31 Ağustos 2021

Çukurova'nın Kalbi: Adana

Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin deltasında verimli sulak arazide kurulu Adana’nın tarihi, coğrafi konumu nedeni ile MÖ 6000 yıllarına uzanıyor. Ülkemizin en büyük şehirlerinden biri olan Adana, antik Kilikya bölgesinin de en önemli şehirlerinden biriymiş. Hititler’den Osmanlı’ya, gelmiş geçmiş birçok medeniyetin beşiği olmuş. Adını Yunan mitolojisine göre gök tanrısı Uranus’un oğlu Adanus’dan almış.

Leziz yemekleriyle meşhur ve gidenin birkaç kilo almadan dönemediği Adana, aynı zamanda tarihi ve kültürel yapısıyla da oldukça önemli bir şehir. Adana, her ne kadar mutfağı ile öne çıksa da tarihi ve mimari açıdan gezilecek, görülecek birçok yer barındırıyor. 

Adana mimarisinin altın çağı 15. yüzyılın sonları ve Ramazanoğulları'nın Adana'yı başkenti olarak seçtiği 16. yüzyıl. Şehir o dönemde birçok yeni mahallenin kurulmasıyla beraber hızla büyümüş. Adana'nın tarihi açıdan dönüm noktası sayılabilecek birçok yapısı bu dönemde inşa edildiği için Memlüklü ve Selçuklu mimarisi Adana'nın mimarlık tarihinde önemli bir yer tutuyor.

Şehrin il merkezinde gezilecek yerler genellikle birbirine yakın ve yürüme mesafesinde. Adana denildiğinde ilk akla gelen noktalardan biri Sabancı Merkez Camii. Biz de Adana şehir turumuza başlamak üzere ilk önce Sabancı Merkez Camii'ne gidiyoruz.

Sabancı Merkez Camii tarihi bir geçmişe sahip olmamasına rağmen Adana'da en çok ziyaret edilen cami, bunun sebebi de Balkanlar ve Ortadoğu'daki en büyük camilerden biri olması. Osmanlı mimarisine sadık kalınarak inşa edilen cami 1998 yılında hizmete açılmış ve 28,500 kişiye kadar kapasitesi var. 63 bin kişilik İstanbul Çamlıca Camisi ibadete açılana kadar Türkiye'nin en büyük camisiydi.

Seyhan Irmağı kenarında görkemli bir yapıya sahip olan 6 minareli Sabancı Cami'nin 32 metre çapındaki kubbesi sekiz fil ayağı üzerine oturuyor. Ana kubbe çapının 32 metre olması 32 farzı işaret ediyor.

Sabancı Merkez Camisi'nin 5 kubbesi İslam'ın 5 şartını, 6 minaresi ise imanın 6 şartını simgeliyor. 99 metre uzunluğundaki minareler Allah'ın 99 güzel ismine karşılık geliyor. Şadırvanlı avludaki 28 kubbe, 28 peygamberi gösteriyor. Altı minare ve siluet olarak Sultan Ahmet Camii'ne, plan ve iç mekan olarak Selimiye Camisi'ne benziyor. Bu yüzden; Selimiye'nin eşi, Sultanahmet'in kardeşi, Kocatepe'nin çağdaşı olarak nitelendiriliyor.

Camideki mihrap, minber, kürsü, taç kapı ve diğer kapılar mermerden yapılmış.

Sabancı Cami insanı büyülüyor, o kadar ki işlemelere bakarken kendimizi kaybediyoruz.


Bu muhteşem yapıyı ziyaret ettikten sonra Seyhan Nehrinin kıyısından yaptığımız kısa bir yürüyüşle Adana'nın simgesi olan tarihi Taşköprü'ye geçiyoruz.

Roma-Bizans devrinden kalan tek eser olan ve Seyhan Nehri üzerinde bulunan Taşköprü'nün, MS 384 yılında mimar Auxentus tarafından yaptırıldığı biliniyor.

Halen dünyanın şehir içi trafikte kullanılan en eski köprüsü olma özelliğini taşıyor.

Adana'nın simgesi olan tarihi Taşköprü'yü gördükten sonra Ulu Cami Külliyesine gidiyoruz. Külliyenin tamamı, 1508’de Ramazanoğlu Halil Bey tarafından inşasına başlanıp 1541’de Ramazanoğlu Pîrî Mehmed Paşa tarafından tamamlanmış. Mimari olarak Selçuklu, Zengî ve Memlük üsluplarını taşıyor. Halil Bey Mescidi, medrese, türbe, harem (Ramazanoğlu Konağı), selâmlık, Çarşı Hamamı, Gön Hanı, imaret, arasta ve çarşılarla birlikte bir külliye olarak inşa edilmiş. Daha öncesinden var olan Ramazanoğlu Konağı (Tuz Hanı) selamlık bölümünden bugün sadece temel taşlarının izleri kalmış.

Ulu Cami, Ramazanoğlu beylerinden Piri Bey tarafından 1515 tarihinde yapılmış. Selçuklu, Memlük ve Osmanlılar devrine ait mimari karakterleri üzerinde toplayan bu eser, Adana'nın en büyük tarihi yapısı oluşu bakımından büyük önem taşıyor. 1998 yılında Sabancı Merkez Camii'nin hizmete açılmasına kadar Adana'nın en büyük camisi olma özelliğini korumuş.

Cami sekizgen gövdeli minaresi, çift renkli taşları ve Osmanlı çinileri ile tanınıyor.


Bütünüyle kareye yakın dikdörtgen planlı Ulu Cami'nin, batı ve doğu yöndeki iki büyük kapısından avluya giriliyor.


Revaklı avlu, enine dikdörtgen bir kuruluş gösteriyor.

Avluya bakan kuzey tarafta çapraz tonozla örtülmüş bir türbe girişi var.

Türbe giriş mekanı kuzey cephesi genel görünüşü ve çapraz tonozlar...


18. yüzyıl sonlarında yapılan türbe bölümünde, Piri Paşa'nın iki oğlunun ve babasının mezarı var.

Caminin ibadet mekanı, enine uzanan dikdörtgen planlı...

 İki yanı sütunceli, üst tarafı mukarnaslı mihrap nişi, çiniyle kaplı...


Mihrap, çinilerden başka minberle birlikte Zengî ve Memlük geleneğini aksettiriyor.

Ulu Cami'nin doğu kapısının karşısındaki Küçük Mescit, Ramazanoğlu Halil Bey tarafından 1493 yılında yaptırılmış. Ulu Cami Külliyesi içinde, mimari açıdan fazla dikkat çekmeyen, Ramazanoğulları tarafından yaptırıldığı bilinen ilk eser olması bakımından özel bir önemi bulunuyor. Hiçbir süslemenin mevcut olmadığı esere önem kazandıran, Adana'daki en eski İslami kitabeye sahip olması. Kitabesinde "Bu mübarek mescidi 898 senesi Recep ayında Cenab-ı Allah'ın kulu ve kölesi, Cennetmekan ve Garsi (hayırlı işler yapan) Ramazanoğlu Hacı Halil yaptırdı - Allah yardımını aziz etsin" yazıyormuş.

Küçük Mescidin yanındaki Ulu Cami Medresesi, Ramazanoğlu Piri Paşa tarafından 1540 yılında yaptırılmış.


Eserin batı cephesindeki cümle kapısı büyük bir avluya açılıyor ve avlu etrafında odalar sıralanıyor. 2004 yılında onarımı tamamlanan medrese, kültür-sanat merkezi olarak kullanılıyor.

Ulu Cami Külliyesi içindeki Ramazanoğlu Konağı, Ramazanoğlu Halil Bey tarafından 1495 yılında yaptırılmış. Harem dairesi olarak yaptırılan bu eser, tarihi ve mimari yönden Adana'nın en eski evi. Bina doğu-batı doğrultusunda dikdörtgen bir plana sahip. Yapının tamamı "L" şeklinde bir plan üzerine oturmuş. Haremlik, Ramazanoğulları Beyliğinin en güzel eserlerinden olmasından başka, Mısır'daki Memlüklü konaklarını hatırlatan önemli bir eser...

Ulu Camii yanında Adana valisi şair Ziya Paşa'nın (1825-1880) mezarı var. Buraya, 1881 yılında Adana valisi olan Abidin Paşa tarafından Ziya Paşa için türbe yaptırılmış.

Ziya Paşa deyince herkesin aklına Terkîb-i Bend adlı eserinde yer alan aşağıdaki beyit gelir:

Nush ile uslanmayanı etmeli tekdîr 
Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötektir...


Eski Adana diye tabir edilen bu meydandaki son eser Büyük Saat Kulesi. Mimarı Ermeni Krikor ve Kasbar Agha Bzdikian olan Büyük Saat Kulesi, Ziya Paşa'nın valiliği sırasında inşa edilmeye başlanmış. 1882 yılında tamamlanıp hizmete açılmış. Ve o günden bu yana şehrin en önemli yapılarından birisi olarak ayakta duruyor.


Büyük Saat, Türkiye'deki en uzun saat kulesi ve uzunluğu 32 metre, temel derinliği ise 30 metre...

Seyhan nehri kenarında yer alan Sabancı Cami, Ulu Cami, Büyük Saat Kulesi, Ramazanoğlu Konağı ve Medresesini görüp Adana merkezdeki turumuzu bitiriyoruz ve Ceyhan'a doğru yola çıkıyoruz.


Adana’dan Antep’e doğru gitmiş olanlar, Ceyhan ilçesine gelmeden yolun 3 km kadar yakınında tepede bir kale görürler. Biz de bu yoldan her geçişimizde, tabak gibi dümdüz Ceyhan Ovasındaki çok sarp bir tepe üzerinde adeta bir şato gibi yükselen Yılankale'yi (Şahmeran kalesi) uzaktan görüp merak ediyorduk. Bu sefer uğramak nasip oldu. Ortaçağ gravürlerinde gördüğümüz dağ kalelerini andıran bu kale sivri, kayalık bir tepe üzerinde. Günümüz şartlarında yapılsa bile yapımı yıllarca sürebilecek olan muazzam bir yapı...


Anayoldan ayrılan 3 kilometrelik yolun başındaki levhada kalenin adı yazıyor: Yılankale! Yılan ve kale kelimelerini bağdaştırmak için artık nasıl bir hayal gücün varsa çalıştır…


Doğu Roma İmparatorluğu’nca yapılıp Ermeni Kilikya krallarınca birkaç kez tahkim edilen Yılankale, sapasağlam kalmış iri taşlı yüksek surlarında 8 yuvarlak burcuyla, kuleleriyle, mazgallarıyla o kadar görkemli ki insanda korku uyandırıyor. Korkudur efsaneyi üreten... Bu sebepten olacak; yörede Yılankale ile ilgili, hepsi de korku içeren birçok anlatı var...


Necip Fazıl Kısakürek’in Hikâyelerim adlı kitabındaki 7.hikâye, Yılan Kalesindeki Hazine adını taşıyor ve bu kale üzerine anlatılan bir efsane, ilk memuriyet yeri Ceyhan olan şairce 1928 yılında yazıya geçirilmiş. Anlatıya göre bir derebeyi, hazinelerini bu kaleye saklamış. Öldükten sonra da ruhu yılanlar eliyle hazineyi korumayı sürdürmüş. Bir gece yakın bir köyden 3 delikanlı kaleye hazineyi aramaya giderler ama geri dönmezler. Sabahleyin köylüler her üçünün de yılan sokmuş gibi şişmiş bedenlerini bulurlar. Bu anlatı, o kalenin önünden geçen kervancıların dilinden aktarılıyor. Belki merhum Necip Fazıl da onlardan işiterek kayda geçirmiş, öyküleştirmiştir efsaneyi. Bu kısa hikayeyi şuradan okuyabilirsiniz.

Efsanelerin kalesi Yılankale’ye dair Necip Fazıl’ın aktardığı bu efsane dışında “yılanların şahı” anlamına gelen Şahmaran’ın burada yaşadığı veya yılan terbiyecisi olan Şeyh Meram’ın yılanlarını burada eğittiği, süt vererek beslediği gibi birçok efsane daha var. “Şahmaran” ile “Şeyh Meram” kelimesi arasındaki benzerlik de, halk muhayyilesindeki aktarımları fark etmek bakımından ilginç doğrusu...


Gerçekte Yılankale, Kilikya'daki kervan yollarını korumak için kurulmuş kalelerden ilki. Kilikya bölgesi; Osmanlı-Memluk çekişmesinin, Ermeni derebeyliklerinin, Kürt, Türkmen, Avşar, Yörük aşiretlerinin yüzyıllar boyu savaşa tutuştuğu bölge. Bir yerde kaleler varsa orada çok kanlı çekişmeler vardır. Kanlı çekişmeler de ticarî nüfuz mücadelesine, en nihayet paraya dayanır... Suriye üzerinden gelen kervanlar Orta Anadolu’ya dağ yollarından gidiyorlar ve her görüş menzilinin ucunda bir kale var. (Kaleler ile ilgili geniş bilgi için Anadolu’daki başlıca kaleleri anlattığımız “Kaleler” yazımıza bakabilirsiniz.)

Galiba efsanedeki derebeyi bizi kalenin içine sokmak istemedi :) Aslında yürüyerek çıkılacak kısım epeyce uzun ve kayalık yol çok dik olduğu için güneşte çıkmak bizi çok yordu. Surlardan, burçlardan, kulelerden, mazgallardan sonra yüce kapılar gördük. Kalenin 3 kapısı varmış. Kalenin kapısına vardığımızda büyük bir kaya ile kapanmış olduğunu gördük. Bu yorgunlukla daha fazla ilerleyemeyeceğimizi anladık. Ya biz yanlış kapıdan girmeye çalıştık, ya da kaleye öğle sıcağında çıkmak çok akıl işi değilmiş. Geri dönmeden önce biraz oturup manzarayı seyrettik...


Eski insanların ruhlarını çok yakından hissettik. Onların arasında dolaştık. Acaba şu iri taşları bu dik tepeye binbir çileyle taşıyan işçilerin, bunları muntazaman ören ustaların iskeletleri şimdi neredeydi? Şu iri kayaya bu merdiven basamaklarını oymuş olan hırs, sabır, sebat, irade neredeydiler? O zamanlar hayati bir ehemmiyeti haiz bu kale, şimdi işlevsiz kaldığı için kendi kaderine terk edilmişti, hiçbir koruma yoktu. Erken Bizans devrinde, Hz. Peygamber zamanında yapıldığı tahmin edilen kaleden harçlar sökebilirdiniz. Nitekim bazı yapı taşları sökülüp aşağıya atılmışlardı, dik tepenin aşağı eteklerine doğru yer yer saçılmışlardı, üzüldük.


Ova çok aşağıda kalmıştı, yemyeşil tarlalar ufka kadar uzanıyordu. 24 yaşındaki çiçeği burnunda memur Necip Fazıl’ın at tutkusu bu ovada başlamıştı. Atını koşturduğunda ufka kadar dümdüz uzanan bu ovanın topraktan bir deniz gibi kendisini kuşattığını, bunun kendisine ürküntü verdiğini yazmış... Biz de dinlenirken bu ovayı izliyoruz. Eski insanın taşlaşmış hırslarına karşılık çok uzakta yeni insanın otobanlarında arabalar vızır vızır işliyor...

Adana-Ceyhan arası E-5 Karayolu üzerinde, ovaya hâkim bir tepede yer alan Yılankale, Toroslar üzerinde müthiş bir yapı, mutlaka ziyaret etmelisiniz. Ancak, zar zor tırmandığınız dik kayalardan inerken ayağınız kayabilir, dikkatli olunmalı. İçine giremesek de şimdiye kadar gezdiğimiz en heybetli kalelerden biriydi Yılankale. Kaleye ve manzaraya doyamadık, hayran kaldık. Çıkarken tırmanması inmesinden kolay dik kayalardan geçmiştik. Aşağıya indiğimizde elimizi yüzümüzü yıkadığımız arabadaki su kan gibi sıcaktı. Arabaya binip tekrar anayola indiğimizde, uzakta Kont Drakula’nın şatosu kadar azametli Yılankale, keskin gözleriyle bizi gözlüyordu...

Adana'daki diğer ilginç yapılardan biri olan Varda Köprüsünü anlatalım son olarak. Köprüye giderken geçtiğimiz yolların bozukluğu, doğru yolda olup olmadığımızı sorgulatsa da sonunda Varda Köprüsüne varıyoruz. Adana’dan 64 km uzaklıkta, Karaisalı ilçesine bağlı Hacıkırı (Kıralan) tren istasyonu yakınlarındayız. Burası 600 metre civarındaki rakımı ile Çukurova’nın dayanılmaz sıcağının da Aladağlar’ın kar-boranının da ulaşamadığı mutedil iklimde bir yer...

Varda Köprüsü (Alman Köprüsü) veya viyadüğü, Gavurderesi’nin üzerinde, 100 yıldan fazla zamandır insanoğlunun azminin somut simgesi ve bir mühendislik abidesi olarak duruyor. Köprünün ismiyle ilgili çeşitli hikayeler anlatılıyor. İnşaat sırasında makara sistemiyle taş indirilirken aşağıdaki işçilerin yukarıdaki arkadaşlarına ‘var daha’ diye seslenmelerinden dolayı köprünün bu ismi almış olduğunu söyleyen de var, projede çalışan bir Alman mühendisin Verda adındaki karısına istinaden bu adın verildiğini anlatan da... Alman belgelerinde ismi Gaurdere Viaduk diye geçen köprüyü Kıralan köylüleri Vardıha Köprüsü veya Alman Köprüsü diye anıyormuş. Bir de Türkçenin pratik kolaylığıyla bir güzellik yapmışlar; Koca Köprü deyivermişler ona...

Gerçekten koca bir köprü. 172 metre boyunda, 12’şer metre genişliğinde üç büyük kemeri taşıyan orta ayakları 99 metre yüksekliğinde, devasa uçurumu umursamadan geçen muhteşem bir demiryolu köprüsü. Ardı ardına sıralanmış küçük ve büyük kemerlerle demiryolunu sırtlamış, karşı tarafa zarafetle geçirivermiş. Bu heybetli güzelliğin karşısında etkilenmemek mümkün değil. Çelik kafes taşıyıcı üzerine taş örme sistemiyle inşa edilmiş. Büyük ayakların arasında doğu-batı yönünde 1 metrelik bir sapma varmış ve içinde bakım merdivenleri yer almaktaymış.

Almanlar ve Avusturyalılar tarafından 1907-1912 yılları arasında inşa edilen bu köprü, İstanbul-Bağdat-Hicaz demiryolu hattını tamamlamak amacıyla yapılmış. 3 ana açıklık ve 4 ana ayak üzerine kurulu köprünün mühendis ve teknisyenleri Almanya'dan gelmiş ve işçileri bu bölgenin köylülerinden temin edilmiş.

Anadolu bozkırlarını Çukurova’dan ayıran Toroslar aşılması güç bir engel olarak duruyormuş karşılarında. Bölgenin zemin yapısının çok sert olması sebebi ile yapı taşlarının elde edilmesinde ve yerine konmasında dönemin imkansızlıklarından dolayı çok zor koşullar altında çalışılmış. Meydana gelen kazalarda çok sayıda mühendis ve işçi yaşamını yitirmiş. Aralarında bir mühendis de bulunan 41 Alman inşaat sırasında hayatını kaybetmiş. Zamanla kasabanın üst kısımlarında bir Alman Mezarlığı da oluşmuş.


Belemedik ile Hacıkırı arasında 14 km’lik bölümde 22 tünel açmak ve aralarında Varda Köprüsü’nün yapılacağı Gavurderesi’nin de bulunduğu irili ufaklı dereleri geçmek bu demiryolu projesinin en zor bölümleri olmuş.

Binlerce insanın emeği, alın teri, hatta canı pahasına yükselmiş bu yakın tarihimizin önemli tanığı hakkında ne hikâyeler yazılıp ne filmler yapılabilir diye düşünmeden edemiyoruz. Birkaç sene önce çekilen bir James Bond filmiyle Torosların bu gizli hazinesinin gündeme geldiğini ve eskiye göre daha bilinir olduğunu öğreniyoruz.

Koca Varda Köprüsü’nü görüp buruk hikâyesini dinlediğimizde hayıflanmadan edemiyoruz. İstanbul’dan çıkan trenler, bu Koca Köprü’yü geçip Kerkük’e, Bağdat’a, Halep’e, Şam’a, Medine-i Münevvere’de o mahzun Amberiye İstasyonu’na kadar barış ve güven içinde gidebilseydi keşke… Şüphesiz yaşadığımız dünya çok daha güzel bir yer olabilirdi.

Varda Köprüsünden sonra yine navigasyonun azizliğine uğrayıp yanlış yollara sapsak da bu sefer onu dinlemedik. Hedefimize ulaşamayacağımıza kanaat getirdiğimizde, hedefimizi değil hedefimize giden yolu gözden geçirdiğimiz için geldiğimiz yoldan geri dönmeye karar verdik. Bir yere kadar aynı yoldan geri dönüp Tarsus tabelasını takip ettikten sonra Adana-Aksaray otobanına çıkabildik ve Ankara'ya doğru yola revan olduk. Yanlışlıkla girdiğimiz dağ yoluna da boşuna girmemiş olduk tabi, bu güzel manzaraları keşfettik.

Şimdi, her seyyahın kendine has bir yoğurt yiyişi vardır. Kimi bir rehbere tabi olur, onu can kulağı ile dinler; kimi eş, dost ile gezmezse yapamaz; kimisi de rastgele deyip bir kâşif edası ile oraya buraya girer çıkar. Biz son taifeden sayılırız. Her seyahatte gittiğimiz yerde bir hikmet ararız. Bundan sonra, neye rastlarsak oradan bir seyahat başlayacaktır, mübarek ola. Ama bu seyahatlerde her zaman beğendiğimiz bir mekâna rastlamayabiliriz, yine de üzülmeye gerek yoktur, geri dönme imkanı her zaman mevcuttur. Ama şunu asla zihinden çıkarmamak gerekir: Her giriş çıkış bir yerlere kaydolunmaktadır ve atılan her adım geride ya da bilinmeyen bir mekânda işaret bırakmaktadır...

Şimdi kendimize soralım: Nerede biteceği belli olmadan revan olduğumuz bu yolculuk nereye ve ben neredeyim?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder