21 Nisan 2018

Dicle'nin Şehirleri: Diyarbakır ve Hasankeyf

İslam aleminin Mekke, Medine, Kudüs ve Şam'dan sonraki 5. Harem-i Şerif'i kabul edilen Diyarbakır, sayısız manevi hazineyi topraklarında barındırıyor. Batman’ın görünüşte küçük, tarihiyle büyük ilçesi Hasankeyf ise antik dönemlerden günümüze kadar ulaşmış bir açık hava müzesi. Antik Roma’dan Sasanilere, Bizans’tan Arap egemenliğine, Selçuklulardan Osmanlıya kadar çok sayıda kadim uygarlığa ev sahipliği yapmış olan Hasankeyf, bünyesinde 12 bin yıllık tarihi barındırıyor. Kendine özgü tarihi dokusu ve doğal güzellikleriyle Hasankeyf, büyüleyici bir atmosfer sunuyor.

Rotamız: Şanlıurfa - Harran - Halfeti - Gaziantep - Nemrut - Diyarbakır - Hasankeyf - Mardin

Nemrut'tan Diyarbakır'a geldiğimizde Çift Kapıdan giriyoruz sur içine. İlk önce sur içerisindeki Ulu Cami ile başlıyoruz bölgeyi gezmeye. İslam tarihinin Anadolu’da kurulan en eski camilerinden olduğuna inanılan Ulu Cami, erken İslam dönemindeki ünlü Şam Emeviye Camii’nin Anadolu’ya yansıması olarak yorumlanıyor. 639 yılında Diyarbakır’a egemen olan İslam ordusu tarafından şehrin merkezindeki en büyük mabed olan Martoma Kilisesi’nin camiye çevrilmesiyle oluşturulmuş.

Tarihin her döneminde ibadet merkezi olarak kullanılan tarihi Ulu Camii, Diyarbakır’daki en büyük yapılar topluluğu. İki cami (Hanefiler ve Şafiler bölümü), iki medrese (Mesudiye ve Zinciriye), doğu-batı maksuresi, minare, abdesthane kısımlarından oluşuyor. Bu külliyenin ortasında, büyük dikdörtgen bir avlu bulunuyor. Camiye giriş, üç ayrı yerden sağlanıyor. Ana giriş kapısı, bizim de giriş yaptığımız doğudaki kapıymış. 

Ana giriş kapısının iki köşesinde, aslanla boğa mücadelesini simgeleyen ve simetrik olarak işlenmiş kabartma bir figür bulunuyor.

İki hayvanın mücadelesini konu alan ana giriş kapısı, oldukça geniş açıklıklı bir kemer şeklinde avluya açılıyor.

Avlu içerisinde yer alan sekizgen planlı şadırvan, sekiz adet sütun üzerine oturtulmuş. Osmanlının son döneminde yapılmış. Şadırvanın ortasında sekizgen bir su havuzu yer alıyor. Şadırvan havuzunun üst kısmı geometrik şekilli ahşap malzeme ile kapatılmış. Şadırvanın tavanı da ahşap olup dış yüzeyi, kurşun levhalarla kaplı bir külahla örtülmüş.

Şadırvanın yanında namazgâh yer alıyor. 18. yüzyılda, Osmanlı son döneminde yapılmış. Namazgâh kare planlı olup, kenar ve köşelerine dikilmiş sekiz mermer direk üzerine oturan ahşap bir külahla kapatılmış. Mermer direklerin kıble tarafına gelenlerden ortadakine sade bir mihrap yapılmış. Namazgâhın tabanı taş döşemeli. Ahşap tavanı, düz ve sade bir biçimde yapılmış.


Cami dikdörtgen şeklinde planlanmış ve çok sütunlu...


16. yüzyılda şehre gelen Evliya Çelebi, Ulu Cami'den şu şekilde bahseder: "Kale her kimin eline geçmiş ise, bu mabed, yine mabed olarak kalmıştır. İçinde öyle ruhaniyet var ki bir kimse iki rekât namaz kılsa, kabul olunduğuna kalbi şahitlik eder. Halebîn Ulu Camii, Şam'ın Emevi Camii yahut Kudüs'ün Mescid-i Aksası, Mısır'ın Ezher Camii, İstanbul'un Ayasofya'sıdır. Kiliseden çevirme olduğuna delalet eden nice bir alamet var. Çünkü minaresi dört köşedir ki, eski kilise iken çan yeri imiş. Minber, mihrabı eski tarzdır. Caminin içi avize ve kandillerle süslüdür."

Diyarbakır’a gelen yerli ve yabancı turistlerin ilgi odağı olan Ulu Camii ile ilgili çok sayıda hikaye ve efsane de anlatılıyor. Bunlardan biri de yılan hikayesi... Bir zamanlar Ulu Camii civarında, Allah’ın veli kullarından biri yaşarmış. Bir gün Ulu Camii avlusunda, seccadesini yere serip namaz kılarken İblis yılan kılığında gelip veli kulun boynuna dolanmış ve namaz kılmasını engellemek istemiş. Ancak tam o esnada, yılan bir demir parçasına dönüşmüş ve Ulu Camii’nin taşlarının arasına ibret olsun diye yerleştirilmiş. Bu yılan günümüzde, Ulu Caminin ana kapısının avluya bakan kısmında yer alıyor. Ulu Camiye gelen ziyaretçiler, bu yılan ve efsanesinden pek haberdar değil. Demir yılan ve Ulu Camide kullanılan taş malzemenin rengi birbirine çok yakın olduğu için pek fark edilemiyor...

Mevlana Halidi Bağdadi Diyarbakır'a geldiğinde, namaz kılmak için camiye girmiş ve hemen çıkmış. Soranlara 'O kadar çok şehit var ki onları incitmektense, dışarıda kılmayı tercih ettim' demiş. Bağdadî Farsça yazdığı eserinde şöyle der: 'O kadar sahabe var ki ben bu topraklara basmaya haya ederim.'

Hz. Ömer'in halifeliği döneminde başarıdan başarıya koşan İslam ordusunun komutanlarından İyaz bin Ğanem, bine yakın sahabenin olduğu 8000 kişilik bir orduyla Diyarbakır'a (Amid) doğru harekete geçmiş. Kuşatma 5 ay sürmüş. İyaz bin Ğanem Mardinkapı'yı, Said bin Zeyd Urfakapı'yı, Muaz bin Cebel Dağkapı'yı, Halid bin Velid ise Yenikapı'yı tutmuş. Menfezden içeri giren Halid bin Velid komutasındaki 30 sahabe kapıyı açınca, 27 Mayıs 639 günü fetih nasip olmuş. Diyarbakır'ı fethettikten sonra, ilçelerde yaşanan mücadelelerde birçok sahabe şehit düşmüş. Fetih için bölgeye gelip burada şehit düşen yüzlerce sahabenin ismi de kabri de hala meçhul. Elde edilen bilgiler, 6 peygamber kabri ve 3 nebi makamına ev sahipliği yapan Diyarbakır'da yaklaşık 770 sahabenin metfun olduğunu, bunların 32'sinin isminin belli olduğunu gösteriyor...

Avlunun doğu ve batı taraflarında kuzey-güney istikametinde uzanan iki adet maksure bulunuyor. İki katlı olan maksurelerin zemin katlarına, dıştan avluya girişi sağlayan kapılar yerleştirilmiş.

Ulu Camii’nin avlu cephelerine, özellikle maksure duvarlarına, farklı dönemlere ait mimari bezemeler, kabartma ve yazıtlar büyük bir uyum içerisinde yerleştirilmiş.

Camiye Artuklu döneminde, Mesudiye ve Zinciriye isimli iki adet medrese eklenmiş. Cami avlusunun kuzeydoğusunda yer alan Mesudiye Medresesi, plan bakımından doğu-batı istikametinde dikdörtgen bir alana oturuyor.

Mesudiye Medresesinin önünde, 800 yıldan fazla bir geçmişi olan, tarihin en büyük mühendislerinden El-Cezeri'nin eseri güneş saati yer alıyor. Bir metre kadar yükseklikteki mermer üzerine yerleştirilen metal parçası, güneşin hareketiyle birlikte çevresinde dönen gölge marifetiyle zamanı gösteriyor.


Diyarbakır Ulu Camisi, kitabeleri, planı, mimari tarzı ve üslup özellikleri ile malzeme ve süslemeler açısından önemli bir konuma sahip. Hem ülkemizin hem de Diyarbakır'ın İslam tarihi, medeniyeti, kültürü ve sanatı açısından temsil gücü yüksek camilerinden biri...

Ulu Camii'den sonra, yine sur içinde bulunan Dört Ayaklı Minare ile devam ediyoruz gezmeye. Dört sütun üzerine yükselen, farklı mimarisi ile bir eşi daha olmayan Dört Ayaklı Minare, sokağın hemen ortasında karşımıza çıkıyor. 1500 yılında Akkoyunlu Kasım Bey tarafından yaptırılan Şeyh Mutahhar Caminin dört sütun üzerinde inşa edilmiş Dört Ayaklı Minaresi ilginç bir yapı. İlginç bir de inanış varmış halk arasında. Uğur getirdiğine inandıkları için minarenin ayaklarının altından yedi defa geçince dileklerin kabul olduğu söyleniyor.


500 yıllık minare yolun ortasında kalmış, camide ise restorasyon devam ediyor. 2015 yılında, surdaki hendek olaylarından sonra ziyarete kapatılan Dört Ayaklı Minare, biz gitmeden hemen önce yeniden ziyarete açılmıştı. Minarenin açık olduğunu duyanlar sokağa akın ettiği için çok kalabalıktı.


Minarenin ayaklarındaki kurşun izleri hala duruyor. Sokağın devamı, caminin köşesinde üzeri Diyarbakır surlarının resmi olan yüksek bir duvarla kapatılmış. Bu yapay duvarın gerisini merak ediyor herkes, bakmaya çalışıyor. Polis memuru duvarın öbür tarafından bu yana geçince, kapının aralığından çok az da olsa görme şansı oluyor. Merak edip biz de bakmaya çalıştık. Restore edilen birkaç tarihi yapı dışında hiçbir şey kalmamış. İnşallah mahalleler yeniden yapılır burada insanlar tekrar yaşamaya başlar ve turistler gelir de burası biraz daha canlanır...


Diyarbakır, tarihi İpek Yolunun merkezlerinden olması sebebi ile önemli hanlara sahip. Bunların başında Sülüklü Han, Deliller Hanı ve Hasan Paşa Hanı geliyor. Diyarbakır'a gelince herkesin uğrak yeri olan ve kentle özdeşleşen tarihi Hasan Paşa Hanı, mimarisi ve havasıyla misafirlerinde ayrı ve kalıcı bir etki bırakıyor. Ulu Cami'nin doğu girişinin karşısındaki han, şehrin 3. Osmanlı Valisi Vezirzade Hasan Paşa tarafından 1573'de yaptırılmış. Hasan Paşa Hanı, eskiler için konaklama yeriyken, şimdilerde çeşitli işletme ve kafelere ev sahipliği yapıyor. Burada kahvaltı yapabileceğiniz yerler de var.

Ulu Cami'nin yanındaki ve Hasan Paşa Hanının karşısındaki bu yapı, Diyarbakır sivil mimarisinin en güzel örneklerinden biri...

Buradan Mardin Kapısına doğru hareket ediyoruz. Mardin Kapısının yakınlarında bulunan Deliller Hanı, 1527 yılında Diyarbakır Valisi Hüsrev Paşa tarafından Hicaz’a ve İpek Yolu üzerindeki Suriye, İran ve Hindistan’a gidecek olan ticaret kervanlarına hizmet etmek için yaptırılmış. Hanın ismi, hacca giden kervanlara rehberlik eden delillerin (rehber) burada konaklamasından geliyor. Günümüze kadar gelebilmeyi başarmış Diyarbakır’daki en büyük han olan iki katlı yapı, butik otel olarak hizmete açılmış.

Deliller Hanının hemen karşısında Diyarbakır surları ve burçlar var. 

Mardin Kapısının doğusunda, yontulmuş kaya kütlesinin üstüne inşa edilen Keçi Burcu, surlar üzerinde bulunan burçların en büyüğü ve en eskisi. Yapım tarihi ve yaptıran uygarlık tam olarak bilinmeyen Keçi Burcunun, 7-8 bin yıllık bir tarihe sahip olduğu söyleniyor.


Dünyanın en eski ve en sağlam yapılarından biri olan Diyarbakır surları birçok türküye, maniye, efsaneye konu olmuş. Burçları üzerindeki görkemli kabartmaları ve kitabeleriyle dünyanın ender  kalelerinden biri... Burçların üstüne çıkıp Diyarbakır surları ve Hevsel bahçelerini izleyebilirsiniz.

Diyarbakır surlarıyla Dicle Nehri arasında göz alabildiğine uzanıyor Hevsel Bahçeleri. Tarımın anavatanı Mezopotamya’nın, belki de en eski tahıl ambarı olduğu söyleniyor. İşte bu yüzden, Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri’nin oluşturduğu peyzaj 2015 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi'ne alınmış. 

Buradan, Dicle Nehrinin gerdanlığı On Gözlü Köprüye hareket ediyoruz. On Gözlü Köprü kent merkezinin güneyinde, Mardin Kapısının 3 km dışında yer alıyor. Çevresine çay bahçeleri yapılmış. Yol dar olduğu için çok sıkışık bir trafik vardı.

Tarihi bilinen en eski İslam köprülerinden biri olan On Gözlü Köprü, eski Mardin yolu üzerinde, Kırklar Dağı’nın eteğinde yer alıyor. 178 metre uzunluğunda ve 5,6 metre eninde olan On Gözlü Köprü, 1065 yılında Mervaniler döneminde inşa edilmiş. Mimarının Yusufoğlu Ubeyd Bey olduğu tahmin ediliyor. Dicle Irmağı’nın geniş yatağında, on gözlü olarak planlanan köprünün en büyük kemer açıklığı 15 metreye yaklaşıyor. Bölgeye özgü siyah bazalt taşlar kullanılarak inşa edilen bu tarihi yapının ayak kısmında, diğer taş köprülerde olduğu gibi nehir taşkınlarına karşı aşındırmayı önlemek için selyaranlar bulunuyor. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne hayat veren iki nehirden biri olan Dicle, yöre halkı tarafından kutsal sayılıyor...

Diyarbakır gezimizi, Sinan Karakaş'ın Diyarbakır için yazdığı şiirin dizeleri ile bitirelim:

Evsel bahçesinde sazlar çalardık,
Kimi çalar kimi, kalkar oynardık,
Şarkılar okurduk, şiir yazardık...

On gözlü köprünün, altı serindir,
Değmeyin yarama yaram derindir,
Kavuşmak içimde, tek dileğimdir...

Uzaktan seyrettim, Diyarbekiri,
Tarihi muhteşem, şehirler piri,
Görmek istiyorum, her zaman diri.

Bilsen sahan nasıl, hasretim bugün,
Bitecek mi bilmem, bendeki sürgün...

Diyarbakır'ın Hasankeyf'e yaklaşık 1,5 saat uzaklığı var. Yolculuğumuzun neredeyse 1 saati bozkırlara dalıp hayal kurarak geçiyor... İki yakasını Dicle'nin ayırdığı Hasankeyf ilçesi, iki yıl içinde Ilısu Barajı ile sular altında kalacak. Antik çağlardaki şehirlerin bütün özelliklerini barındıran Hasankeyf, hem su kaynaklarına hem de ticaret yollarına yakın bir konumda olmuş. Vahayı andıran Hasankeyf’in eski çağlarda önemli bir ticaret merkezi haline gelmesi de nehir kenarına kurulu olmasına bağlıymış. Dicle Nehri’nin kıyısına kurulan bu tarihi kentin iklimi de nehirden etkileniyor. Hasankeyf’in kurulu olduğu alanın küçük tepeler, dereler ve kanyonlarla dolu olması, şehre kendine özgü güzellik katıyor. Bu güzellikler, 1981'de doğal koruma alanı ilan edilmiş. 

Hasankeyf'e girdiğimizde, tüm sadeliğiyle Hasankeyf Köprüsü karşılıyor bizi. Dicle üzerindeki tarihi Hasankeyf Köprüsü, Ortaçağ'ın en gösterişli ve en büyük köprüsüymüş. Günümüze kadar sadece ayakları kalabilmiş ama yine de çok heybetli duruyor. Akmakta olan bir deniz gibi Dicle, Hasankeyf onun bir istasyonu, köprü de gerdanlığı... Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Hasankeyf Köprüsü’ne dair şunu der; “Hasankeyf şehrinde büyük Dicle nehri üzerinde büyük bir köprü vardır ki, diller ile anlatılıp kalemler ile yazılmaz. Bu büyük köprü öyle benzersiz bir köprüdür ki, kemerlerine insan gözleri güçlükle bakar.”

12 bin yıllık tarihin her evresine ait örnekleri Hasankeyf’te görebilirsiniz. Bunun için ilk gitmeniz gereken yer, tarihi mağaralar. İsminin kökeni kayalara oyulmuş yerleşim yerlerinden gelen Hasankeyf'te Babil, Asur hatta Sümer medeniyetlerinin izlerini taşıyan mağaralar bulunuyor. Toplam sayısı 4 bini bulan bu mağaralar, binlerce yıl boyunca barınma ve sığınma amacıyla kullanılmış. Yolgeçen Hanı olarak bilinen mağarada, Dicle Nehri kıyısından Hasankeyf Kalesi’ne kadar uzanan gizli bir geçit varmış. Sıkça kullandığımız “yolgeçen hanı” ifadesi de buradan geliyor...

Hasankeyf'te en çok El-Rızık Cami’den kalma uzun minare dikkatimizi çekiyor. Kulağımızda o zamanlardan kalma ezan ile yürüyoruz camiye doğru... Bunun için önce çarşı sokağına giriyoruz. Çarşı yolu El Rızık Cami’nin önüne kadar ilerliyor… El-Rızık Camisi, kale ile köprü arasında, köprü ayağına yakın bir mevkide bulunuyor. Eyyubi Sultanı Süleyman tarafından 1409 tarihinde yaptırılmış. El-Rızık Camii günümüzde büyük ölçüde tahribata uğramış. Caminin güneyinde yer alan ibadet mekânı heyelan sonucu yıkılmış. Hasankeyf'te tarihi eserlerin taşınması için projeler hazırlanmış ve 2017'de 550 yıllık Zeynel Bey Türbesi, Yeni Kültürel Park Alanı'na kadar 2 kilometre taşınmıştı. Bundan sonra taşınacak ilk tarihi eser de El Rızık Camisi ve minaresiymiş.


Caminin kuzeydoğu köşesine bitişik yüksek kare prizma kaide üzerindeki minarenin şerefesine iki merdivenle ulaşılıyormuş. Minare üzerinde Kelime-i Tevhid, Ayetel Kursi, 'Allah Hak Muhammed' yazısı, dört halife ve kufi hatlı Aşere-i Mübeşşere (cennetle müjdelenmiş on kişi) isimleri yer alıyor. El Rızık Cami’nin dilden dile dolaşan bir de hikâyesi var: Camiyi yapan usta, bir zamanlar çırağı olduğu ustadan ayrılır ve kendi çıraklarını yetiştirmek istediğini söyler. Nedendir ki bu ustasının hoşuna gitmez ve içten içe kendisine öğrettiklerini başkaları da öğreneceği için kendisinin bir değeri kalmayacağını düşünerek haset etmeye başlar. Aynı anda ikisi de cami yapmaya başlar. Çırak, El Rızık Cami’yi bitirir fakat ustasının yaptığı cami henüz bitmemiştir bile. Caminin açılışına ustasını da çağırır ve minareye çıkmasını ister. Usta minareye çıkınca çırağını görür ve buraya nasıl çıktığını sorar. Çırak iki merdiven yaptığını, ikisinden de aynı anda minareye çıkılabileceğini söyler. Ustası kıskançlıktan ve gururdan daha fazla dayanamaz ve minareden atar kendini...


Hasankeyf gezimize, Bizans döneminde inşa edilen ve yüzyıllar boyunca farklı uygarlıklar tarafından kullanılan Hasankeyf Kalesi ile devam ediyoruz. Dicle nehri kıyısında, yekpare bir kaya kütlesi üzerinde tüm ihtişamıyla yükselen Hasankeyf Kalesi kapalı olduğu için gezemedik ama panoramik olarak gördük. 7 yıl önce kaya düşmesi sonucu bir kişinin ölümüne neden olan olayın ardından, tehlikeli olduğu gerekçesiyle ziyaretçilerin girişine izin verilmeyen Hasankeyf Kalesi, düşme tehlikesi bulunan kayaların kaldırılması ve güçlendirme çalışmalarının ardından yeniden ziyarete açılacakmış.

Kaleye doğru çıkarken karşılaştığımız, Hasankeyf manzarasını açık hava müzesi konumunda sunan bu köşk, Hasankeyf sivil mimarisinin en güzel örneklerinden biri...

Hasankeyf Köprüsüne girişte soldaki tepe üzerinde İmam Abdullah Türbesi bulunuyor. Hz. Peygamberin amcası Cafer-i Tayyar'ın oğullarından İmam Abdullah'ın türbesi, bir zaviye olarak her devirde saygı görmüş. Türbe dikdörtgen bir avlunun içinde, kare planlı olup üstü de kubbe ile örtülü. Yapı, kırma moloz kireç taşı ve birleştirici olarak kireç harç ile yapılmış.

Eğer vaktiniz varsa, çarşı sokağında mağara restoran olarak hizmet veren Yolgeçen Hanında yemek yeyip dibek kahvesi içebilirsiniz. Biz akşama Mardin'e gideceğimiz için fazla oyalanmadan Hasankeyf gezimizi tamamlayarak Mardin'de bulunan otelimize doğru hareket ettik. Yolculuk boyunca, karşılaştığımız sürü çobanlarına, baharın tüm renklerinin kapladığı tarlalara selam verdik. Bir masalın parçası gibi ilerledik yol boyunca... İnsan bu tarihi şehirden bir yanı mutlu, bir yanı ise mecburi olarak sular altında kalacağı için üzgün  hissederek ayrılıyor… Son nefesine günden güne yaklaşan Hasankeyf, kim bilir nelere şahit… Baraj yapılmadan önce, bu tarihi zenginliğe sahip eski şehri ziyaret etmeyi unutmayın. O gitmeden, siz ona gidin... Gezin, görün, hissedin, düşünün, yaşayın...

Güneydoğu Anadolu Seyahatimiz Bölüm 1: Bereketli Hilalin Kalbi: Şanlıurfa, Harran, Halfeti

Güneydoğu Anadolu Seyahatimiz Bölüm 2: Türkiye'nin Mutfağı: Gaziantep

Güneydoğu Anadolu Seyahatimiz Bölüm 3: Kralların Taşlaştığı Yer: Nemrut

Güneydoğu Anadolu Seyahatimiz Bölüm 5: Gündüzü Seyranlık Gecesi Gerdanlık: Mardin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder