7 Eylül 2016

Karadeniz Seyahatimiz: Ordu, Trabzon, Rize ve Sivas


Hep hadi yapalım dediğimiz seyahat, batıdan doğuya Karadeniz turu! Doğu-Batı diye ayırmayıp başından sonuna kadar gezilesi bir maceradır Karadeniz. Karadeniz bölgesinde neredeyse her şehri ile ayrı bir gezi haritası oluşturulabilecek, keşfedilmeyi bekleyen sayısız yer var. Koca Karadenizi 9 güne sığdıramayacağımızın farkında olsak da, birçok güzel hatırayla dolu bir gezi yaptık. Sizin de bizim gibi heyecanlı, serüven dolu ve tabiatla iç içe bir tatil geçirme hayaliniz varsa Amasya, Ordu, Trabzon, Rize gibi yerlerden oluşan bir Karadeniz turu yapmanızı tavsiye ederiz. Eğer hayalleriniz sizi korkutmuyorsa, yeterince büyük değillerdir. Ama birçoğumuz da korkularımızı yaşadığımız için hayallerimizi yaşayamıyoruz. Uzun zamandır hayal ettiğimiz Karadeniz seyahati de bizi korkutuyordu ama bizim için uzak olan bu hayali sonunda gerçekleştirdik. Uzak dediğin, önce içinde birikir insanın, sonrası yalnızca yoldur...

Şimdi sizle Karadenizi adım adım bir turlayalım :)

Rotamız: Ankara-Çorum-Amasya-Ordu-Giresun-Trabzon-Rize-Sivas-Ankara

1.Gün: Yola çıkış, Ankara - 3 saat - Çorum - 1,5 saat - Amasya

Bugün Karadeniz seyahatimizin ilk günü, yola çıkarken Allah'tan hayırlı bir yolculuk diliyoruz. Yeşilin her tonuyla boyanmış manzaralar seyredeceğimiz, dünya üzerindeki cennet köşelere gitmek için yola çıkıyoruz. Tüm Karadenizi geziyor olmanız demek, en az 1600 km'lik bir yol yapmış olduğunuz anlamına geliyor. Bin millik bir yolculuk da bir adım ile başlar. Biz de Ankara'dan gittiğimiz için, ilk adım olarak yol üstündeki Çorum'a uğradık. Çorum'da farklı dönemlere ait, görülmesi gereken tarihi yapılar bulunuyor. Özel bir mimariye sahip olan bu yapılar arasında en çok ziyaret edilenler ise Ulu Camii ve Saat Kulesi.

Çorum'un merkezinde, caddelerin birleştiği yolun ortasında bulunan ve şehrin en önemli sembollerinden olan tarihi saat kulesi, 1894 yılında Sultan 2.Abdülhamit'in muhafız birliği komutanı Yedi Sekiz Hasan Paşa tarafından yaptırılmış. 27,5 metre olan saat kulesinin mimarisi, diğer saat kulelerinden farklı olarak minare stilinde tasarlanmış.


Eğer müze gezmekten hoşlanan bir gezginseniz, şehir merkezindeki Çorum Müzesi'ni de gezmenizi öneriyoruz. Çorum Müzesi; Alacahöyük, Boğazköy-Hattuşa, Pazarlı ve Kuşsaray gibi arkeolojik kazı merkezlerinden çıkarılan buluntuların ve etnografik eserlerin sergilendiği bir müze. 19. yüzyıl tipik mimari özelliğinde olan Çorum Müzesi binası, ilk olarak 1914 yılında hastane olarak yapılmış.

Çorum'dan çeşit çeşit leblebi alarak Karadenizin saklı hazinelerinden biri olan şehzadeler şehri Amasya'ya doğru yola çıkıyoruz. Amasya'da gezilecek yerleri ayrıntılı olarak anlattığımız Bu Nehir Olmasaydı, Bu Şehir Olmazdı: Amasya yazımızı okuyup Karadeniz gezinize devam edebilirsiniz.


2.Gün: Amasya-1,5 saat-Samsun-2 saat-Bolaman Kalesi-20 dk-Yason Burnu-30 dk-Ordu

İki gün boyunca Amasya'yı gezdikten sonra Karadeniz turumuza başlıyoruz. Amasya'dan yola çıkıp Samsun'da mola veriyoruz. Denizinin güzelliği, yeşilliğinin bolluğu, 19 Mayıs'ın şehri Samsun. Geçerken Bandırma Vapurunu da görüyoruz. Yolculuğumuza Karadeniz sahil yolundan devam ediyoruz. Karadenizin sahil şeridini o kadar güzel yapmışlar ki, Samsun'dan Rize'ye kadar deniz kenarından çift şeritli yol ile çok rahat gidiliyor. Karadeniz turu boyunca, sadece Yason Burnuna gitmek için eski karayolunu kullanmanız gerekiyor. Fatsa'dan sonra eski karayoluna dönüp yol üstündeki Bolaman Kalesine uğruyoruz. Hazır buralara inmişken bir de Fatsa sahilini yakından görmek istiyoruz. Rüzgârın burnumuza getirdiği o nahoş yosun kokusu sahile yaklaştığımızın habercisi. Burada bir deniz havası aldıktan sonra Yason (İason) Burnuna gidiyoruz. Güneşin denizde batışını mistik bir hayranlıkla izlediğimiz Yason Burnu, eski Samsun-Ordu karayolu üzerinde doğal görünüme sahip bir yarımada. Bulunduğu alan yapılaşmaya açılmamış olduğundan, doğal güzelliğini koruyor. Perşembe ilçesi Çaytepe köyünde bulunan Yason Burnu, gün batımının en güzel görülebileceği yerlerden biri.

Güneş tatlı bir kızıllıkla batı yönünü işaretliyor...

1869 yılında burada inşa edilmiş olan Yason kilisesi adını, Altınpostun peşine düşen denizcilerin MÖ 8.yüzyılda Karadeniz kıyılarında geçen mitolojik öyküsünden alıyor. Kilise, Rumların mübadele ile ayrılmasından dolayı cemaatsiz kalınca, zaman içinde harabeye dönmüş. Karadeniz kıyısına yapılmış tek kilise olan yapı, 2004 yılında restore edilmiş. Yason burnunda manzaranın keyfine varıp Ordu'ya doğru yola çıktık.

Ve Ordu… Yol boyu dinlediğimiz, Ordu’nun o dillere destan olan türküsü ile giriyoruz Ordu'ya: “Ordu’nun dereleri/Aksa yukarı aksa/Vermem seni ellere/Ordu üstüme kalksa/Sürmelim aman…” Konaklayacağımız Öğretmenevine yerleştikten sonra Aktaşlar Restoranda Karadeniz pidesi yedik. Yemek sonrası, Ordu Belediyesi hizmet binasının da içinde yer aldığı kent meydanından geçerek teleferik istasyonuna doğru yürüdük.

Buradan bindiğimiz teleferikle, adı "Boztepe’ye çıkmalı, şu Ordu'ya bakmalı" türküsünde de geçen 450 metrelik Boztepe’ye çıktık. Burada bulunan çay bahçesinden Boztepe'nin eteklerine kurulmuş olan şehri seyretmek de ayrı bir keyif veriyor insana...

3.Gün: Ordu-1 saat-Giresun Müzesi-2 saat-Çal Mağarası-1 saat-Sera Gölü-20 dk-Trabzon

Sabah Ordu gezimizde ilk ziyaret yerimiz, göz dolduran bir mimariye sahip olan Paşaoğlu Konağı ve Etnografya Müzesi oldu. 1896 yılında Paşaoğlu Hüseyin Efendi tarafından yaptırılan konak, 1987 yılında Etnografya Müzesi olarak hizmete açılmış. Müzenin birinci katında silahlar, takılar, kadın ve erkek giysileri; ikinci katında çeşitli odalar bulunuyor.


Ordu merkezde yapacak fazla bir şey olmadığı için, yine teleferikle Boztepe’ye çıktık. Boztepe’ye çıkınca, bu sefer gündüz gözüyle uçsuz bucaksız denizi; karşı tepelerin, kayaların, dağların sisli siluetini hayranlıkla seyrettik.

Ordu'dan yola çıkıp yol üstündeki Giresun Müzesine uğradık. Giresun ilinin arkeolojik ve etnografik eserlerinin bir araya getirildiği müze, Giresun Kalesinin doğu eteğinde denize yakın bir konumda yer alıyor. 18. yüzyılın ortalarında, Ortodoks Gogora Kilisesi olarak yapılmış olan bina, 1923 yılına kadar kilise olarak kullanılmış. Bir süre boş kalmış, sonra cezaevi olmuş. 1988 yılından sonra müze olarak kullanılmaya başlanmış.


Müzekart geçerli olan müzenin içi gerçekten çok güzel düzenlenmiş.


Giresun'dan Trabzon'a doğru yol alırken Salacık mevkisinde, Akçaabat denince ilk akla gelen köftecilerden Nihat Usta'da kiloyla satılan Akçaabat köftesi yedik. Dünyanın en uzun ön cepheli restoranıymış, bizce de Doğu Karadenizin en elit yerlerinden biri. Deniz manzaralı yemek yemenin zevki gerçekten çok büyük, hele de güzel bir yemeği yeni tadıyorsanız… Yemekten sonra tekrar yola çıkıp Akçaabat’tan saparak, Düzköy civarındaki Çal Mağarasını gezdik. Dünyanın en uzun ikinci mağarası olarak kabul edilen mağaranın içinden küçük bir dere akıyor. Mağaranın üzerinde tarihi bir kale varmış ama biz göremedik.




Çal Mağarası, içindeki sarkıt ve dikitlerden oluşan muhteşem doğal şekilleri, zaman zaman 1,5 metre derinliğe ulaşan deresi ile mutlaka görülmeli.


Enfes güzel bir doğa harikası, yolu çok uzun, manzara çok sisli ama gidip görmeye değer. Mağaranın önünde yerli bir kadının suda haşlayıp sattığı süt mısırlardan alıp yedikten sonra arabaya dönüyoruz. Burada mısırın tadı bambaşka. Her yerde aramamıza rağmen Karadenizde başka hiçbir yerde yerli mısır bulamadık, buradan daha fazla almadığımıza pişman olduk.

Çal mağarasından yola çıkıp tekrar sahil yoluna döndükten sonra Sera Gölüne uğradık. Trabzon’un Akçaabat ilçesi sınırları içerisinde bulunan Sera Gölü, Yıldızlı ve Derecik belediyelerinin arasında yer alan Derecik vadisinde heyelan sonucu oluşmuş.

Sera Gölünün kıyısında verdiğimiz molanın ardından yola çıkıp konaklayacağımız deniz kenarındaki KTÜ Sosyal Tesisine gittik.

4.Gün: Trabzon

Tempoyu biraz düşürmeye karar verdik ve dördüncü günümüzü Trabzon merkeze ayırdık. Trabzon gezimizde ilk ziyaret yerimiz, göz dolduran bir mimariye sahip olan Atatürk Köşkü. Soğuksu mevkisine doğru yola çıkıyoruz, burada bizi bir 20.yüzyıl şaheseri olan Atatürk Köşkü karşılıyor. 1890 yılında Trabzonlu bankerlerden Konstantin Kabayanidis'in yazlık konutu olarak yaptırılan konağı 1924 yılında gezip beğenen Atatürk, 1937 yılında konaklayarak vasiyetinin bir kısmını da bu köşkte yazmış. 1943 yılında Atatürk Müzesi olarak ziyarete açılmış.


Giriş ücreti 1,5 TL olan köşkün mimarisi ve bahçesi sizleri büyüleyecek.

Atatürk Köşkünden sonra, Trabzon'un batı girişinde yer alan Ayasofya Camisine gittik. Yüzyıllar boyunca şehre gelen gezginlerin ilgisini çeken Ayasofya, 1250-1260 yılları arasında Trabzon İmparatorluğu kralı 1. Manuel Komnenos zamanında yapılmış. Fatih Sultan Mehmet'in Trabzon'u fethini takiben 1572 yılında camiye çevrilmiş ve vakıf eser olmuş. 1964 tarihinden beri müze olarak kullanılan Ayasofya, birkaç yıl önce tekrar cami olarak hizmete açılmış.

Caminin içinde ve dışında birçok kabartma ve çizim yer alıyor. Binanın güney cephesindeki girişin üstünde Hz. Adem ile Havva'nın yaratılışı, kabartma sanatıyla anlatılmış.

Ayasofya'dan sonra, Trabzon Müzesi olarak düzenlenen Kostaki Konağına gittik. Konak, Trabzon'un merkezi olan Uzun Sokak'a bağlanan Zeytinlik Caddesi'nde, 1900'lü yılların başlarında Banker Kostaki Teophylaktos tarafından konut olarak yaptırılmış. Müzekart geçerli olan konak oldukça güzel.

Trabzon merkezde Uzun Sokak turu yaptıktan sonra, yorgunluğumuzu atmak için konaklayacağımız KTÜ Sosyal Tesisine doğru yola çıktık. Yarın güzel bir gün, açık bir yol bizi Uzungöl’e götürsün diye dileyip, dinleneceğiz.

5.Gün: Trabzon - 1,5 saat - Uzungöl - 20 dk - Çaykara

Sabah erken kalktık ve Trabzon'dan yola çıktık. Yolumuzun üstünde Of var. Of ilçesinde sahil yolundan ayrılıp dağların arasında ilerlemeye başlıyoruz. Uzungöl'e ulaşmak için çok güzel ormanlarla kaplı yollardan geçiyoruz. Yol, bize yeşil bir ziyafet çekiyor. Uzungöl’e bizi hazırlayan muhteşem manzaralar karşısında hayranlık duyuyoruz. Bu yamaçlara bakınca, sadece varılacak menzilin değil, yolun da değerli olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Burada yeşilin her tonu mevcut, dağ yolları virajlı ve ağır ilerleniyor. Pencereleri açıp yol kenarından akan gürül gürül suları ve ormanın sesini dinliyoruz. Her ağaç ayrı bir yaşam enerjisi dolu, her yamaçta ayrı bir güzellik karşınıza çıkıyor. Uzungöl'e doğru yol alırken, Hapsiyaş Köprüsünü (Kiremitli Köprü) görüyoruz. Doğu Karadeniz bölgesinde, özellikle Trabzon ve Rize'de çok sayıda taş ve kemerli köprü bulunuyor. Mimari özelliği ile en dikkat çekicilerinden olan Kiremitli Köprüden manzara...

Artık keskin virajlı yollardan sonra, son durağa geldik. İşte Uzungöl, işte dünyadaki cennet… İşte yeşilin koyu ve açık her tonu… İşte tat ve işte hayat… İşte gökyüzünün, yeryüzü aynasında kendisini her daim izlediği Uzungöl… Uzungöl'e vardığınızda kainatın ressamının tuvalinden fırlayan bir manzara karşılıyor sizi. Yeşilin ton ton açıldığı dağlar Uzungöl üzerinde yükselirken, sanki bir resim kâğıdı gibi görünüyor manzara. Bu kadar yüksekte bir göl ilk kez görüyoruz. Doğu Karadenizin muhteşem doğasında, çok zengin bitki örtüsüne ve yaban hayata ev sahipliği yapan, göz alıcı ve etkileyici bir gölün kenarında, tamamen doğayla iç içe olabileceğiniz büyüleyici bir atmosfer...

Uzungöl, heyelan sonucu yamaçlardan düşen kayaların, Haldizen deresi yatağını doğal baraj şeklinde kapatmasıyla oluşmuş. Sık ormanları ve doğal güzelliğiyle oldukça cezbedici bir yer... Göl ve vadi dağlar tarafından kuşatılmış, sanki yemyeşil gölü koruma altına almışlar gibi bir havaları var, dimdik duruyorlar karşımızda… Ve o muhteşem an, iki minareli caminin silueti göl içinde dalgalanıyor. Nasıl baş döndürücü bir güzellik bu?

Sahil düzenlemesi yapılmış. Doğaseverler için burada bisiklet turu yapma imkanı da bulunuyor ama biz doğa yürüyüşünü tercih ettik. Gölün çevresi kolaylıkla yürünebiliyor. Yürüyüşe başlayarak her köşesini gezip her karesini hafızamıza kazımak istiyoruz Uzungöl’ün… Gölün etrafında yürüyüşle sınırlı kalmadan, güneye doğru uzanan Haldizen Deresi vadisi boyunca da yorulana kadar yürüdük. Böylece her açıdan seyredebildik bu güzelliği... Küçük küçük ahşaptan yapılmış lokantalar, hediyelik eşya satan dükkânlar çok güzel bir görüntü oluşturmuş burada. Her biri kendi içinde bir düzen oluşturmuş gibi. Beton yapılaşmayı yasaklamışlar, bu doğa harikası yeri korumak için böyle bir yasak olmazsa olmazdı herhalde… En nihayetinde Karadeniz’den bahsediyoruz. Yeşil cennetten…

Uzungöl gezisinde bir tesisin içinde rastladığımız ve Uzungöl'ü besleyen şelalelerden biri.


Uzungöl’de Garaster, Lustra, Yaylaönü, Şekersu ve Demirkapı'dan oluşan Kaçkar yaylaları turu yapabilirsiniz.

Garaster yaylası yolu üzerinde bulunan bir kafede çay içip eşsiz bir manzara sunan Uzungöl'ü kuşbakışı izleyerek mutlu oluyoruz :) Mutluluk, uçsuz bucaksız ormanlardadır... İşte Uzungöl’ün insana huzur ve ilham veren güzelliği…

Buralarda göze çarpan bir başka şey de, Arap turistlerin çokça bulunması. Her yerde Arap turistlerle karşılaşıyoruz… Sadece 1 ay içinde 150 bin civarında Arap turist geliyormuş buraya. Nedeni de buranın serin ve yağışlı bir havanın etkisinde olmasıdır herhalde. Bu kadar yeşil bir ortama rağbet etmemeleri mümkün mü? Tüm Arap yarımadasını toplasanız, Uzungöl’deki kadar çok ağaç bulamazsınız. Biz de hava kararana kadar göl etrafında turlayıp fotoğraf çekiyoruz. Dağların arasına doğru ilerledikçe, dere kenarına kurulmuş ahşaptan lokantalarda pişen balığın kokusuyla acıktığımızı hissediyoruz. Doğa Restoranda akşam yemeği olarak tereyağda alabalık ve kuymak yedikten sonra aracımıza doğru yürüyüşe çıkıyoruz. Gölün etrafında meşhur Karadeniz yemeklerini yiyebileceğiniz restoranların yanı sıra, kalabileceğiniz yerler de mevcut. Ama biraz pahalı olduğu için biz Çaykara Öğretmenevinde konakladık. Şimdiye kadar kaldığımız Öğretmenevleri arasında en ucuz ama en beğenmediğimiz yerdi. Uzungöl ise, hayatımızda görüp görebileceğimiz en güzel yerler listesine eklendi bile…

6.Gün: Çaykara - 1 saat - Rize

Çaykara'dan yola çıkıp Rize'ye vardık. Tempoyu biraz düşürmeye karar verdik ve altıncı günümüzü Rize merkeze ayırdık. Rize gezimizde ilk ziyaret yerimiz, göz dolduran bir manzaraya sahip olan Botanik Bahçesi. Buradaki Çaykur’un araştırma enstitüsünde birçok çeşit bitki ve ağaç var. Özellikle manolya ağaçları ve mavi ladinler dikkatimizi çekti. Müthiş bir manzarası ve demli çayı var. Buradan hediyelik çay da alabilirsiniz. Rize’yi kuşbakışı seyretmek ve doğanın eşsiz görüntüsünü tek bir karede ve memleket kokan çay eşliğinde izlemek isteyenler buraya uğramalı. Fotoğrafın sol tarafında görülen yer de Rize Kalesi.

Yemek için, şehrin içinde çok merkezi bir yerde olan Beyda lokantasına gittik. Pidesinden ve turbo tatlısından (fındıklı kadayıflı sütlaç) yedik. Karadenizde yediğimiz en güzel pideyi ve sütlacı burada yedik. Yemek sonrası şehir turu yaptıktan sonra, yorgunluğumuzu atmak için konaklayacağımız Rize Öğretmenevine gittik.

7.Gün: Rize - 1 saat - Zilkale - 1 saat - Ayder Yaylası

Sabah Rize'den yola çıktık. Yeşili bu kadar çok, oksijeni bu kadar yoğun bir yolculuk yapmamıştık daha önce. Bir yanımızda Karadeniz bize eşlik ederken, diğer yanda Kaçkar dağlarının manzarası... Ayder'e ulaşmak için Ardeşen'de sahil yolundan ayrılıp kendimizi dağ yoluna vurduk. Çok güzel ormanlarla kaplı Fırtına vadisinden geçtik. Bulutların neme, nemin yağmura ve yağmurun da zengin bir bitki örtüsüne yol açtığı bu bölgede, o güzelim bulutlardan bir damla yağmur göremedik. Karlı doruklardan yolculuğuna başlayan Hala, Hemşin, Elevit, Durak, Palovit ve Tunca dere kollarının birleşmesinden oluşan Fırtına deresi, suyun deniz seviyesine çok dik inerken aşındırdığı çevresiyle özgün bir coğrafi ortam oluşturmuş. Bu derin kanyon, gür ormanları, endemik bitki türleri ve barındırdığı yabanıl hayat ile kendine has bir oluşum. Coşkun ırmakların biçimlendirdiği vadide şelaleler, şimşir ormanları, sık ve geniş yapraklı bitkiler, yamaçları süsleyen çay bahçeleri ve bodur fındık ağaçları gördük.

Ayder'e doğru yol alırken, Fırtına deresi üzerinde yer alan köprülere uğradık. Rize, yaylalar kenti olmasının yanı sıra aynı zamanda köprü deyince de akla ilk gelen şehirlerden biri. Anadolu'da, tek gözlü kemer köprülerin en fazla görüldüğü şehir. Rize'de muhteşem doğa içindeki dereler üzerinde, taştan yapılmış onlarca köprü var. Bu köprülerin pek çoğu en az 100 yaşında. Karadeniz bölgesinin coğrafyasına ve iklim şartlarına uygun olarak inşa edilen taş köprüler genelde tek gözlü olarak tasarlanmış.

Fırtına deresi üzerinde bir yay gibi uzanan, yuvarlak kemerli taş köprülerin en ünlülerinden olan Timisvat Köprüsü, Ardeşen'e 10 kilometre uzaklıkta. 18. yüzyıldan kalma bu zarif köprünün zemini taş döşeli, korkulukları ve gövdesi kesme düz taştan yapılmış.


Çamlıhemşin’i geçtikten sonra, sola doğru giden yola devam ettiğinizde Kaçkar dağları ve Ayder yaylasına, düz devam ettiğinizde ise Zilkale ve Palovit şelalesine doğru gidiliyor. Biz Ayder’e sapmadan yolu takip edip önce Şenyuva Köprüsüne (Çinçiva Köprüsü) uğradık. 1696 yılında inşa edilen köprü, yörenin en büyük ve en eski köprüsü. Yuvarlak kemerli ve tek gözlü olarak inşa edilmiş.

Şenyuva Köprüsünden sonra tekrar yola çıkarak Fırtına deresinin rehberliğine bırakıyoruz kendimizi. Fırtına deresini takip ederek, Çamlıhemşin'in 15 km güneyinde yüzlerce metre derinliğindeki Fırtına vadisinin tepesinde, ormanlar ve şelalelerle çevrili masalsı bir şekilde yükselen Zilkale'ye geldik. 

Fırtına vadisindeki Zilkale, bölgenin dikkate değer tarihi eserlerinden biri olmasının yanı sıra, Orta Çağdan esintiler taşıyan görüntüsüyle estetik olarak Karadenizin hayranlık uyandıran yapılarından biri. Üstelik en az kendisi kadar etkileyici bir coğrafyada yer alıyor. Fırtına deresinin batı yamaçları üzerinde, eski ticaret yolunu korumak için vadideki bir geçide hakim yüksekçe bir tepe üzerinde konumlanmış. 8 burç ve bir gözetleme kulesinden oluşan kaleden, savunma hendeği durumundaki Fırtına deresine merdivenle iniliyor.

Müthiş bir manzara sunan kalenin üzerine inşa edildiği sarp kaya kütlesi, denizden 750 m, dere yatağından ise yaklaşık 100 m yükseklikte. Kale; dış surlar, orta surlar ve iç kaleden oluşuyor. Dış kalenin kapısına kuzeybatı yönündeki patika bir yolla ulaşılıyor. Teras yardımıyla orta surlar seviyesine çıkılıp, buradan kale içerisine giriliyor. Orta surlar içerisindeki önemli yapılar muhafız binası, şapel ve başkule. Giriş ücreti 3 TL olan Zilkale muhakkak görülmesi gereken yerlerden biri. Karadenizin bilinen yerlerinin dışında kalan ve ismi çok ön plana çıkmamış olan bu yapı sizde de hayranlık etkisi uyandıracak. Yol sizi nereye götürüyorsa oraya gitmeyin, onun yerine yol olmayan yerden gidin ki; iz bırakın...


Tarihi Zilkale’yi gezdikten sonra, bir doğa harikası olan Palovit Şelalesine doğru yola devam ettik. Zilkaleyi biraz geçtikten sonra sola doğru döndük.

Arnavut taşıyla döşeli dar bir yolu takip ederek şelaleye ulaştık. Yol bozuk değil, her türlü araçla gidilebilir.

Kaçkar dağları içindeki doğal güzelliklerden biri olan Palovit Şelalesi, Rize'deki en yüksek debiye, muhteşem ve heybetli bir görüntüye sahip. Gür bir orman içindeki bu ünlü şelale, yaklaşık 15 metreden dökülüyor. Şelaleye bu kadar bile yaklaşsanız altında ıslanıyorsunuz.


Yukarıdan aşağıya gürül gürül akan suya bakıyoruz. Şelale ne kadar coşkunsa, Zilkale o kadar durgun. Bazı insanlar bu şelale gibi coşkun oluyor, bazıları bu kale gibi durgun. İki halin de güzelliğini görüyoruz...


Palovit Şelalesini görüp Ayder yaylasına doğru hareket ettik. Ayder yoluna döndükten sonra, Çamlıhemşin ilçesine 2 kilometre mesafede, Fırtına vadisinde yer alan Mikron Köprüsüne uğradık. Fırtına deresinin Kavran kolu üzerinde, kuzey-güney doğrultusunda uzanan tek gözlü, kemerli, taş köprünün iki ayak açıklığı oldukça geniş. Ağaçlardan neredeyse görünmeyen köprünün kemer kısmı ve korkulukları kesme taştan, diğer kısımları moloz taştan inşa edilmiş.

Bol oksijen bizi acıktırdı ve Ayder yolu üzerindeki Ayder Doğa Alabalık Çiftliğine uğradık. Doğa harikası Ayder yaylasının en ünlü tesisi olan, "Mucit'in Yeri" olarak da bilinen Ayder Doğa Alabalık Çiftliği, ihtiyacı olan elektrik enerjisini kendi üretiyor. Karadenizde yediğimiz en güzel muhlamayı burada yedik. Muhlaması enfes ve yanında gelen mısır ekmeği çok güzel. Yediğimizde aldığımız o tat anlatılmaz bir haz veriyor insana. Hayran kaldığımız bu lezzetleri evde de yapabilmek için buradan tereyağı, muhlamalık peynir ve mısır unu aldık. Biraz pahalı olsa da çok güzeldi.

 Tesisin içinde küçük bir şelale var. Yol boyu dinlediğimiz Karadeniz türküsü gibi:
Sular akar doldurur taşların kovuğunu :)


Rize denince akla ilk gelen görüntüler elbette yemyeşil doğası ve eşsiz güzellikleri ile yaylalar. Rize'de yayla turizmi oldukça gelişmiş, burada onlarca yayla var. Dünyaca ünlü Ayder yaylası, Rize'de ilk görülmesi gereken yerlerden biri. Rotamız, güzelliğini sonuna kadar hissettiğimiz bir huzurun adresi olan Ayder. Çamlıhemşin ilçesinin 19 km güneydoğusunda, 1350 m yükseklikteki Ayder yaylası, dağlar ve çam ormanları ile çevrili huzurlu bir ortama sahip...

Eylül ayında hırka isteten bir hava var Ayder yaylasında. Kaçkar Dağları Milli Parkına giriş ücreti 9 TL. Arabayı bir yere park edip eşyaları kalacağımız Ayder Yaylacı Otele bıraktıktan sonra, tepelere tırmanmaya koyuluyoruz. Dağlara doğru nefes nefese tırmanırken karşımıza Gelintülü Şelalesi çıkıyor. Dağların zirvelerinden, bulutların arasından bir yerden bir su akıyor. Su sanki gizemli bir yerden, belki cennetten geliyor gibi. Dağların zirvelerini göremiyoruz. Buradan akan su, Fırtına vadisine doğru büyüyerek akıyor. 300 m yükseklikten akan Gelintülü Şelalesi, Ayder yaylasının tam merkezinden yükseliyor. Sisli bir havada, yukarıdaki yeşil yamaçları aşarak ince beyaz bir duvak gibi yüzlerce metreden süzülen Gelintülü Şelalesini hayranlıkla izledikten sonra geri dönüyoruz.


Açık hava yürüyüşü insanı yoruyor. Dumanlı dağlara doğru bir çay içip yöresel lezzetlerden olan Laz böreğinin tadına baktık. Daha sonra aracımızı alıp Ayder’e 10 km uzaklıktaki Kavrun yaylasına çıktık. Aşağı ve yukarı olmak üzere ikiye ayrılan Kavrun yaylasının yerlileri Hemşinlilerden oluşuyormuş.

Yol çok bozuk ve araba tırmanırken zorlanıyor. Sarp ve engebeli, her yerde tökezleyebileceğiniz kaya ve taşlar, aracınızı kaydırabilecek dereler ihtiva eden bu yol dünya hayatına benziyor. Zorlu, tehlikeli, yorucu ama manzara harika... İnsan tüm dikkatine ve yorgunluğuna rağmen “buraya çıkmasaydım” demiyor. Görüntü insanın meşakkatinin bedelini ödüyor.

Dağda, neredeyse bulutların içinde bir yerdeyiz şimdi. Yeryüzünün bulutlarla birleştiği yaylada gördüğünüz manzaralar sizi farklı bir dünyaya taşıyacak ve etkisinden uzun süre kurtulamayacaksınız. Bulutlar akşama doğru iyice yaklaşmış, elimizi uzatsak değeceğiz. Yayla evleri, sıra ile bir mahalle düzeninde dizilmiş küçük, derme çatma kulübelerden oluşuyor.

Biraz daha vaktimiz olsaydı, Fırtına vadisinin üzerindeki diğer yaylaları ve buzul göllerini de görmek istiyorduk. Günlük gezilerin kolay kolay yapılamayacağı bu yaylaları, bir sonraki gelişimizde daha ayrıntılı gezmeyi düşünüyoruz.

Güneşin batışını bu kez de dağların arasında, Ayder yaylasında izliyoruz. Eylül’de bir akşamüstü, ağaçlar yeşil yapraklarıyla ilk serinliğe yaslanıyorlar. Gelintülü Şelalesi, yayla evleri, binbir çiçeğin tadını taşıyan kıymetli balı ve şifalı kaplıcasıyla inanılmayacak kadar güzel bir doğa harikası olan Ayder, doğa severler için bir cennet gibi. Hayatımızda doğayı hiç bu kadar yakından keşfedip kendimizi doğanın bir parçası hissetmemiştik. Allah bu günlerimizi cennet gibi yaşatıyor elhamdülillah...

Dünyanın her yerinden insana özellikle Arap turistlere rastlayabileceğiniz bu güzelliği henüz görmeyenlerdenseniz, havası, suyu, doğallığıyla büyülemek üzere sizi beklediğini söyleyelim. Çünkü bu güzelliği görmemek, hayattaki birçok tattan mahrum kalmaktır...

8.Gün: Ayder - 3 saat - Sümela Manastırı - 5,5 saat - Sivas

Ayder sabahının soğuk, tatlı ve iştah açan havasında kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra, otelimizde kahvaltı edip yola koyuluyoruz. Sümela Manastırına doğru yol alırken sahil yoluna çıktığımızda Kız Kalesini görüyoruz. Pazar ilçesinin batı girişinde, küçük bir burun üzerinde kurulmuş olan kalenin kara ile bağlantısı kesilmiş. 13-14. yüzyıllarda yapıldığı sanılan kale, tek bir gözetleme kulesiyle ayakta duruyor. 

Trabzon'da Sümela Manastırına yönelip denizi arkamızda bırakıyoruz. Dağlara tırmanmaya başladık yine. Altındere Milli Parkı içine girdiğimizde, yeşilin her tonunu gördük. Yeşilliklerin içinde bulunan Karadağın eteklerinde sarp kayalıklara oyularak inşa edilmiş olan Sümela Manastırının harika mimarisini izledik. Trabzon'un Maçka ilçesinde yer alan Sümela Manastırının tam olarak yapım tarihi bilinmese de, MS 365-395 yılları arasında yapıldığı sanılıyor. Aynı gece iki rahip rüyalarında, Sümela Manastırının bulunduğu yerde Hz. İsa ve Hz. Meryem'i görmüş ve gördükleri yere manastırı inşa etmişler. Muhteşem bir manzara, gürül gürül akan bir dere var. Üzerine bir köprü ile yanına bir çay bahçesi kurulmuş. Restorasyonda olduğu için Sümela'yı uzaktan gördükten sonra, burada alabalık ve sütlaç yedik. Karadenizde yediğimiz en kötü sütlacı burada yedik. 

Sümela Manastırını gezdikten sonra Doğu Karadeniz turumuzu burada bitirmiş bulunuyoruz. Yemek sonrası Maçka’ya geri dönüyor ve oradan Sivas'a doğru ilerliyoruz. Önümüzde uzun ve yorucu olacak bir yolculuk var. Okulda öğrendiğimiz meşhur Zigana tünelinden geçip artık Karadeniz ikliminden çıkıyoruz. Bir yanı Trabzon, bir yanı Gümüşhane... Bir yanı Karadeniz iklimi, bir yanı karasal... Bir yanı orman, bir yanı bozkır...

Zigana'dan sonra dağlardan kıvrıla kıvrıla iniyoruz. Yol çok bozuk, tamamen taş, toprak; yol yapım çalışması varmış, bilmiyorduk. Sürekli sarsılarak yol alıyoruz. Zihnimize yolculuğun meşakkati, dünya hayatının da bir yolculuk oluşu, dünyanın geçiciliği, yolda olmak üzerine düşünceler üşüşüyor. Dağlardan geniş bir düzlüğe çıkıyoruz; iklim, yeryüzü şekilleri, bitki örtüsü değişiyor. Göz alabildiğince tek bir ağaç yok, Karadenizde yeşile, ağaca alışmış gözlerimiz, aranıyor ama yok işte. Allah vermediyse, bu uçsuz bucaksız topraklarda da bir tek ağaç olmaz. Burası Sivas yolu. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Tödürge Gölüne geliyoruz. Hafik ile Zara ilçeleri arasındaki Tödürge Gölü, doğal yolla oluşmuş bir göl.

Tödürge Gölünün kıyısında verdiğimiz molanın ardından yola çıkıp Sivas'a vardığımızda hava kararmıştı. Osmanlı dönemi klasik hamamların özelliklerini yansıtan tarihi Kurşunlu Hamamının karşısındaki Sivas Öğretmenevine yerleştik ve günün yorgunluğunu çıkardık.

9.Gün: Sivas - 5,5 saat - Ankara, Eve dönüş

Seyahatimizin son gününde Anadolu'daki Selçuklu motifi Sivas'tayız. Sivas, yiğitlerin harman, türkülerin derde derman olduğu, yüreği yanık ozanlar şehri... Sivas aklın durduğu, güzelliklerin kalbi yoğurduğu, ince minarelerinin günde beş vakit Hakk'a divana durduğu akl-ı selim bir şehir...

Sivas gezimizde ilk ziyaret yerimiz, restorasyonu devam eden tarihi Gök Medrese. 4. Kılıçarslan'ın oğlu 3. Gıyasettin Keyhüsrev döneminde, Vezir Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından 1271 yılında yaptırılmış. Türk mimarisinin ve süslemesinin bir arada olduğu önemli yapılardan olan Gök Medrese, özellikle anıtsal mermer taç kapısı ve cephesiyle, 13. yüzyılın karakterini tam anlamıyla yansıtıyor. Gök Medrese, geçmişin engin gönüllü erenlerinin hatırlı ve hatıralı dualarını kalbinin taraçalarında saklar gibi...


Gök Medreseden sonra Ulu Camiye gittik. İç ve dış mekânıyla oldukça yalın bir tasarımı olan Ulu Camii, Anadolu öncesi Türk mimarisinin geleneklerini sürdüren ilginç süslemeli tuğla minaresiyle Sivas'ın merkezinde yükseliyor. Caminin 13. yüzyılın ilk yarısında inşa edilen minaresi, yıldırım düşmesiyle hasarlanmış. Ulu Camii, ender görülen mimari yapısının yanı sıra, zamanla eğilen ve kendi eksenine göre 25 derece eğri olarak ayakta kalan minaresiyle ünlü. 


Caminin yapım tarihiyle ilgili iki görüş öne çıkıyor. 1955'teki toprak hafriyatı çalışmalarında ortaya çıkarılan ve Sivas müzesinde bulunan kitabesinden hareketle, Selçuklu Sultanı 2.Kılıçarslan'ın oğlu Kutbüddin Melikşah zamanında Kızılarslan oğlu İbrahim tarafından, 1197'de inşa ettirildiği kabul ediliyor.

Ancak, erken dönem Anadolu Türk mimarisi uzmanları, mimari özelliklerinden hareketle, caminin Danişmendliler tarafından 12. yüzyılın başlarında yapıldığını kabul ediyorlar.


Oldukça büyük olan ibadet mekânı, mihrap duvarına dik uzanan 11 neften oluşuyor. 50 kalın ayağa oturan geniş sivri kemerler bu nefleri ayırıyor.


Ahenkli oranları ve sade tasarımıyla insanı etkileyen bir ibadet mekânı...


Sivas şehir merkezinde yer alan tarihi eserlerden Çifte Minareli Medrese, taç kapı üzerinde yer alan kitabesine göre, 1271 yılında İlhanlılar Veziri Şemseddin Cüveyni tarafından yaptırılmış.


Medrese, süslemeli taç kapısı ve tuğla-çini örgülü iki minaresi ile dikkat çekici bir yapı.


Çifte Minare Medresesinde, çifte dünyalara hazırlığı bir berekete dönüştürüp hayret duygularının semaya kanat çırpmasına köprü olur dualarınız...

Çifte Minareli Medresenin tam karşısındaki Şifaiye Medresesine geçiyoruz. 1217 yılında, Anadolu Selçuklu Devleti sultanı 1. İzzeddin Keykavus tarafından darüşşifa olarak yaptırılan yapı, Osmanlı devrinde medrese olarak kullanılmış. Dört eyvanlı olan medresenin bir eyvanı, 1. İzzeddin Keykavus'un türbesi haline getirilmiş.

Şifaiye Medresesinin taç kapısı geometrik bezemeli, sivri kemerli bir kuşakla çevrelenmiş. Taç kapı kemerinin köşeliklerinde, tahrip olmuş, yürür durumdaki iki hayvan kabartması bulunuyor. Birinin boğa olduğunu belirtenler olsa da, her ikisi de aslan figürü olarak kabul edilen ve pek seçilemeyen bu kabartmalar, sıhhati ve gücü sembolize etmektedir. Şifaiye Medresesinin taş oymaları ile görkemli görünüş kazanan ana giriş kapısı, iç içe geçmiş yıldız biçimindeki zarif motiflerle, sonsuzluğa açılan çok görünüşlü bir şaheser...


Şifaiye Medresesinin en önemli bölümü, Selçuklu sanatının en zengin sırlı tuğla ve mozaik-çini süslemeleriyle kaplı türbe cephesi. Türbe, geometrik yıldız motifleriyle süslenmiş. Şifaiye Medresesinin kitabeleri konusunda yapılan en kapsamlı çalışmaya buradan ulaşabilirsiniz.

Şifaiye Medresesinde, doktorların Hakk'a teslim olmuş çabalarını hissedebilirsiniz. 1. İzzettin Keykavus sırra kadem bassa da, inşa ettiği medresede onun soluğunu ve hatıralarını bulur, derin bir tefekkürün kapısını çalarsınız.

Biz ki cihanı terk edip göçtük
Gönül derdi ektik, matemler biçtik
Şimdiden sonra da nöbet sizindir
Biz sıramızı savdık da geçtik

Aynı meydanda yer alan Kale Camii, 1580 yılında 3. Murat Han'ın vezirlerinden Mahmud Paşa tarafından yaptırılmış. İnce, uzun, zarif minaresi ile Sivas'taki Osmanlı dönemi camilerinin en güzeli.


Kare planlı ve üzeri kurşunla kaplı tek kubbe ile örtülüdür.


Yine aynı meydandaki Buruciye Medresesi, 1271 yılında Anadolu Selçuklu Sultanlarından 3.Gıyasettin Keyhüsrev zamanında, Hibetullah Burucerdioğlu Muzaffer Bey tarafından ilmiye çalışmaları için yaptırılmış. Buruciye Medresesi, sağlam kalmış muhteşem taç kapısıyla, Selçuklu taş oymacılığının en güzel örneklerinden... 

Taş işlemeciliğinde ağırlığın, çok zengin bezemeli taç kapıda yer aldığı görülüyor. Yapıya girişin sağlandığı doğu cephede taç kapı dışa taşırılmış.


1892 yılında lise olarak yaptırılan, milli mücadele yıllarında Sivas Kongresi'ne ev sahipliği yapan ve 1981 yılına kadar lise olarak kullanılan tarihi binada Atatürk Kongre ve Etnoğrafya Müzesi açılmış. Meydana bakan giriş kapısında, Sivas Kongresi'nin tarihi (4 Eylül 1919) ve 'Cumhuriyetin temelini burada attık' yazıyor.


Sivas, yolculuğumuzun son durağı. Yolculuk maksadına eriyor. “Dünya yolculuğumuz da maksadına ersin” diye diliyoruz... Sivas, şairler için bir ana yüreği kadar müşfik ve kucaklayıcıdır. Sivas tükenmez bir hazinedir; bir aynadır bakana, bir türküdür söyleyene, bir yoldur gidene... Aşık Veysel gibi iki kapılı bir handa yolcuysanız, buyurun Sivas'a... Yavuz Bülent Bakiler'in mısralarıyla kucağını açmış sizi bekliyor:

SİVAS HASRETİ 

Ne güzel seni sevmek böyle uzaktan 
Ve seni düşünmek bir çocuk hevesiyle
Her sabah yeniden ezan sesiyle
Müslüman Müslüman uyanan şehir

Bir Selçuklu nakışında seni bulmak ne güzel
Ne güzel seni duymak bir ney sesinde
Şems-i Sivasi'nin mübarek türbesinde
Kandil kandil yanan şehir

Halayların, türkülerin çağırır beni uzaktan
Yüreğim hep Mısmıl ırmak gibi tertemiz
Nerde Çifte Minare'miz, Gök Medrese'miz
Ey sımsıcak dualarla maziyi anan şehir. 

Alacakaranlıkta yoksul kağnılar
Ağlar inim inim senin yerine
Tozlu sokaklarına, kerpiçten evlerine
Bakarak kendinden utanan şehir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder