1 Eylül 2021

Doğunun Kraliçesi: Hatay Antakya


Heyecanlı, serüven dolu ve tabiatla iç içe bir tatil geçirme hayaliniz varsa Hatay'a gitmenizi tavsiye ederiz. Hatay, gezilip görülecek yerler ve tadılacak yerel lezzetler açısından çok zengin olsa da, turizmden hak ettiği payı alamayan şehirlerimizden. Uzun zamandır konuştuğumuz fakat bir türlü aksiyona geçiremediğimiz bu kısa seyahatte, tadı damağımızda kalan bir gezi gerçekleştirdik. Türkiye'nin en güneyinde bulunan ve Anadolu’nun en eski şehirlerinden olan Hatay, hem cezbedici manzaralar sunuyor hem de tarih meraklıları için birebir... 

Nevzat Tarhan "Kainat, Allah'ın kudret sıfatının eseridir. Adeta bir kitap şeklinde yazılmıştır. Bu kainat kitabının bir sayfası yeryüzüdür." der. Kainat kitabını okumak için yeryüzünü keşfetmemiz lazım... Biz her seyahatimize bu gözle bakıp Türkiye’nin birçok doğa harikasını keşfetmek için yola çıkıyoruz. Görülecek ve öğrenilecek çok şey var. Bir de gerçek: Hayat, güzellikleri görünce anlamlı...

Akdeniz bölgesinde de keşfedilmeyi bekleyen sayısız yer var. Dağların fazla olması mesafelere hiç yardımcı olmuyor, her şeyi görmek mümkün değil. Bu yüzden Hatay'daki favori yerleri gezdik. Siz de bunları yapmadan dönmeyin. Yapabileceğinize inanın, böylece yolu yarılamış olursunuz...

1.Gün: Ankara-5,5 saat-Payas-15 dk-Sarıseki-15 dk-İskenderun

Çukurovayı baştan başa kat edip, Adana ve Hatay arasında küçük bir şehir konumunda olan ve Büyük İskender’in ismini verdiği sahil şehri İskenderun'a doğru yola devam ediyoruz...

Hatay'ın Dörtyol ilçesine bağlı bir sahil beldesi olan Payas'ta mola veriyoruz. Burada, İstanbul - Halep - Şam - Hicaz yolu üzerinde, Hac ve İpek Yolu kervanlarının kesiştiği noktada yer alan bir menzil külliyesi olarak inşa edilen Sokullu Mehmet Paşa Külliyesini ziyaret ediyoruz. Devrin kudretli sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa tarafından 1574 yılında Mimar Sinan'a yaptırılan külliye Osmanlı mimarisinin en iyi örneklerinden biri. İnşa tarihi, Mimar Sinan’ın “ustalık eserim” dediği Edirne Selimiye Camii ile eş zamanlı olması sebebiyle, bu nadide eser onun mimarlık birikiminin bir özeti. Külliye içerisinde kervansaray, cami, medrese, tekke, dükkânlar, han, hamam, imaret ve tabhaneler yer alıyor.

Payas, İpek Yolu ile Haleb’e gelen malların denize ulaştığı bir liman olarak, Kıbrıs ve Akdeniz ülkelerine sevk edildiği yermiş. Külliye bu güzergahı kullanan Hacı kervanları ile ticaret kervanlarının, limanın ve askeri birliklerin emniyetini sağlamak ve konaklamalarını karşılamak amacıyla 2. Selim’in saltanat döneminde inşa edilmiş, Anadolunun en büyük külliyesiymiş. Külliye’yi oluşturan ana omurga kuzey-güney doğrultusunda 48 dükkanlık ‘’Arasta’’. Arasta’nın tam ortasında bulanan ‘’Dua Kubbesi’’ bütün yapıları kuzey-güney ve doğu-batı ekseninde birleştiren yapı ögesi olmuş. Arasta doğusundan Han, Tabhane, İmaret’e açılıyor.

Arasta batısındaki koridor ile medresesi içinde bulunan 2.Selim Camii, Sübyan Mektebi ve Kaleye açılıyor.

2. Selim Camii restorasyonda olduğu için sadece dışarıdan görebiliyoruz.

Payas, Haçlılar döneminde Kudüs'e giden “mukaddes yol” üzerinde bir menzil yeri olduğundan bir kale yerleşimi haline dönüşmüş.



Etrafı hendekle çevrili olan Payas Kalesi, Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi'nin batı kısmında, kıyıdan 700 metre uzaklıkta yer alıyor. 1200'lü yıllarda Haçlı Cenevizliler tarafından yaptırılan ve daha sonra da Osmanlılar tarafından restore edilen bu kale Payas'ın en dikkate değer sanat eserlerinden...


Yine arasta içerisinden ulaştığımız batı kanadında bulanan ‘’Çifte Hamam’’ ise Külliye’nin yapı grubunu tamamlayıcı bölümü...

Külliyenin günümüze sağlam olarak gelen bir tane kitabesi bulunuyor. Arastanın içinde bulunan hana giriş sağlayan taç kapının üst bölümündeki kitabenin çevirisi şöyle verilmiş:
“Alemin kendisi ile övündüğü ve güzel ahlak sahibi Süleyman’ın oğlu Sultan Selim’in veziri; Bu fani dünyanın geçici olduğunu anladı ve bayrağının daimi olamadığını ve bu dünyanın mihnetlerde bir cehennem olduğunu görerek; Allah rızası için bu hanı yapıp vakfetti ve böylece daha dünyada iken ahiretini mamur eyledi. Allah bu emsalsiz hayrı kabul ede, doğrusu bu ki böyle hayrı herkese nasip etmez. Bu eserin sahibi tarih düşürüp dedi: Ben Allah rızası için bu hanı yolcularına vakfettim. 928H./1574M. (ebcet hesabı ile)’’

Payas'ta sahile oldukça yakın konumda ikinci bir askeri niteliğe sahip yapı var: Cin Kulesi. Haçlıların Anadolu'dan ilk çıktıkları yere kurdukları Payas'taki Cin Kule'nin gözetleme amacıyla 13. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Cin Kulesi'nin adının ise, Cenevizlilerden geldiği tahmin ediliyor.



Payas'tan sonra İskenderun'a doğru giderken Sarıseki'deki Kanyon Parkta mola veriyoruz. Araçla çıkarken dikkat edilmesi gerek ama çıktıktan sonra görülen kanyon ve şehir manzarası için değer. Manzaraya bakmak için veya piknik yapmak için gidilebilir. 

Önünde deniz manzarası ile arkadaki kanyonda yeşillik ve ağaçların bir arada olduğu bir parkmış ancak yakın zamanlarda orman yangını çıktığı için ağaçlar yanmış ve işletmeyle ilgilenilmemiş maalesef...

Kanyon Parktan sonra yine Sarıseki'de deniz kıyısında yer alan Yunus Sütununu (Bab-ı Yunus: Yunus Kapısı) görmek için önünde duruyoruz. Ancak ne aracı park edebileceğimiz bir alan var ne de görülecek bir yapı... Zaten sütun ile arada tren yolu mevcut olduğu için yakınına bile gidemiyoruz. Sarıseki mahallesi ile aynı adı taşıyan, geçit vermez Sarıseki Kanyonunun Akdeniz ile buluştuğu yerde bulunan bu tarihi kalıntıdan günümüze bakımsız taş yığınlarından başka pek fazla bir şey kalmamış. Bir rivayete göre Hz.Yunus (as) balığın karnından burada çıkmış. Aslında Yunus Sütunu bir savaş anısına dikilmiş zafer anıtıymış. Bütün ayrıntılar için F. Osmanca'nın yazısını okuyabilirsiniz.

Adana ve Hatay arasında küçük bir şehir konumunda olan ve Büyük İskender’in ismini verdiği sahil şehri İskenderun'a gelip bacaları görünce okullarda öğrendiğimiz İskenderun'un demir çelik üretiminde Türkiye'nin ilk sıralarında olduğunu hatırladık...

Akdeniz'e açılan bu güzel sahil beldemizde Deniz Müzesini gezdikten sonra, konaklayacağımız Anemon Otele (550 TL) doğru yola çıktık. Otelin kendi de manzarası da güzel, tavsiye ederiz.

Akşam sahilde günbatımının tadını çıkarıp günü sonlandırıyoruz...



2.Gün: İskenderun-1 saat-Antakya

Sabah İskenderun'dan çıkıp Belen Geçidine doğru yola devam ediyoruz. İskenderun'u geçip Belen Geçidine çıktıktan sonra Soğuk Oluk, Amik Ovası ve Amanos Dağlarının doyumsuz manzarasını izleyerek farklı inanışların yaşam alanları ile ünlenen Antakya’ya gidiyoruz. Antakya'ya geldiğinizde, hiçbir yerde Hatay'a dair bir şey göremiyorsunuz. Aslında Antakya, Hatay'ın merkezi ama Antakya ismi Hatay'ın çok önüne geçmiş. Hatay diye bir yer var mı gerçekten diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Burada her şey Antakya...

“Dünyada hiçbir kent, ne topraklarının bereketi, ne de ticaretteki zenginliği bakımından bu kenti geçemez” denilen, Antik Çağda "Doğunun Kraliçesi" olarak anılan Antakya...

Antakya 23 asırlık uzun ve soylu bir geçmişe sahip, çok Tanrılı dinlerin, Musevi, Hristiyan ve Müslüman kültürleriyle yoğrulmuş, zengin bir mirasa sahip, görmüş geçirmiş bir kent. Bir zamanlar "Doğunun Kraliçesi" bugün ise mütevazı bir Anadolu kenti. Dünyanın en eski yerleşim birimlerinden olan Antakya’da, şehrin tarih dolu sokaklarını gezmeye başladık. İlk olarak, Roma döneminde imparatorluğun 3. büyük, dünyanın ise 4. büyük kenti olan Antakya bölgesindeki arkeoloji buluntularının sergilendiği, dünyanın en büyük ve en zengin mozaik müzelerinden biri olan Hatay Arkeoloji Müzesine girdik.

Hatay Arkeoloji Müzesi, antik döneme ait eserlerin sergilendiği bir sanat müzesi. 2014 yılında taşındığı yeni binasında, dünyanın en büyük mozaik sergileme alanına sahip olmuş. Müze, çok geniş bir alanda rahat ve kolayca izlenebilecek bir yerleşim düzeninde. MÖ 4000'den itibaren zamanımıza kadar her devrin çeşitli kültür ve tarih vesikalarını bünyesinde barındırıyor. Osmanlı'nın yıkılmasının ardından Türkiye Cumhuriyeti topraklarına katılana kadar kısa süreli varlık gösteren Hatay Devleti, 16 Haziran 1939'da Türkiye Büyük Millet Meclisinde, sınır çizgisinin kaldırılması yönünde alınan kararla geçerliliğini kaybetmiş ve 23 Temmuz 1939'da Türkiye topraklarına katılmış.

Harbiye, Antakya, Aççana, Çevlik ve İskenderun'da yapılan kazılarda bulunan çeşitli süs eşyaları, heykeller, mezarlar da sergilenen eserler arasında. Sidemera türü lahit, içinde bulunan iskeletler ve ölü hediyeleriyle tam ve eksiksiz olarak sergilenmesi nedeniyle Hatay bölgesi için önemli...

Bir dönem şaşalı hayat yaşayan, antik dönemin en önemli kentlerinden olan Antakya'dan kalan eserleri gezerken 3000 yaşındaki Kral Suppiluliuma heykelini görmeyi unutmayın. Orijinali 1.5 metre yüksekliğinde ve yaklaşık 1.5 ton ağırlığında olan heykel, Geç Hitit döneminde (MÖ 1207-1178) hüküm süren Kral 2. Şuppiluliuma'ya aitmiş. Sakallı, bukleli saçlı heykelin bir elinde mızrak, bir elinde başak figürü yer alıyor. Bize hem sevimli hem korkutucu gelen bu kral heykeli, Doğunun Kraliçesi olan Antakya'nın sembolü bizce...


Antakya Demirköprü'deki Tell Tayinat Höyüğünden çıkartılan bazalt aslan biçimli sütun kaideleri...

Müzede sergilenen mozaikler, kronolojik olarak MS 2-6. yüzyıllar arasındaki 400 yıllık dönemde üretilmiş. Tema çeşitliliği açısından çok zengin olan bu mozaiklerde mitolojik konular, çeşitli inanç ve günlük hayat tasvirlerinin yanı sıra geometrik ve bitkisel süslemeler de işlenmiş. Mozaiklerin tamamı dekoratif amaçlı taban mozaiği...

Mozaiklerde ön planda olan ve o dönem insanının inançlarıyla ilgili bilgiler sunan mitolojik sahneler ve inanışlar...

Günlük hayat ve doğa betimlemeleri de mevcut. Bazı mozaiklerde görülen bitki ve hayvan çeşitliliği, o dönemin Antakya’sının fauna ve florasını yansıtıyor. O dönemin Antakya kent kültürünü yansıtan tasvirler...

Arkeoloji Müzesi gezimizi, Hatay Kırıkhan'da türbesi bulunan Anadolu erenlerinden Bayezid-i Bistami Hazretlerinin sözüyle bitirelim:

Müzeden sonra, merkezdeki Habib-i Neccar Camisine doğru yola çıktık. Anadolu’da yapılan ilk cami olarak bilinen Habib-i Neccar Camii, Roma dönemine ait bir pagan tapınağının üzerine inşa edilmiş. 


İslam devletinin lideri Hz. Ömer’in komutanlarından Ebu Ubeyde bin Cerrah’ın 636 yılında Antakya’yı fethettiği dönemin simgesi olarak, Habib-i Neccar’ın mezarının bulunduğu yerde bir cami inşa edilmiş. 

1098'de Haçlıların eline geçen ve 1099’da Antakya Prensliği olarak değişen şehir, 1268'de Memluk Sultanı Melik Zahir Baybars tarafından ele geçirilince cami tekrar yapılmış. Caminin medrese duvarları üzerinde Baybars’ın adı olan bir kitabe bulunuyor.

Cami, 1854 büyük depreminde yıkılmış ve 1858 yılında Sultan Abdülmecit tarafından yeniden Osmanlı mimarisi tarzında yaptırılmış. Caminin etrafı medrese odaları ile çevrili ve avlusunda 19.yüzyıla ait bir şadırvan bulunuyor.

Caminin 4 metre altında Habib-i Neccar’ın türbesi bulunuyor. Antakyalı bir Allah dostu olan Habib-i Neccar, bir inanç abidesi ve Kur'an-ı Kerim'de Yasin Suresi'nde övülen şehittir. Marangozluk yaptığı için Neccar ismiyle anılmıştır. 

Şehrin yakınında bulunan dağdaki mağarada Allah'a ibadet eder ve puta tapanlardan ayrı yaşarmış. Hz. İsa'nın elçileri (Yahya ve Yunus) şehre gelip halkı dine davet etmişler, fakat çabaları sonuçsuz kalmış. Hastalıklara şifa verdikleri duyulup, halkın onların etrafında toplandığını haber alan şehrin hükümdarı bu elçileri zindana attırmış...

Uzun süre kendilerinden haber gelmeyince, üçüncü elçi Şem'un Sefa Antakya'ya gönderilmiş. Şem'un Sefa kimliğini gizleyerek kralın sarayına girmiş. Kralın güvenini kazanan Şem'un Sefa, krala elçileri imtihana tabi tutmayı teklif etmiş. Şem'un Sefa "Madem sizi bir peygamber gönderdi, elinizde bir delil olmalı" demiş. Elçiler, ölüleri de diriltebildiklerini söylemişler. Sarayda henüz yeni vefat eden birini diriltmelerini istemiş, onlar da Allah'ın izniyle diriltmişler.


Kralın bu olaydan sonra iman ettiği rivayet edilir. Fakat halkı, davete icabet etmeyip elçileri büyü yapmakla suçlayarak taşa tutmuş. Bunu duyan Habib-i Neccar, şehrin uzağından koşarak gelmiş ve halka nasihat ederek, elçilere inanmalarını istemiş:
O şehrin öbür ucundan (bunların geldiğini duyan imanlı) bir adam koşarak geldi ve dedi ki: “Ey kavmim! Gönderilmiş (bu elçi)lere uyun. Sizden hiçbir ücret istemeyen (bu) kimselere uyun. Onlar doğru yola erişmişlerdir. Ben, niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Oysa ancak O’na döndürüleceksiniz. Ben, O’ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer çok esirgeyen (Allah) bana bir zarar vermek dilerse, onların (o putların) şefaati bana hiçbir fayda vermez ve beni kurtaramazlar. Şüphesiz (böyle yaparsam o zaman) ben, apaçık bir şaşkınlık ve ziyan içinde olurum. (Ey elçiler!) Ben sizin Rabbinize iman ettim, beni duyun (ve şâhit olun).” (Yasin, 20-25)
Şehir halkı onun nasihatini dinlememiş, Habib-i Neccar'ı da taşlayarak öldürmüş. Şehit olan Habib-i Neccar, Allah tarafından cennetle müjdelenmiştir:
(Şehirliler tarafından taşlanılan o kimseye ölümü sırasında:) “Gir cennete.” denildi. (O da:) “Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığı(nı) ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi (bu durumda elbette iman ederlerdi)!” dedi. (Yasin, 26-27)

Antakya camilerinin en eskisi ve en büyüğü olan Ulu Camii'nin, geç Memlûk dönemi eseri olduğu, etrafını saran medrese odalarının ise Sultan Selim döneminde inşa edildiği  tahmin ediliyor.


Caminin avlu kapısında yer alan çokgen planlı zarif minarenin gövdesi kesme taşla yapılmış. Geniş bir şadırvanlı avlunun kenarında yer alan cami, doğu-batı yönünde uzanan enine dikdörtgen planlı, tonozlu ve düz çatılı kagir bir yapı. Yapımında kesme taş kullanılan cami, genel hatları ile sade...


Antakya'daki her camide olduğu gibi avlusunda zarif bir şadırvan bulunuyor.

Suriye dağlarından doğup Samandağ'da denize boşalan, eski adı Orontes Nehri olan Asi Nehri ve kıyısında kurulan eski Antakya evleri manzarası. Sanırım çok sıcak olduğu için suyu azalmış ve çok pis kokuyor.

Cumhuriyet Meydanı...

Antakya'nın en turistik ve kalabalık yeri Uzun Çarşı, alışveriş yapmak isteyenlerin en çok tercih ettiği yerlerden biri. Yüzyıllardır bu kentte yaşayanlara hizmet vermiş olan çarşı, bugün de her türlü ihtiyacın karşılandığı, Antakya mutfağının vazgeçilmez baharatlarının ve malzemelerinin satıldığı kentin uğrak noktalarından biri. Uzun ve kapalı, sağlı sollu yöresel ürünlerin satıldığı, kasapların ve künefecilerin olduğu renkli bir mekan. Alışverişinizi buraya saklayın. Biz Antakya'dan zahter (dağ kekiği) ve defne sabunu gibi yöresel ürünlerden aldık.


Eski Antakya evlerinin arasında yer alan tarihi Uzun Çarşının en önemli özelliği içinde camiler, hanlar ve hamamların yer alması. Uzun Çarşıda camilere açılan kapılar var. Bu kapıların birinden geçip karşılaştığımız Yeni Cami, 16. yüzyılda yapılmış. Caminin yanında medrese ve muvakkithane (eskiden cami avlularında bulunurmuş ve namaz vakitlerinin doğru tespit edilmesine hizmet edermiş) inşa edilmiş. Harim kapı kemerindeki süslemeler ve iki renkli taş işçiliği dikkat çekici. Cami pek çok kez onarım görmüş. İç avluda tabi ki bir şadırvan bulunuyor.


Çok uzun süreler Müslüman ve Protestan Arap, Sünni ve Alevi Türk, Süryani, Katolik, Ortodoks Rum, Ermeni ve Yahudi gibi farklı etnik kökenlere ve dinlere ev sahipliği yapmış ve UNESCO Barış Kenti olarak seçilmiş bir merkez olan Hatay’ın, özellikle Hristiyanlar için ayrı bir önemi var. Hz.İsa’nın ölümünden sonra havarilerinden St. Pierre Antakya’ya gelmiş ve Hz. İsa’ya inananlara “Hristiyan” adı ilk kez St. Pierre Kilisesi diye bilinen mağarada verilmiş. Bugün St. Pierre Kilisesi, Hristiyan âleminin en önemli tarihi kiliselerinden biri. Kilise, Hristiyanlığın yayılma döneminden bugüne kadar özelliğini kaybetmeden ayakta kalan tek yapıymış. Antakya’nın kuzeydoğusunda, Habib-i Neccar dağının uzantısı olan Stauris (Hac) Dağının eteğinde kente hâkim bir konumda yer alan; eni 9,5 metre, derinliği 13 metre ve yüksekliği 7 metre olan mağarada,  Hz. İsa’nın havarilerinden St. Paul, St. Pierre ve Barnabas ilk Hristiyan cemaati ile toplanarak vaaz vermiş.

Mağaranın döşemesinde 5. yüzyıla ait mozaik parçaları ile sunağın sağındaki duvarda bir zamanlar duvarı tümüyle kaplayan fresklerden kalan izler görülebiliyor. Sunağın sol tarafında yer alan ve kilisenin içine açılan tünel, ani baskınlardan kaçarak dağa saklanmak amacıyla kullanılıyormuş. Haçlılar döneminde birkaç metre daha uzatılan kilise, iki kemerle ön cepheye bağlanmış.


Antakya'daki turumuzu bitirdikten sonra, Samandağ Çevlik mevkinde bulunan, Roma döneminde yaptırılan su kanalları ve mezarları ile bilinen Titus Tüneline hareket ettik. Tarihi kayıtlara göre dünyanın ilk tüneli olarak tanımlanan Titus Tünelinde, adeta zamanın içinde yolculuk yaptık...


Büyük İskender’in ölümünün ardından Antakya ve yakın çevresi Büyük İskender’in generallerinden Antigonos’un hakimiyetine girmiş ve MÖ 307 yılında, yeni bir kent olan Antigoneia kurulmuş. Başkent olarak varlığını sürdüren kent, gelişimini tamamlayamadan MÖ 300 yılında Antiokheia’nın kurulması ile terk edilmiş. 

Samandağ Çevlik’te daha önceleri kurulan Seleukeia Pieria ile birlikte Antiokheia, büyük ölçüde bölgeyi ve Seleukos krallığını kontrol altında tutma fikriyle kurulmuş. 

Seleukeia Pieria bir liman kenti olarak büyürken, Antiokheia krallığın başkenti olarak ön plana çıkmış.

Bol yağışlar sonrası gelen seller, zamanla Seleukeia Pieria liman kentini tahrip etmeye ve alüvyonla doldurup kullanılmaz bir hale getirmeye başlayınca, İmparator Vespasianus döneminde dağın bir bölümü delinerek bir tünel açılması ve sellerin getireceği alüvyonlardan kurtarılması düşünülmüş. 

İmparator Vespasianus (MS 69-79) zamanında başlanan çalışmalar, oğlu İmparator Titus (MS 79-81) zamanında tamamlanmış. 

Derenin önü bir duvarla kapatılmış ve sel suları bir kanal vasıtası ile limandan uzağa yönlendirilmiş. 130 m uzunluğundaki bölümü kapalı diğer kısmı açık olmak üzere, 1380 metre uzunluğunda, 7 m yüksekliğinde ve 6 m genişliğinde kayalara oyularak yapılmış olan tünel, yaptıran imparatorların adları ile (Titus-Vespasianus Tüneli) biliniyor.


Tünelin deniz tarafındaki girişinin yakınında, Beşikli Mağara gibi toplu kaya mezarları bulunuyor.


Samandağ'ın eteklerindeki, dünyanın en uzun plajlarından birisi olan Çevlik plajının günbatımındaki manzarası...

Ve Titus Tüneline çıkan yol...

Antakya'ya dönüp Öğretmenevine yerleşir yerleşmez vakit kaybetmeden dışarı çıktık. Hatay Sultan Sofrası'nda kağıt kebabı, oruk (içli köfteye benzeyen ama fırında pişen zeytinyağlı köfte), Antakya mezeleri (humus, zahter salatası, patlıcan salatası) ile karnımızı doyurduk. Hatay Sultan Sofrası, Antakya lezzetlerini anlayabilmek ve hissedebilmek için mutlaka gidilmesi gereken bir yer. Künefe denince Antakya akla gelir. Künefe yemeden Antakya'dan ayrılmak olmazdı. Hatay Künefe'de dondurmalı künefe yedik.

3.Gün: Antakya-7 saat-Ankara

Antakya Öğretmenevindeki sabah kahvaltımızı biberli ekmekten zahterli peynire, köy yoğurdundan zeytine kadar yöresel ürünlerle bir güzel yaptıktan sonra, Antakya’dan ayrılarak Belen-İskenderun-Sarıseki-Payas yol güzergâhından Ankara’ya doğru yola çıktık. Belen'den geçerken gördüğümüz, Hatay'daki çoğu cami gibi ahşap şerefeli minaresi olan bu cami, Kanuni Sultan Süleyman'ın Hatay halkına güzel bir armağanıymış. 1553 yılında Kanuni Sultan Süleyman buradan geçerken Belen'e cami, han, hamamdan oluşan bir külliye yapılması emrini vermiş.

Bu külliyenin Hatay Arkeoloji Müzesindeki maketi...

Antakya’nın bambaşka bir yüzünden bahsedip Antakya yazımızı bitirelim. Seleukos ve Roma dönemlerinde çağlayanlarıyla tanınan dünyaca ünlü bir sayfiye yeri diye gittiğimiz Harbiye Şelalesinde büyük bir hayal kırıklığı yaşadık, fotoğraf bile çekmedik. Dafne ve Apollon hikâyesinin geçtiği, şelaleleri ve defne ağaçları ile meşhur Harbiye`de (Daphne) küçük şelalelerin mesire yeri olarak kullanılması, şelalelerin altına atılan masalarda oturan kalabalık insanlar, bahsedilen güzelliği kapatmış. Yakılan mangallar nedeniyle duman altı olmuş Harbiye'de şelale bile göremedik. Eğer yeterli vaktimiz olsaydı, Samandağ’da yer alan Hıdırbey köyü içerisinde bulunan Musa Ağacı ve Hz.Hızır ile Hz.Musa Peygamberin buluştuğu yer olarak bilinen ziyaret yerine de gitmek istiyorduk, artık bir daha ki sefere...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder