüsü gezi planına sadece sıradan bir madde olarak girebildi. Bunda amacımızın sadece gezmek olmasının da etkisi vardır tabii ki ama, yine de gezi boyunca en çok zevk aldığımız anların mağaralarda, kanyonlarda, çok kimsenin bilmediği veya az ziyaretçisi olan koylarda, kumsallarda geçirdiğimiz zaman dilimleri olması, deniz-kum-güneş temelli tatil seçeneğinin bize hitap edemeyeceğini bir kez daha anlamamızı sağladı.

Bazen tesadüfen görürsünüz yol tabelalarını, bazen de günlerce araştırırsınız gideceğiniz yeri. Şimdiye kadar yaptığımız gezilerden öğrendiğimiz “Burası nasıl bir yer acaba?” deyip rotayı o yöne çevirdiğimiz yerlerin gizli kalmış cennetler olması...

Bazen de gizli kalan tarihimizle karşılaşıyoruz. Tarih kokan mekanlarda bulunmak, bir nebze de olsa o havayı solumak bize hep büyük bir keyif veriyor. Gittiğimiz güzel yerleri tekrar tekrar geziyoruz acaba kaçırdığımız bir şeyler var mı diye. Her defasında farklı sürprizler çıkarmaya devam ediyor büyük bir tarihi mirasa sahip olan antik kentlerimiz...

Arabaya binip geze geze, göre göre seyahat etmek gibisi var mı? Bir de gidilen yollar muhteşem manzaralar, tarih ve doğayla iç içe konaklama noktalarıyla süslüyse çok daha zevkli yolculuklar yaşatıyor. Tatilin en güzel kısmı yolda olmak diye düşünenlerdenseniz ve gezerek tatil yapmayı tercih ediyorsanız, hazır olun Akdeniz turumuz başlıyor…


Konaklama: Ölüdeniz (2 gece) - Kumluca (4 gece) - Antalya (2 gece) - Gazipaşa (2 gece)

Bu rotamızda yaklaşık 2500 km'lik bir yol yapmış olduğumuzu ve yaklaşık 600 TL'lik yakıt harcaması yaptığımızı en baştan söyleyelim.

1.Gün: Ankara - 5,5 saat - Salda Gölü - 2,5 saat - Ölüdeniz

Bu seferki gezimizin de yoğun bir programı olacağının bilincinde olarak bir gezi planı çıkardık. Aslında bu gezi, Antalya'yı batısından doğusuna bir keşif yolculuğu ama biz Ölüdeniz'i çok sevdiğimiz için tatilimizi oradan başlattık. Planımız kabaca; arabayla Ankara’dan yola çıkıp Salda Gölüne uğramak, oradan da Ölüdeniz'e gitmek, sonra kıyıdan kıyıdan giderek bazen otelde, bazen öğretmenevinde kalıp Antalya’dan Ankara’ya geri dönmekten ibaretti. Mavinin ve yeşilin her tonuyla boyanmış manzaralar seyredeceğimiz, dünya üzerindeki cennet köşelere gitmek için sabah erkenden Ankara’dan yola çıktık. Yaptığımız plana göre ilk durağımız Türkiye'nin en derin ve temiz göllerinden biri olan Salda Gölü. Tesise otomobil giriş ücreti 5 TL.

İnanılmaz güzellikte bir yer olduğu söylendiği için Salda Gölüne gitmemiz kaçınılmaz bir durum haline gelmişti.

Burdur'un Yeşilova ilçesinde, ormanla kaplı tepeler, kayalık araziler ve küçük alüvyal ovalarla çevrili hafif tuzlu karstik bir göl olan Salda Gölü ve çevresindeki yerleşim yerleri, alternatif turizm yönünden zengin bir bölge diyebiliriz.

Deniz gibi dalgalı olan Salda Gölünde, denize alternatif göl turizmi yapılıyor.

Salda, Yeşilova ilçesine yaklaşık 5 km uzaklıkta bulunan tektonik oluşumlu bir göl...

Turkuaz renkli suyu ve beyaz kumuyla dünyada benzerine az rastlanan bir güzelliğe sahip...


Biz de bu güzelliğe şahit olduktan sonra Salda Gölünü arkamızda bırakıyor ve rotamızı Ölüdeniz'e çeviriyoruz.

2,5 saatlik araç yolculuğumuzun ardından Ölüdeniz'e vardık. Geçen sene kaldığımız Green Anatolia Club Hotel'i çok beğenmiştik, yine burada konakladık. Şimdiye kadar kaldığımız en pahalı ama en iyi otel. Biraz geç ayarladığımız için her şey dahil 550 TL ödedik.


2.Gün: Günbatımı ve Adrenalinin Zirvesi: Babadağ

Ölüdenizi geçen seneki yazımızda anlatmıştık, o yüzden bu yazımızda gittiğimiz farklı yerlerden bahsetmeye çalışacağız. Ölüdeniz, Akdeniz'in kıyısında yükselen Babadağ'ın dik zirvesinden yapılan yamaç paraşütü uçuşlarıyla da ünlü. Hafif deniz esintisi, yıl boyunca yamaç paraşütü uçuşları için ideal şartların oluşmasını sağlıyor. Fethiye'nin en yüksek rakımlı (1960 metre) yeri olan Babadağ yamaçlarına, otelden yaklaşık yarım saat süren yolculuğun ardından ulaştık.

Babadağ, yamaç paraşütü yapılan bir dağ olmasının yanı sıra manzarası, endemik bitki örtüsü ve yaban hayatıyla eşsiz bir tabiat harikası. Babadağ kültürel, coğrafi, tarihî, sportif açılardan zengin dev bir hazine. Ölüdeniz'in koyu mavi suları ile Babadağ'ın yemyeşil yamaçları altında, yarım ay şeklinde süzülen yamaç paraşütleri...

Türkiye'nin belki de en güzel günbatımı manzarası izlenecek yeri...

 Babadağ'ın zirvesinde güneş batarken Ölüdeniz ve Gemiler Adası manzarası...

Bize göre Babadağ, Fethiye'nin en güzel yerlerinden biri, hem manzara enfes hem de yeterince yüksek...

Günbatımı eşliğinde yamaç paraşütü uçuşlarını izleyip günü bitiriyoruz.

3.Gün: Ölüdeniz - 1 saat - Saklıkent/Gizlikent - 30 dk - Patara - 2 saat - Kumluca Uygulama Oteli

Sabah otelden ayrıldıktan sonra, 1 saatlik araç yolculuğumuzun ardından ilk durağımız olan Saklıkent Kanyonuna ulaşıyoruz. Saklıkent, 18 km uzunluğunda, 300 metre yüksekliğinde bir kanyon. Saklıkent Kanyonunda yürüyüş yapabilir ve çevredeki bütün müthiş doğa harikası yerleri keşfedip tadını çıkarabilirsiniz.

Saklıkent Kanyonuna vardığımızda otoparka aracımızı bıraktık. Otopark ücreti 5 TL, Saklıkent'e giriş ücreti 7 TL, öğrenci 3,5 TL. Girdikten sonra, çayın üzerine kurulan yerlerde oturup bir şeyler yiyebilirsiniz. Biz kanyon duvarına tutturulmuş tahta iskelelerin üzerinden kanyonun içerisine doğru yürüdük. Bu platformdan ilerlediğimizde kanyonun esas girişine ulaştık.


Burası, kanyondan gelen killi ve çok soğuk olmayan su ile çayın yeryüzüne çıktığı yerden gelen buz gibi soğuk suyun birleştiği nokta...


Burada biraz oturup ayaklarınızı suyun soğukluğuna alıştırabilirsiniz.

Irmağı besleyen kaynaklardan biri de, aşağıdaki küçük şelaleciğin kayalarının dibinden çıkan su. Kendisi gayet temiz ve buz gibi...

Kanyonun başında müthiş bir çağıltıyla dökülen su kaynağını görüp geri dönmeyin. Sıcak havada buz gibi suyu ile doğanın keskin bıçağı Saklıkent içerisinden yürüyün ve doğal güzelliği görün. Biz de buz gibi suya ayaklarımızı sokarak yürüyüşümüze başladık. Kısa bir süre buz gibi sulardan geçtikten sonra, kanyonun derinliklerine doğru ilerledik. Coşkun suların kolayca aşındırdığı kalkerli arazide, fay çatlaklarının da yardımıyla sarp bir kanyon oluşmuş. Yer yer çok dar ve engebeli kesimlerden geçmek, diz hizasına kadar suya girmek gerekiyor. Sonuna kadar gitmek zor, belli bir yerden sonra ilerlemek zorlaşıyor.


Tadını çıkara çıkara, etrafı seyrederek sakin bir şekilde ilerledikten sonra, herkesin yaptığı gibi geri döndük. Aracımıza binip yola çıktığımızda, yeni bir yer çarptı gözümüze. Saklıkent'in yaklaşık 500 metre gerisinde kalan Gizlikent Şelalesi...


Saklıkent'ten yaklaşık 10 dakika sonra Gizlikent Şelalesine ulaştık. Şelalenin olduğu tesise araç giriş ücreti 5 TL. Gizlikent Şelalesi, Fethiye ve çevresinin tek doğal şelalesi, Saklıkent Kanyonunun yeşil hali diyebiliriz. Şelaleye yürünen 300 metrelik kanyon; bazen su içinden, bazen engebeli bir yoldan ilerliyor. Gizlikent Şelalesi, yeşillikler arasında gizlenmiş doğal güzelliği ve manzarası ile şelalesinden çok yeşil kanyonunda yürümek için gidilmeli. Kanyonun içerisinde tam bir yayla havası hissedeceksiniz ve şelalenin huzur veren çağıltısı ruhunuzu dinlendirecek.


Dik yamaçların altına gizlenmiş muhteşem doğası ve buz gibi akan suyuyla Gizlikent Şelalesini de keşfettikten sonra Patara'ya doğru yola çıkıyoruz. Fethiye’den Antalya’ya doğru yol alırken Patara sapağı çıkıyor karşımıza. Asfalt yolu takip ederek önce yerleşim yeri ile karşılaşıyoruz. Yerleşim yeri antik kent kalıntılarının arasında sıkışmış, doğal güzellikler hiç bozulmamış. Patara Antik Kentine Müzekart ile giriş yapıyoruz (giriş 15 TL). Ardından Roma Zafer Takını, kutsal alanları ve eski hamamları görüyoruz sırasıyla. 

Yamaca doğru yaklaştıkça, Patara tiyatrosu karşılıyor bizi...

10.000 kişilik tiyatronun birçok bölümü kumlar altında kalmış ve bölgede kazı çalışmaları halen devam ediyormuş.

Patara, Likya uygarlığının başkentliğini yapmış bir sahil kasabası. Hristiyanlarca önemli sayılan yerlerden biri olan Patara, Noel Baba olarak bilinen Aziz Nicholas’ın da doğduğu yer olarak biliniyor. Aynı zamanda, Likya’nın en önemli limanlarından biri olduğu için yapılara da önem verilmiş. Günümüze gelen tiyatro, meclis binası gibi kalıntılar bir hayli iyi korunmuş.

Dünyanın ilk meclis binası olan Likya Birliği Meclis Binasının restorasyonu, 2008-2011 tarihlerinde TBMM tarafından gerçekleştirilmiş.

Likya birliği toplantıları, kentte bulunan birliğin meclis binasında yapılıyormuş.

Ünlü düşünür Montesquieu “Yasaların Ruhu” adlı kitabında, bu meclisin demokrasi bağlamında yönetim biçimini “Antik Dünyanın En Mükemmeli” olarak övmüş.

Meclis, 20 oturma sırası ile yaklaşık 1400 kişilik bir kapasiteye sahip...

Patara’ya giderseniz hem antik kenti gezebilir hem de halk plajını kullanarak dalgalı denizine girebilirsiniz. Biz antik kentten sonra ağaçların arasından sahile doğru yürüdüğümüzde, hiç bu kadar büyüleyici olabileceğini düşünmemiştik. Patara plajına geldiğimizde karşılaştığımız manzara; 15 km uzunluğundaki uçsuz bucaksız bir kumsal, kıyıdan epeyce uzakta kırılıp köpük köpük gelen dalgalar ve dalganın uzakta kırılmasından dolayı duyulan upuzun dalga sesleri, beyaz lüle taşlarıyla dolu kum tepecikleri insanın içini kıpır kıpır yapıyor. Nereye gideceğini bilmeden koşmak istiyorsun...

Yeşilçam filmlerindeki çöl sahnelerinin çekildiği Patara, Türkiye’nin en uzun plajı ve dünyanın da en güzel plajlarından biri...

İlkbaharda bile denize girebileceğiniz, çevre kirliliğiyle henüz tanışmamış (inşallah hiçbir zaman tanışmaz) bu huzurlu yer, adeta eski Roma kalıntılarının üzerine kumdan kaleler yapabileceğiniz muhteşem bir doğa harikası...

Akşam Kumluca'ya gitmemiz gerektiği için biz çok fazla zaman geçiremedik Patara’da. Bu yüzden bizim için en önemli saatlerini göremedik; güneşin battığı saatler… Siz de; Patara'daki binlerce yıllık kayaların kum taneciğine dönüşürken gösterdiği sabrını ve sırrını, uçsuz bucaksız sahilini, sessizliğin aslında dalga sesleriyle çığlık attığını görmeden, duymadan dönmeyin! Gitmişken Saklıkent’i, Kaputaş plajını, Kaş’ı, Kalkan’ı gezmeden tatilinizi bitirmeyin...

4.Gün: Antalya'nın Saklı Cenneti: Adrasan

Bugün Kumluca'ya en yakın koy olan Adrasan'a giderek tüm günümüzü deniz turizmine ayırdık. Adrasan, diğer adıyla Çavuşköy, 2 kilometre uzunluğundaki kumsalıyla muhteşem doğal güzelliklere sahip Antalya'daki en güzel plajlardan biri. Çavuşköy'ün sahili olan Adrasan koyuna, portakal ve nar bahçeleri arasından geçen bir yolla ulaşılıyor. Hemen sahilin arkasındaki otoparka 5 TL karşılığında aracınızı bırakabilirsiniz.

Adrasan, yerli köy halkının turizm yaptığı yerlerden biri, bu yüzden diğer plajlara göre aile için daha uygun...

Muhteşem bir denizi ve kumsalı var. Açık deniz rüzgarına korunaklı doğal bir liman olduğu için denizi dalgalı değil...

Adrasan'daki deniz günümüzün ardından, Kumluca-Kemer yolunu takip ederek yaklaşık yarım saatlik araç yolculuğumuzun ardından konakladığımız Kumluca Uygulama Oteline döndük.

5.Gün: Hem Antik Kent Hem Plaj: Olimpos

Bugün Adrasan'dan bir sonraki koy olan Olimpos'a giderek yine tüm günümüzü deniz turizmine ayırdık. Antalya'nın Kemer ilçesine bağlı, doğal güzellikleri, antik şehri, koyu ve plajı ile ünlü popüler tatil yeri Olimpos; caretta caretta kaplumbağalarının yavrulama alanı olduğundan sit alanı olarak korunan, genellikle üniversite öğrencileri ve sırt çantalı turistlerin tercih ettiği bir tatil yeri. Anayoldan Antalya'ya doğru giderken Olimpos levhasından sapıldığında, dar fakat nefis güzellikteki yol Olimpos’un sahiline kadar indiriyor. Olimpos'a giriş ücreti 20 TL, otoparka giriş ise 5 TL.

Olimpos, daha çok yabancıların turizm yaptığı yerlerden biri, bu yüzden aile için çok uygun değil, Olimpos yerine Çıralı'ya giderseniz daha rahat edersiniz.

Olimpos plajı, küçük bir derenin denize döküldüğü yerde oluşan küçük bir koy, bölgenin gözde plajlarından biri, bu yüzden biraz kalabalık. Olimpos'tan giriş yaptıysanız bile, Çıralı'ya doğru yürürseniz kalabalık azalıyor. Olimpos harabelerini gezip denize ulaşınca, kafanızı sola çevirdiğinizde gördüğünüz sahil Çıralı. Upuzun bir sahil; bir ucu Olimpos, diğer ucu Çıralı. Ama Olimpos'tan çıkıp araba ile Çıralı'ya gitmek 45 dakika. Halbuki sahilden yürüyerek Çıralı'ya 15 dakikada ulaşırsınız. 

Olimpos'un sahili taşlık, denizi de tamamen taş ama pırıl pırıl. Taşlar acıttığı için biz çıplak ayakla giremedik.

Olimpos Antik Kenti gezisini geçen seneki yazımızda okuyabilirsiniz. Bizim tavsiyemiz, eğer antik kenti gezmeyecekseniz Olimpos'tan giriş yapmayın. Hem çok kalabalık hem de müze girişi pahalı. Çıralı'ya gidip aynı sahilde, daha sakin bir ortamda denize girebilirsiniz.

Aşağıdaki fotoğrafın solunda görünen dağ, Olimpos dağı olarak da bilinen, bölgenin en yüksek noktası olan Tahtalı Dağı...






















Tahtalı Dağı eteğinden teleferiğe binilerek 4.5 kilometrelik Tahtalı zirvesine 10 dakikada çıkılabiliyor. Biz her ne kadar teleferiğe binmesek de Tahtalı Dağını görmek için teleferiğe binilen yere kadar aracımızla çıktık. Teleferik oldukça kaliteli ve güvenli gözüküyor. Ama çok fazla turist olduğu için çok kalabalık. Teleferiğe binmek için uzun bir sıra beklemeniz gerekiyor.

Eğer hava açıksa Kemer bölgesindeki koyları ve ormanlık alanları kuşbakışı izleyebilirsiniz.

Biz de biraz manzara izledikten sonra, Kumluca-Kemer yolunu takip ederek yaklaşık 40 dakikalık araç yolculuğumuzun ardından konakladığımız Kumluca Uygulama Oteline döndük.

6.Gün: Antik Kentte Deniz Keyfi: Phaselis

Bugün Olimpos'dan bir sonraki koy olan Phaselis'e giderek buradaki son günümüzü de deniz turizmine ayırdık. Beydağları Millî Parkı içinde, çam ve sedir ormanları arasında yer alan antik Phaselis kenti, Kemer'in 16 km batısında. Akdeniz'in bütün güzelliklerini gösteren, yeni açılan sahil yolundan Antalya'ya 35 km kala Phaselis levhasından sapıldığında, bir orman yolu yaklaşık 1 km sonra Phaselis'e ulaştırıyor. Müzekart geçerli, giriş 20 TL.

Antik dünyanın önemli kentlerinden Phaselis civarında, kazma vurulan her karış toprağın altından tarih fışkırıyor. Likya’nın en önemli liman kentlerinden biri olan Phaselis, tarihi MÖ 700’lü yıllara dayanan antik bir kent. Antik kent gezisini geçen seneki yazımızda okuyabilirsiniz. Dağ ve orman manzarasına sahip bu koyda denizin tadını çıkarırken, tarihi kalıntıları gezmeyi de ihmal etmeyin...

Bu antik kentin hemen yanında, aynı ismi taşıyan tam bir “cennet koy” bulunuyor. Antalya'ya yakın en güzel denize girilecek yerlerden biri olan Phaselis'te tarih, güneş, kum, deniz, orman, aradığınız her şey fazlasıyla var.

Phaselis'te 3 adet plaj var, antik kentin içinden kısa bir yürüyüşle ulaşılan en sonuncu plaj harika. En az kalabalık olan da burası. Deniz sıcacık, içi kum ve dalgalı değil. Phaselis plajı da, taşsız kumsalı ve saklı kalmış güzelliğiyle en güzel plajlar listemize dahil oluyor.

Phaselis'deki deniz günümüzün ardından, Kumluca-Kemer yolunu takip ederek yaklaşık 40 dakikalık araç yolculuğumuzun ardından konakladığımız Kumluca Uygulama Oteline döndük. Antalya'ya gidiş için valizimizi hazırlayıp dinlenmeye çekildik.

7.Gün: Kumluca - 2 saat - Kurşunlu Şelalesi - 30 dk - Antalya Kaleiçi - 30 dk - Öğretmenevi

Sabah otelden ayrıldıktan sonra, aracımıza binip Antalya'ya doğru yola çıkıyoruz. Kumluca - Olimpos - Çıralı - Tekirova - Phaselis - Tahtalı Teleferik - Kemer tabelalarını görerek Antalya şehir merkezine varıyoruz. Bugün şehir merkezini gezeceğiz ama merkeze girmeden önce Kurşunlu Şelalesine gidiyoruz. Giriş ücreti 7 TL, öğrenci 5 TL.

Kurşunlu Şelalesi Tabiat Parkına giriş yaptığımızda, geniş bir mesire alanı çıkıyor karşımıza. Kent gürültüsünden uzaklaşıp doğa ile başbaşa kalmak isteyenler için şelalenin çevresinde uygun piknik alanları var. Çocukları eğlendirmek için deve, midilli gibi hayvanlar da var.

Antalya'nın görülmeye değer doğal güzelliklerinden biri olan Kurşunlu Şelalesi, doğası ve dinginliğiyle insanı kendine çeken büyüleyici bir yer.

Kurşunlu Şelalesi, 18 metre yükseklikten dökülüyor ama yaz mevsimi olduğu için suları azalmış.

Şelale, 2 kilometrelik bir kanyonun içinde yer alıyor.

Bu kanyondaki küçük şelaleciklerle 7 adet küçük gölet birbirine bağlanıyor.

Biz uzayıp giden 2 km kanyonun içerisinde yürüyüş yaptık.

Fotoğrafta görünen ikinci köprüden sonra, ağaçların oluşturduğu bitki tünelinden geçerek nilüferli şelale denilen küçük şelaleye kadar yürüdük.

Kanyonda yaptığımız bu yürüyüş, inişli çıkışlı bir rota izliyor.

Bu rotada, mavi ve yeşilin her tonunu görmeniz mümkün...

Nilüferli şelale, gerçek bir şelale olmasa da buraya kadar yaptığımız doğa ile iç içe yürüyüşten sonra geldiğimiz yoldan geri döndük ve Antalya merkeze gittik.

Cumhuriyet Meydanının yanındaki kapalı otoparka (8 TL) aracımızı bıraktıktan sonra Kaleiçi'ni gezmeye başladık.

Kaleiçi, Antalya'nın Muratpaşa ilçesi sınırları içerisinde yer alan, deniz ve kara surları tarafından kuşatılan eski kent merkezi. Helenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinden bugüne şehrin kalbi olmuş. Kaleiçi'nin sokakları ve yapıları, Antalya tarihinin izlerini günümüze kadar getiriyor. Ufak bir yer olduğundan 2-3 saat ayırmanız yeterli. En güzeli, bizim gibi akşama doğru gidip hava çok sıcak değilken gezmek...

Antalya merkezde gezilecek yerlerin en başında gelen Kaleiçi, tarihi kalıntıları içeren önemli bir turizm noktası. Aşağıdaki tabelada bulunan yerleri sırasıyla gezelim...


Yivli Minare Külliyesi, çok sayıda Selçuklu yapıtından oluşan eserler topluluğu. Yarım küre şeklinde 6 adet kubbeyle örtülü Yivli Minare Cami, çok ayaklı ve kubbeli camilerin Anadolu'daki en eskilerinden...


Minaresi 8 adet yarım silindirik yiv şeklinde yapıldığı için camiye, Yivli Minare Camii ismi verilmiş.


Ulu Camii ve Alaeddin Camii olarak da bilinen bu caminin ilk yapısı (1220-1237) muhtemelen dini yapılar topluluğunun üzerine inşa edilmiş.

Aydınlık caminin içeriden görünüşü ve caminin enine dikdörtgen planlı ibadet mekanı...

 Tuğla örgülü kemerleri, taş sütunlar taşıyor.


2006-2010 yılları arasında yapılan restorasyon çalışmaları sırasında, camide 800 yıllık su arkları bulunmuş. Bu su arklarının, ya caminin ısıtma-soğutma ihtiyaçlarını gidermek için ya da içme suyu ihtiyacını karşılamak için ufak bir su deposu olarak kullanıldığı tahmin ediliyor.

İnşa kitabesi bulunmayan caminin ilk banisi, Antalya'nın ilk valisi olan Mübarizeddin Ertokuş Bey. Günümüze ulaşan ikinci yapı ise 1373'te Emir Mübarizüddin Mehmed Bey (Zincirkıran Mehmed Bey) tarafından yaptırılmış. Mehmed Bey'in türbesi de buraya çok yakın... Türbenin portal kütlesinin üzerinde, cephenin ortasında ve saçak kornişine yakın seviyede, yekpare taştan oyulmuş bir kulp veya halka görünümünde bir parça bulunuyor. Bu parçanın, Mehmed Bey'in Antalya'nın 1373 yılında Lusignanlardan geri alınışı sırasında gösterdiği başarı nedeniyle kendisine izafe edilen Zincirkıran lakabının sembolik bir ifadesi olduğu düşünülüyor.


Buradaki bir diğer türbe de Beyazid Han'ın oğlu Sultan Korkud'un annesi Nigar Hatun'un türbesi...


Ulu Camii'nin medresesi olan İmaret Medresesinin, 13. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Dikdörtgen planlı, açık avlulu, revaklı ve dört eyvanlı plana sahip olan yapının anıtsal taç kapısı yarım kubbeli. Avlunun sağında 8, solunda 7 mekan bulunuyor. 1995-2000 yılları arasında yapılan onarımla günümüzdeki halini almış.


Yivli Minare'nin karşısında bulunan ve Yivli Minare Külliyesinin bir bölümü olarak nitelenen Atabey Armağan Medresesi, Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde 1239-40 yıllarında, Atabey Armağan tarafından yapılmış.

Gıyaseddin Keyhüsrev Medresesi ve Alaeddin Medresesi olarak da bilinen yapı tamamen yıkılmış olup günümüze sadece kitabe seviyesine kadar kalan portali (taç kapısı) ulaşabilmiş.

Yivli Minare Camii'nin bulunduğu bölgedeki yapılar topluluğu içinde, yüksekçe bir teras üzerinde inşa edilmiş olan Antalya Mevlevihanesi, Alaaddin Keykubat tarafından 1255 tarihinde yaptırılmış. Kalın duvarlı olan binada, kubbe ve tavan sistemi kullanılmış.

Anadolu'da kurulan ilk 4 mevlevihaneden biri olduğu belirtilen Antalya Mevlevihanesi, aslına uygun şekilde restore edilerek, Haziran ayında yeniden ziyarete açılmış.

Buradaki son yapı Karatay Medresesi... Selçuklu Sultanı 2. İzzeddin Keykavus dönemi, 1250-51 yıllarında yapılmış. Celaleddin Karatay vakfiyesinde kayıtlı olduğundan, onun tarafından yaptırıldığı kabul ediliyor. Dikdörtgen planlı, ortası avlulu ve iki eyvanlı olan yapının anıtsal portali, Selçuklu döneminin özgün mimari ve süsleme özelliklerini yansıtıyor. 2006 yılında onarılmış.


Kaleiçi'nde gezerken Ahi Yusuf Mescidi ile karşılaştık. 1249-50 yılında yapılmış. Bahçesinde yer alan türbe ve mezarlarla külliye şeklinde...


Mescit ve türbe, moloz taştan kuzey güney doğrultusunda kare planlı olarak yapılmış. Türbenin zemin katı mezar odası, üst katı ise zaviye...


Mezar Ahi Yusuf'a ait olup mescit ile türbe arasındaki hazirede bulunan 3 mezardan birinci mezarın kitabesinde 1835'te ölen Alaiyeli Yusuf Kaptana, ikinci mezarda ise 1859'da ölen Ali Mahlis Efendinin hanımı Nefise Hatuna ait olduğu yazıyor. 1992 ve 2008 yıllarında onarılmış.

Mescidin yanındaki restore edilmiş eski Antalya evinin güzelliği...


Mescidin bulunduğu sokağın sonundaki Keçili Parkta, bir falezin üstüne cam balkonlu bir seyir terası yapılmış. Bu terastan, harika bir yat limanı manzarası görülüyor. Burada günü batırıp hava kararana kadar gezmeye devam ediyoruz.


Sıradaki durağımız Hıdırlık Kulesi... MS 1-2. yüzyılda anıt mezar olarak, iki farklı geometrik formun uygulanmasıyla mimari şeklini alan yapının üstü silindirik gövdeli, dıştan kare, içten haç planlı. Tamamı kesme blok taştan yapılan yapının silindir gövdeli bölümünün üst kısmı, daha sonraki dönemde moloz taş ve tuğla ile yapılmış. Kapının iki kenarındaki ters balta motifi sayısının 12 oluşu, mezarın konsül mertebesinde birine ait olduğunu düşündürüyor. Roma, Erken Bizans, Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde, kilise, burç, gözetleme kulesi gibi fonksiyonlarla kullanılmış.


Sıradaki durağımız Sultan Alaaddin Camii... 1834 yılında, Panhagia Kilisesi olarak yapılmış. Rum kilisesi olarak kullanılan yapı, 1922-1934 yıllarında ise Arkeoloji Müzesi olarak kullanılmış. Apsis kısmına mihrap konularak camiye çevrilen yapının, 1958 yılında güneydoğu köşesine minare eklenmiş. Dikdörtgen planlı ve üç nefli...


Merkezi kubbe ve tonozlarla örtülü olan üst örtüsü, dıştan beşik çatı ile kapatılmış. Farklı örtü sistemlerinin bir arada kullanıldığı, yıldız, haç, melek, stilize bitki motifi gibi süslemeleri ile Kaleiçi'nin ender örneklerinden...

İki girişi olan kalem işi caminin kadınlar mahfiline ise kuzeybatı cephesinde yer alan ahşap bir merdivenle ulaşılıyor. Avlunun kuzeybatı köşesinde, bir kısmı ayakta olan çan kulesi yer alıyor.


Hadrian Kapısı, Antalya’daki tüm tarihi yapılar arasında en iyi korunmuş yapılardan. MS 130 yılında Roma imparatoru Hadrianus adına yaptırılan kapı, uzun süre kullanım dışı kaldığından dolayı günümüze bu kadar bozulmadan kalmış. Çünkü sonradan yapılan surlar, kapının bir tarafını kapamış. Çok sonra surlar yıkılınca, kapı da gün yüzüne çıkmış. İki katlı, beyaz mermer sütunlu, oymalı ve kabartmalı zarif kapının altından mutlaka bir kere geçmelisiniz. Tarihi Hadrian Kapısından geçip Kaleiçi’nden çıkıyoruz artık...

Karşımıza Saat Kulesi çıkıyor. Antalya’nın 1901 tarihli Saat Kulesi, 2. Abdülhamit döneminde, Sadrazam Küçük Sait Paşa tarafından yaptırılmış, 14 metre yüksekliğinde kare planlı bir kule. Kulenin 4 kare yüzünde de bir saat kadranı, en tepesinde de bir çan var. Bu çan, kulenin en eski parçası, çünkü saatler dijital mekanizma ile değiştirilmiş. Çok etkileyici değil ama yolunuz önünden geçiyorsa Saat Kulesini görün...


Kaleiçi turunu başladığımız yerde bitiriyoruz.

Yaklaşık 20 dakikalık araç yolculuğumuzun ardından konaklayacağımız Öğretmenevine gidiyoruz. Büyük binası, havuzlu bahçesiyle çok güzel nezih bir ortam sunan Antalya Öğretmenevini tavsiye ediyoruz.

8.Gün: Düden Kıyı Şelalesi - 10 dk - Kum Heykel Müzesi - 1 saat - Aspendos - 30 dk - Side

Sabah otelimizde yaptığımız açık büfe kahvaltı sonrası, yaklaşık yarım saatlik araç yolculuğumuzun ardından ilk durağımız olan Düden Kıyı Şelalesine gittik. Düden çayı, Lara'dan Akdeniz'e Düden Kıyı Şelalesi olarak dökülüyor.

Şelalenin denizle buluşmasını hayranlıkla izledikten sonra kumdan yapılan heykellerin sergilendiği Kum Heykel Müzesi Sandland'a gittik. Burası, Antalya'nın Lara sahil bandında muhteşem eserlerin olduğu ve tüm yıl boyunca ziyarete açık bir kum heykel sergisi. Girişte bizi aslan heykeli ve 15 Temmuz anısına yapılan tank heykeli karşıladı.

15 Temmuz anısına...

Her sene farklı bir tema ile yapılan heykellerin bu yılki teması; Efsaneler. Dünyaca ünlü efsanevi olay, kahraman ve mitolojik varlıkların heykeli yapılmış. Girişe yakın bir yerde göreceğiniz ejderha...

Aslan vücutlu, kartal başlı ve kanatlı bir mitolojik yaratık olan Griffon...


İskandinav mitolojisindeki şimşek tanrısı Thor...



Kanatlı at Pegasus...


Nuh'un (a.s.) gemisi aslında bir efsane değil. Kur'an-ı Kerim'in Hud Suresinde anlatılan bir gerçek...

Nasreddin Hoca da bizim efsanemiz :)


Bizim ilgimizi en çok çeken bölüm ise dünya harikası yapılar; Eyfel Kulesi, Babür İmparatoru Şah Cihan tarafından yaptırılan Taç Mahal, Keops Piramidi, El Castillo, yüzlerce gladyatörün savaştığı Kolezyum, Halikarnas Mozolesi, bir İnka antik şehri olan Machu Picchu, Yasak Şehir, Artemis Tapınağı, Ebu Simbel ve daha pek çoğu görebileceğiniz kum heykeller arasında...

Taç Mahal (Hindistan); dünyanın efsanevi aşk hikayelerinden birine sahip devasa bir anıt.

Eyfel Kulesi (Fransa); dünyanın parayla en çok ziyaret edilen anıtı unvanına sahip demir bir kule.


Kolezyum (İtalya); dünyanın en çok ziyaret edilen tarihi yapılarından olan bir gladyatör arenası.

Yasak Şehir (Çin); dünyanın en büyük çaplı ve en iyi muhafaza edilen ahşap sarayı.

Petra Antik Kenti (Ürdün); dünyanın kayalara oyulmuş en gizemli antik kentlerinden biri.

Keops Piramidi (Mısır); dünyanın yedi harikası arasından günümüze ulaşan tek eser.


Ebu Simbel (Mısır); Mısır'ın ünlü firavunlarından 2. Ramses tarafından yaptırılan antik bir tapınak.

El Castillo (Meksika); Maya yapısı ve Kukulkan tapınağı olan bir piramit.


Truva Atı (Çanakkale); Troya'nın ele geçirilmesi için tahtadan yapılan tarihin en zeki savaş hilesi.

Halikarnas Mozolesi (Muğla); dünyanın yedi harikasından biri sayılan büyük bir anıt mezar.

Artemis Tapınağı (İzmir); gezimizi buradan okuyabilirsiniz.

Aspendos Antik Tiyatrosu (Antalya); birazdan anlatacağız :)

Bu dünya harikası yapılara Türk Hava Yolları ile uçuyoruz teması :)

Antalya'da zaman geçirmek ve dünyaca ünlü sanatın en doğal, eğlenceli ve şaşırtıcı hali ile tanışmak isteyenler için Sandland'i tavsiye ediyoruz. Burada gördüğümüz Aspendos'un gerçeğini görmek için yola çıkıyoruz. Anayoldan Aspendos'a doğru döndükten sonra, yol üstündeki Aspendos Köprüsüne uğruyoruz. Köprüçay nehri üzerindeki Aspendos Köprüsü, ilk olarak Roma döneminde MS 4.yüzyılda inşa edilmiş. Bu köprü, depremler sonucunda yıkılmış. Daha sonra Selçuklular döneminde 13.yüzyılda, eski köprünün temelleri üzerine günümüzdeki sivri kemerli köprü yapılmış.

Aspendos Köprüsü gezimizin ardından, Anadolu’da ve tüm Akdeniz dünyasında günümüze kadar en iyi korunmuş antik Roma tiyatrolarından biri olan Aspendos'a gittik. 

Aspendos Antik Tiyatrosu, ses düzeni ve yalıtımı ile iyi tasarlanmış eksiksiz bir Roma tiyatrosu...


Köprüçay nehrinin yanında kurulmuş olan Aspendos, muhteşem anfi-tiyatrosuyla dünyadaki en büyük ve en harika antik tiyatro...

Aspendos tiyatrosu, yaklaşık olarak 2. yüzyılda inşa edilmiş olup dünyaca tanınıyor. "Antik çağdan günümüze gelen kalıntılara belki doydunuz veya belki onlardan hiç hoşlanmadınız. Ama Antalya Aspendos'taki tiyatroyu görmediniz henüz." diye yazmış İngiliz arkeolog Hogarth 1909'da Aspendos için...

Selçuklu ve Bizans dönemlerinde varlığını sürdüren Aspendos Antik Kenti, esas olarak burada bulunan tiyatrosuyla ünlü ama başka kalıntılar da mevcut...


Aspendos'u gezdikten sonra Side'ye doğru yola çıkıyoruz. Side; 400 m genişliğinde, 1 km uzunluğunda bir yarımada üzerinde kurulmuş çok büyük bir antik kent ve hepsini yürüyerek gezmeniz gerekiyor. Side’ye girişte her ne kadar yeni yerleşim yerleri olsa da tarihi kalıntıları gördüğünüz an itibari ile antik kente girmiş oluyorsunuz. Antik Side'ye girince, aracımızı yarımadanın girişindeki Side Otogarına bırakıp yürümeye başlıyoruz. Ana caddeden ilerleyip gezeceğimiz yerler sırasıyla; Anıtsal Çeşme, Side Müzesi, Antik Tiyatro, Apollon-Athena Tapınağı... Müze ve Antik Tiyatro girişi ücretli, diğer alanlara giriş ücretsiz. İlk durağımız, ana giriş kapısının karşısında yer alan ve MS 2. yüzyıla tarihlenen Roma eseri Anıtsal Çeşme (Nymphaeum)...

Nymphaeum Çeşmesi, Anadolu topraklarında ve Pamfilya bölgesinde bulunan en büyük antik çeşme...

Adımınızı attığınız ilk andan itibaren kendinizi insanlık tarihinin en eski dönemlerine yolculuğa çıkmış gibi hissedeceğiniz Side Antik Kenti; Lidyalılardan Perslere, Büyük İskender'den Helen krallıklarına ve Romalılara kadar pek çok uygarlığın gelip geçtiği bir yer...

Sıradaki durağımız Side Müzesi, MS 2. yüzyılda yapılmış ve MS 5. yüzyılda yenilenerek günümüze ulaşmış antik bir hamam binası (Agora Hamamı) içinde kurulmuş. 1961 yılında kazısı bitirilen hamam restore edilerek Side Müzesi olarak kullanılmaya başlanmış. Side Müzesine giriş ücreti 10 TL ve Müzekart geçerli.

Müzede Helenistik, Roma ve Bizans devirlerine tarihlenen silah kabartmaları, yazıtlar, eski Yunan orijinallerinin kopyası olan Roma devri heykelleri, lahitler, portreler, ostotekler, amforalar, sunaklar, mezar stelleri, sütun başlıkları ve kaideleri sergileniyor.

Müzede, üzerinde mezar sahiplerinin betimlendiği, ölünün yatağını ya da yemek masasını andıran kline tipi lahitler var.


Küçük boyutlardaki lahitler olan ostotekler...

Hepsi birbirinde özel, hepsi birbirinden güzel tarihi eserler, sizi bu zamandan alıp eski yaşama götürüyor.

Müzenin bahçesinde, Selçuklu döneminden kalma çeşitli mezar kitabeleri var.

Müzenin arka bahçesinden deniz manzarasını izleyebilirsiniz.

Side'ye yolunuz düştüğünde mutlaka gitmeniz gereken yerlerden biri olan Side Müzesini ziyaret ettikten sonra, antik kentte yürümeye devam ediyoruz. Büyük kapıdan içeri girdiğimizde bizi hemen yolun solunda, özel mimarisi ile Side Antik Tiyatrosu karşılıyor. Side Antik Kentinin merkezindeki tiyatro, Roma mimarisi geleneğinde inşa edilmiş. Side Tiyatrosu, diğer Roma tiyatroları gibi dağ yamacına değil, kemerli mekanlar üzerine kurulmuş. Bu özelliği ile Anadolu'nun tek yapı örneğiymiş, bu da mimarlık tarihi açısından önemini arttırıyor. Tiyatronun sahne binası üç katlı. Süslemelerinde Antoninler dönemi barok özelliği görülüyor. Tiyatro, geç Roma döneminde gladyatör ve hayvan dövüşleri için de kullanılmış. Tiyatroya giriş ücreti 15 TL ve Müzekart geçerli.

Tiyatrodan çıkıp biraz ilerledikten sonra yol ikiye ayrılıyor. Sol tarafta, tiyatronun hemen yanındaki yolu takip ederseniz kumsala doğru yol alıyorsunuz. Tabi kumsala ulaşmak için önce tarihi kalıntılar arasından güzel bir yürüyüş yapmanız lazım... Tiyatronun önünden sola dönmeyip dümdüz devam ederseniz de çarşıya doğru ilerliyorsunuz. Bu ana cadde, bugün alışveriş merkezi halini almış durumda. Eski Side evleri restore edilerek güzel bir görünüm kazandırılmış. Sağlı sollu dükkanlar arasında ilerleyerek limana geliyoruz. Limanın hemen yanında Apollon Tapınağı bulunuyor.

Antik Side'nin Sütunlu Caddesinin sonunda yer alan meydanda bulunan Apollon Tapınağı adını ışık, güzellik ve sanat tanrısı olarak bilinen, Side kentinin baş tanrılarından olan Apollon’dan almış.

Bizans bazilikasının tam ortasında kalan Apollon Tapınağının bir kısmı, bazilika yapımında kullanılmak için sökülmüş.

Apollon ve Athena Tapınağının bulunduğu alana 5. yüzyılda inşa edilen Güney Bazilikası...

Roma Barışı olarak bilinen dönemde, MS 150 yıllarında inşa edilen Apollon Tapınağının, günümüzde büyük sütunlarından bazıları restore edilip yerlerine konmuş.

Side'de deniz kenarında yer alan Apollon Tapınağı, tarihi kalıntılarıyla gerçekten görülmeye değer bir miras. Tapınağın taşlarına oturup buradan güneşin batışını seyredebilirsiniz.


Apollon Tapınağı Side gezimizin son noktası, buradan sonra dönüş yoluna geçtik ve yarımadanın tamamını yürümüş olduk. Çok yorulduğumuz için ücretsiz servislere binip aracımızı bıraktığımız Side Otogarına gittik. Yaklaşık 1,5 saatlik yorucu bir araç yolculuğunun ardından dinlenmek için Öğretmenevine döndük. 

9.Gün: Manavgat Şelalesi - 40 dk - Alarahan - 40 dk - Alanya - 40 dk - Gazipaşa

Sabah otelden ayrıldıktan sonra, 1 saatlik araç yolculuğumuzun ardından Türkiye'nin en bilinen şelalelerinden biri olan Manavgat Şelalesine gidiyoruz. Manavgat nehrinin kuvvetli suları, 3–4 metrelik bir falezden Manavgat Şelalesi olarak dökülüyor. Az bir yükseklikten dökülmesine rağmen, geniş bir alan üzerinde yüksek bir debiyle akıyor.

Şelaleyi görmek için tesise giriş ücreti var ama neye ücret alınıyor anlamış değiliz, iki fotoğraf çekip çıkacağız sonuçta...

Neyse, dediğimiz gibi birkaç fotoğraf çekip İpekyolu üzerindeki Alarahan'a doğru yola çıktık. Alarahan'da bizi yaşlı bir amca karşılayıp güya hanın tarihini anlattıktan sonra para istedi. Eğer siz giderseniz aracınızı hanı görür görmez bırakmayın, hanı biraz geçince bir otopark var, oraya bırakın. Zaten hanın girişi de bu otoparkın içinde, merdivenle yolun altına inip altgeçitten yolun karşısına geçiliyor. Hanın başka girişi yok.


Alara çayı kıyısında ve Alara Kalesi yakınında yer alan han, kitabesine göre 1231 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad tarafından yaptırılmış. Dikdörtgen bir yapıya sahip. Dağa yaslanan doğu cephesi hariç diğer üç cephesi, kesme taşlardan inşa edilmiş. Kesme taştan inşa edilen cephelerde, taşçı işaretlerini görmek mümkün. Yapının duvarlarının üst kısımlarında, moloz taştan yapılmış dendanlar bulunuyor.


Yapı, Anadolu Selçuklu hanları içinde eş odaklı planı temsil ediyor. Eş odaklı planın orta kısmı, handa konaklayan misafirlere ayrılmış. İç kısımda, merkezde bir koridor ve koridorun iki uzun kenarında eyvan düzeninde dizilmiş odalar bulunuyor.

Alarahan'da yolcularla hayvanların konakladığı yerler ayrı ayrı. Yolcuların kaldığı mekanlar ile oturdukları eyvanların duvarlarında pencereler mevcut. Yapının içinde, mescit ve çeşme bulunuyor. Hanın içi oldukça karanlık. Aydınlatma, dış duvarlardaki dar ve uzun pencerelerden sağlanıyor.

Alarahan'da mola veren kervanların güvenliğini sağlamak için Selçuklu Sultanı 1. Alaeddin Keykubad tarafından 1232 yılında sivri bir tepe üzerine Alara Kalesi yaptırılmış. Kaleye ancak çok dik yokuş ve merdivenler tırmanılarak ulaşılıyormuş. Vaktimiz kısıtlı olduğu için biz çıkmadık.

Alarahan'dan sonra Alanya'ya doğru yola çıktık. Alanya'daki ilk durağımız Damlataş Mağarası...

Damlataş Mağarası, 1948 yılında liman inşaatında kullanılacak taş için ocak açılması sırasında tesadüfen bulunmuş. Mağara, tarihi Alanya yarımadasının batı kısmında...

Mağaradaki sarkıt ve dikitlerin MÖ 10000-15000 yılları arasında meydana geldiği sanılıyor.


Mağaraya sarkıtlardan damlamaya devam eden su damlaları nedeniyle Damlataş adı verilmiş.

Astım hastalarına da iyi geldiği söylenen mağara, sene boyu 22 derece civarında bir sıcaklıkta...

Damlataş Mağarası gezimizin ardından, yürüme mesafesindeki Alanya Arkeoloji Müzesine gittik. Müzeye giriş ücreti 5 TL ve Müzekart geçerli.

Alanya Müzesi, Ankara'da bulunan Anadolu Medeniyetleri Müzesinden getirilen Tunç Çağı, Urartu, Frig ve Lidya dönemine ait eserlerle 1967 yılında açılmış. Daha sonra, bölgedeki kazı çalışmalarından çıkan eserlerle müze genişlemiş ve zenginleşmiş.


İnsanoğlunun gelişim ve medeniyet inşa etme serüveninin aşamalarına şahit olacağınız mini bir arkeoloji müzesi. Aşağıdaki fotoğrafta ilk deniz taşıtlarından birini görebilirsiniz.


Müzenin en önemli eseri, MS 2. yüzyıla tarihlenen bronz döküm Herakles heykeli. 1967 yılında, Alanya'nın Çamlıca köyü yakınlarındaki Asartepe'de köylülerce bulunmuş. Herakles heykeli, 51.5 cm yüksekliğinde. Heykel dinlenme pozisyonunda, vücudu biraz sağa eğik, başı sola dönük. Sağ elinde sıkıca tuttuğu topuzu omzuna yaslamış. Sol kolunda ise Nemea aslanının postu var.


Müzedeki batık gemi ve simülasyon alanı çok güzel, denizden çıkarılan tarihi eserler var.


Müzeden sonra Alanya Kalesine çıkmak için aracımızı bıraktığımız Damlataş Mağarasının otoparkına (5 TL) gidiyoruz. Buradan Alanya Kalesine, geçen sene hizmete açılan teleferik ile de çıkılabiliyor.

Alanya Kalesi, ilk kez Helenistik dönemde surlarla çevrilmiş. Daha sonraki dönemlerde, günün koşullarına göre ekler yapılmış ve en son Selçuklu döneminde, Sultan Alaaddin Keykubad tarafından 1226-1232 yılları arasında bugünkü görkemli kale inşa edilmiş.

Kalenin bulunduğu yerde, antik çağda var olan şehir Korakesium adıyla anılıyormuş. MÖ 2. yüzyılda çeşitli saldırılarla karşı karşıya kalan şehir, doğal konumunun sağladığı avantajla kendisini ve bağımsızlığını korumuş.


MÖ 1. yüzyılda korsan yatağı haline gelen şehir, MÖ 65'te Pompeius komutasındaki Roma ordusu tarafından korsanlardan temizlenmiş. Ortaçağda, Korakesium adının yerine Kalonoros (Güzeldağ) adı kullanılmış. Arap evliyası denilen küçük kilise, surlarda bulunan bazı yuvarlak kuleler ve Cilvarda burnu üzerinde bulunan manastır harabeleri bu dönemden kalmış.

13. yüzyılın başlarında Kır Fard isimli Hristiyan beyinin egemenliğinde olan şehir, kuşatma sonucu 1221'de Alaaddin Keykubad'a bırakılmış. Bu tarihten itibaren de Fatihinin ismine izafeten, Alaiyye olarak anılmaya başlamış. Alanya, Anadolu Selçuklularının çöküş döneminde, 1293 yılında Karamanoğulları'nın eline geçmiş. Karamanoğulları'ndan sonra 1427 yılında, Memlük Sultanlığı hakimiyetine girmiş. 1471 yılında ise Gedik Ahmet Paşa tarafından fethedilerek Osmanlı topraklarına katılmış. 1868 yılında Antalya'ya bağlanmış, 1871 yılında Antalya'nın ilçesi olmuş. 1935'te Alaiyye ismi, Alanya olarak değiştirilmiş.

Kale günümüzde; toplam uzunluğu 6,5 km olan surlar üzerindeki 140 adet burç, 400'e yakın sarnıç, yazıtlı ve bezemeli kapıları ve içerisinde yaşanılan iki mahallesi ile bir açık hava müzesi görünümünde...

Kale, kenti kuşatan surlar ve çeşitli savunma hatları bakımından dış, orta ve iç kale olmak üzere 3 ana bölümden oluşuyor. İç Kale, Orta Kale, Dış Kale, Ehmedek, Cilvarda Burnu ve Liman Bölgesi olmak üzere 6 bölümde inceleniyor.

Kaledeki son durağımız, Süleymaniye Camii. Anadolu Selçuklu Sultanı 1. Alâeddin Keykubad tarafından kentin yeniden düzenlenmesi sırasında, 1231 yılında kalenin zirve kısmında, İçkale'nin hemen dışında yaptırılmış. Bir yıldırım düşmesi sonucu yıkılan ilk yapı, Kanuni Sultan Süleyman tarafından eski malzemeleri kullanılarak yeniden yapılmış.

Kuzeydeki giriş cephesinin hemen önünde, üç kubbe ile örtülü son cemaat yeri var. Tek minareli caminin üzeri kubbe ile örtülmüş. Kubbeler tuğla ile, duvarlar ise tuğla ve kare moloz taşlarla örülmüş.


Alanya'ya gelmiş olanların mutlaka ziyaret etmesi gereken Alanya Kalesinden sonra Kızılkule'ye gittik.

Alanya, 1221-1293 yıllarında, Selçuklu hakimiyeti sırasında parlak bir devir yaşamış. Kıyıdaki Tersane, Kızılkule gibi anıtsal yapıların yanı sıra İçkale'deki kışlık saray da bu dönemde inşa edilmiş. Surların genişletilmesi ve tüm yarımadayı çevrelemesi de Selçuklu döneminde yapılmış.
















Sekizgen bir mimariye sahip olan kule, 33 metre yüksekliğinde olup 5 katlı ve 1226 senesinde yapımı sona ermiş. Sultan Alaaddin Keykubat Alanya'yı ele geçirince Kızılkule'yi Alanya Tersanesini koruması için yaptırmış.

Kızılkule'den sonra dönüş yoluna geçtik ve Alanya yarımadasından ayrıldık. Yaklaşık 40 dakikalık yorucu bir araç yolculuğunun ardından konaklayacağımız Grand Akça Otele gittik. Her şey dahil 500 TL ödediğimiz otel güzeldi ama bir daha kalmayı tercih etmeyeceğimiz bir yer...

10.Gün: Selinus - 20 dk - Yalan Dünya Mağarası - 20 dk - Koru Sahili Doğal Havuzlar Koyu

Sabah otelimizde yaptığımız açık büfe kahvaltı sonrası bugünkü gezimize başlıyoruz. Aracımıza binip otele çok yakın olan Selinus Antik Kentine gidiyoruz. Selinus Antik Kenti, çayın denize döküldüğü yerde, bir tepenin üzerinde ve yamacında kurulmuş.

Antik dönemdeki dağlık Kilikya bölgesi sınırları içerisinde, önemli bir liman kentiymiş. Tepeye, uzun bir merdiven tırmanılarak çıkıldığı için biz çıkmadık. Merdivenlerin başından, yat limanı ve 2,5 km uzunluğundaki Selinus plajı manzarasını izleyip Yalan Dünya Mağarasına gittik. Mağaranın giriş ücreti 7 TL.


Mağaranın girişi, direkt olarak aşağı istikametteki merdivenler aracılığıyla mümkün oluyor.


5 milyon yıldan uzun zamandır oluşmakta olan mağara, hala yaşayan bir mağara olduğu için günümüzde de değişmeye ve gelişmeye devam ediyor. Dikit ve sarkıtların büyüklüğü, mağaranın yaşlı olduğunu gösteren belirtiler arasında...


Kireçtaşı içinde gelişmiş olan mağara, fosil özellikler gösteriyor. Kısmen yatay ve kısmen dikey tipinde. Mağarada, şimdiye kadar hiçbir mağarada görmediğimiz kadar çok yarasa var.


Sarkıtlar, dikitler, oyuklar, odacıklar ve tünellerin çok sayıda olduğu mağarada, 450 m boyunca serin bir gezinti yapılabiliyor.

Eskiden, vergiden kaçırılan hayvanların burada saklandığı biliniyor. 

3-4 kilometre uzunluğunda olan mağaranın, sadece 450 metresine girilebiliyor. Söylentiye göre mağara, eskiden 7 km uzaklıktaki Hasdere köyüne kadar uzanıyormuş ama 1950'lerde çöküntü olmuş ve 450 metreden sonrası kapanmış. 

Nem oranı çok fazla, hatta içeriye doğru girildiğinde çakmak ve kibrit yanmıyormuş.

Sıcaklığın hep 28 derece olduğu bu yer, bizim gibi yazın bölgeye gelen ziyaretçilerin en sevdikleri kaçış noktalarından biri...


Mağaradan sonra Koru Sahilinin doğu kesiminde yer alan Doğal Havuzlar Koyuna gittik. Koru plajına doğru gidip yolun sonunda sağa, sahile döndüğümüz zaman Doğal Havuzlarla karşılaştık.

Koru Plajı ve Doğal Havuzlar Koyu, hiç kuşkusuz Türkiye'nin ve dünyanın en ilginç ve mutlaka ziyaret edilmesi gereken sahil oluşumlarından biri...

Halk arasında “yalı taşı” olarak adlandırılan kocaman kayaların oluşturduğu bir kıyı burası, aralarındaki çukurluklarda deniz suyu birikiyor ve kendiliğinden oluşmuş doğal havuzlar ortaya çıkıyor.

Kayaların üzerinde gezinmek ve bu ilgi çekici doğa oluşumunu yakından görmek için ayakkabıları çıkarıp paçaları sıvamak yetiyor.


Son olarak, Selinus plajının batı ucuna gittik.

Karşıdaki tepe, Selinus Antik Kentinin bulunduğu yer...

Selinus plajının panoramik manzarası...

Selinus plajında, dik bir kayalığın altında, kocaman ağızlı, geniş bir mağara var. Fazla derinliği olmayan sahildeki bu büyük mağara oluşumuna, kızıl renkli kayadan dolayı yöre halkı arasında Kızıl İn deniliyor. Burada bir restoran olduğundan içine girmedik ve otelimize geri döndük.

11.Gün: Gazipaşa - 7 saat - Ankara

Bugün eve dönüş günü. Sabah otelden ayrıldıktan sonra, arabamıza binip dönüş yolculuğumuza başlıyoruz. Gazipaşa - Alanya - Kızılot güzergahını izleyip Akdeniz'e veda ettikten sonra Toroslara tırmanmaya başlıyoruz. Alanya'da yol üstündeki satıcılardan muz ve narenciye alışverişi yapmayı ihmal etmiyoruz. Akseki - Seydişehir - Konya - Kulu - Gölbaşı derken Ankara'ya varıyoruz. Bu seferki tur biraz yorucu oldu fakat biz çok eğlendik, tam bir yaz tatili oldu. Güzel anılar biriktirdiğimiz seyahatimiz tatlı bir buruklukla burada sonlandı ama kalbimiz Akdeniz'de kaldı...

Yazımızı Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın Akdeniz Şiirlerinin bir kısmıyla bitirelim...

Dersin ki
Ellerimize değecek
Yıldızlar
Büyüyecek büyüyecek de.

Dersin ki
Bir aydınlığı var
Sevgililer için,
Karanlık sessiz de.

Dersin ki
Uyuyamıyorum
Yalnızız
Gece, mavi de.

---------------------

Sessizdi yeryüzü
Yeryüzünde biricik Akdeniz vardı
Akdenizde
Yalnız ikimiz.

Beni seviyor musun dedim,
Yumdu gözlerini uzaklığa,
Tam sorulacak an, diye gülümsedi,
Tam sorulacak yer.

---------------------

Bir kocaman yeşil bir kocaman boz
Yellerde
Çarpar birbirine çarpar enginlere dek.

Dalgaların ucunda yıldızların ucu
Her köpük bir fırtına
Her köpük bir evren.

Şu deniz şu gök gizlenebilir
Seni sevdiğim
Gizlenemez.

---------------------

Havaya da yalıma da ağaca da benzer ama
En çok suya benzer
Sevgimiz.

Morluğun acısı var sonu yok
Karışır yaşamımıza
Kendiliğinden.

Herkes ölünce toprak olurmuş
Hayır hayır
Bizim su olacağımız besbelli.

---------------------

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder