15 Nisan 2018

Bereketli Hilalin Kalbi: Şanlıurfa, Harran, Halfeti



Tek bir şehir yerine, birçok yeri hızlı ve kolay bir şekilde görebileceğimiz birkaç bölgeyi gezerek seyahat etmenin tadı bir başkadır. Bu seneki seyahat rotalarımızın ilki Güneydoğu Anadolu Bölgesi. Bu seferki rotamız Şanlıurfa - Gaziantep - Nemrut - Diyarbakır - Hasankeyf - Mardin şeklinde gidiyor ama biz gelmişken her yeri didik didik gezelim dedik. 10 gün boyunca Güneydoğu Anadolu Bölgesinde koşturup durduk. İzin günleri az, görülecek yer çok; bu yüzden en fazla görülmeye değer yerleri gezebildik. Adı üstünde; bereketli hilalde dünyanın başka hiçbir yerinde göremeyeceğiniz en güzel rotaları, uğradığımız, konakladığımız yerleri ve gittiğimiz güzergahı sizin için yazdık.

Mezopotamya ile Anadolu’nun arasında yer alan ve derin kültürüyle antik çağlardan günümüze kadar önemini hiç yitirmemiş şehirler, olağanüstü arkeolojik buluntular ve geleneksel lezzetler eşliğinde Anadolu’nun geçmişine yolculuk yaptık: Şanlıurfa’da sıra gecesi, saklı cennet Halfeti'de tekne turu, tarih ve lezzet durağı Gaziantep, Nemrut Dağında gün doğumu, maalesef keyfi kaçmış Hasankeyf ve efsunlu havası ile Mardin…

Rotamız: Şanlıurfa - Harran - Halfeti - Gaziantep - Nemrut - Diyarbakır - Hasankeyf - Mardin
Konaklama: Şanlıurfa (3 gün), Gaziantep (3 gün), Kahta (1 gün), Mardin (1 gün), Şanlıurfa (1 gün)
Tavsiye Kitap: Bu geziye çıkmadan önce İskender Pala’nın Abum Rabum kitabını okumanız Nemrut ve Urfa’ya bakışınızı güçlendirecektir.

1.Gün: Ankara - 9 saat - Şanlıurfa

Birçok Güneydoğu Anadolu şehrine “Doğunun Paris’i” denildiğine rastlarız genelde. Bu bölgeye yapılan haksızlıklardan biri. Kendi kendine yetememezlik ve aşağılık komplekslerimiz nedeniyle, ille de Batı ile karşılaştırmamız lazım ya hani. Güneydoğuya vardığınızda, gerçekten hayallerinizin ötesinde, modern şehirler ile karşılaşacaksınız. Yazımızın başında bir tavsiye; gönlünüzü de Doğuya, ışığa yöneltip öyle gelin Güneydoğuya...

Güneydoğuya gelmek isteyenlerin en başta tedirgin oldukları şey güvenlik meselesi. Biz de seyahatimizin başında bu konuda epey nasihatler aldık. Fakat en ufak bir kuşku ve korku duymadık. Gördüklerimiz ve orada hissettiklerimiz ise bizi asla yanıltmadı. Güneydoğunun gülen yüzünü gördükten sonra yaşanılacak tüm yorgunluklar teferruat olarak kalıyor zaten. Kendinizi kaptırmak için o efsunlu havasını bir kez solumanız yetiyor. Şanlıurfa ile başladık bölgeyi gezmeye...

Aksaray - Pozantı güzergâhını takip ederek Pozantı’da verdiğimiz molanın ardından Peygamberler Şehri, Balıklıgöl, Harran, hatta çiğ köfte denildiğinde aklımıza gelen şehir Şanlıurfa'ya ulaştık. Şanlıurfa Öğretmenevine yerleştikten sonra, daha önce kişi başı 70 TL'ye rezervasyon yaptırdığımız Hotel El-Ruha'da Urfa kültürünün bir parçası olan meşhur sıra gecesine katılarak akşam yemeği ve çiğ köfte yedik.

Sıra gecesinden sonra hemen yolun karşısındaki Balıklıgöl'ü görmeden dönmek olmazdı.

Şanlıurfa şehir merkezinde çok geniş bir parkın içinde yer alan ve İbrahim Peygamberin ateşe atıldığında düştüğü yer olarak bilinen bu göl, balıkları ve çevresindeki tarihi eserler ile Şanlıurfa’nın turistler tarafından en çok ziyaret edilen yerlerinden biri...


MÖ 2000 yıllarında yaşayan Hz. İbrahim (aleyhisselam), devrin zalim hükümdarı Nemrut ve halkının taptığı putlarla mücadele etmeye, tevhid inancını savunmaya başlayınca; Enbiyâ Suresi 68. ayette belirtildiği üzere Nemrut’un adamları: “Eğer bir iş yapacaksanız yakın onu da, (böylece) ilâhlarınıza yardım etmiş olun.” der. Balıklıgöl'ün bulunduğu alanda büyük bir meydan ateşi yakılır. Alana hakim bir tepe olan bugünkü Urfa Kalesinin bulunduğu tepeden ateşe atılır. Bu sırada Allah-u Teala tarafından ateşe “Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamet ol.” (Enbiyâ Suresi 69. ayeti) emri verilir. Bu emir üzerine rivayete göre, ateş suya ve odunlar da balığa dönüşür. Hz. İbrahim'in (aleyhisselam) sağ salim düştüğü yerde bu göl oluşur ve etrafı bir gül bahçesine dönüşür. Hz.İbrahim’in (aleyhisselam) düştüğü yer Halil-ür Rahman Gölü yani Balıklıgöl'dür. Göl içerisindeki balıklar halk tarafından kutsal kabul edilir ve yenilmez.

Urfa Kalesi ve Hz. İbrahim’in (aleyhisselam) atıldığı mancınığın kurulduğu yere yapılan sütunlar...


2.Gün: Şanlıurfa

Sabah güneş Şanlıurfa'nın üstünde yükselirken kahvaltımızı yapıp rotamızı Göbeklitepe'ye çevirdik.

Şanlıurfa’nın Örencik Köyü yakınlarında yer alan Göbeklitepe, 12000 yıl öncesine tarihlenen, dünyanın bilinen en eski arkeolojik tapınağı. Burada, T biçimindeki 10 - 12 dikilitaş yuvarlak planda dizilmiş ve araları taş duvarla örülmüş. Bu yapının merkezinde, daha yüksek boyda iki dikilitaş karşılıklı olarak yerleştirilmiş. 

Bu dikilitaşların çoğu üzerinde insan, el ve kol, çeşitli hayvanlar ve soyut semboller, kabartmayla ya da oyularak betimlenmiş. Söz konusu motifler, yer yer bir süsleme olamayacak kadar yoğun olarak kullanılmış. Bu kompozisyonun, bir öykü, bir anlatım ya da bir mesaj ifade ettiği düşünülüyormuş. Tüm bunlar ve kazılarda ortaya çıkarılan anıtsal mimari, Göbeklitepe’yi özel yapıyor. Bu bağlamda, 2011'de UNESCO Dünya Miras Geçici Listesine, 2018 yılında da kalıcı listeye alındı.

Göbeklitepe'de ortaya çıkarılan ilginç buluntular arasında çöl varanı, yılan gibi sürüngen kabartmaları, yaban domuzları, turna, leylek, tilki, akrep, yabani koyun, aslan, örümcek ve kafası olmayan insan kabartması bulunuyor.



Ortaya çıkan bulgular 12000 yıl önce yerleşik hayata geçen bu dönem insanının inançlarını yansıtan önemli bulguları oluşturuyor.

Göbeklitepe'de bulunan 12000 yıllık yapılar, mimarlık tarihinin başlangıcı olarak kabul edilmiş. Dünyadaki arkeolojik görüşe göre; insanoğlunun avcı ve toplayıcı yaşam biçiminden yerleşik hayata geçmesindeki en önemli faktörler, açlık korkusu ve korunma içgüdüsü olarak kabul görüyor. Göbeklitepe, yerleşik yaşama geçişte dinsel inanışların da etkisinin olabileceğini ispatlamış.

Uygarlığın doğduğu toprakların en önemli merkezi olan Göbeklitepe’ye ve diğer neolitik alanlarla birlikte yüzlerce höyük ve antik kente ev sahipliği yapan Şanlıurfa, Bereketli Hilal olarak kabul edilen bölgenin tam kalbinde yer alıyor. Bütün dünyayı etkileyen Mezopotamya'nın büyük ve köklü uygarlıklarının yaşadığı Bereketli Hilal...

Göbeklitepe'den sonra merkeze dönüp Göbeklitepe ve Harran buluntularının sergilendiği Şanlıurfa Müzesi'ne gidiyoruz. Bu müzenin en bilinen eseri, dünyanın gerçek boyutta yontulmuş ilk insan heykeli olan Balıklıgöl heykeli. Balıklıgöl'ün hemen kuzeyinde, eski Urfa evlerinin altındaki çanak çömleksiz neolitik döneme ait yerleşimde, 1990'lı yıllarda bulunmuş. Yerleşim yerinin varlığı terazzo türü tabanlar ve o döneme ait çakmaktaşı aletlerden anlaşılıyormuş.

Günümüzden 12000 yıl öncesine ait, insan boyutunda (1.80 m) olan Dünyanın En Eski Heykeli kireçtaşından yapılmış. Heykelin derin betimlenen göz yuvalarına siyah obsidyen parçalar yerleştirilmiş. "V" biçimli kolyeyi andıran çizgiler dışında heykel çıplak görünümde ve elleri önde birleştirilmiş. Heykelin alt kısmı bir yuvaya yerleştirilecek şekilde "U" biçiminde yontulmuş.


Giriş katındaki ilk salon Asur, Babil ve Hitit çağlarına ait taş eserlere ayrılmış. 

Babil eserlerinden, Harran'da bulunan Kral Nabonid kabartmalı kitabedeki "yıldız, ay, güneş" kabartmasına dikkat... Harran, ay, güneş, yıldız ve gezegenlere tapınmanın yaşandığı Sabiiliğin merkeziymiş. Harran bölümünde ayrıntılı olarak bahsedeceğiz...


Şanlıurfa Müzesi'nin hemen yanında bulunan Haleplibahçe Mozaik Müzesi, Şanlıurfa Belediyesi'nin alt yapı çalışmaları sırasında bulunmuş. Daha sonra yapılan arkeolojik kazılarla tamamı gün yüzüne çıkarılmış. Mozaiklerin bulunduğu alan, Roma villalarını içine alacak şekilde inşa edilmiş.

Mozaik Müzesi, mitolojide ismi geçen kadın savaşçı Amazonların tasvir edildiği tek mozaiğe de ev sahipliği yapıyor. Mozaikler, Amazon kadınlarının av sahnelerini, bazı hayvanları ve kişileri tasvir ediyor. Savaşçı Amazon Kraliçelerinin anlatıldığı mozaikler, dünyanın ilk örneklerinden kabul ediliyor. Mozaik tekniğinden, sanatından ve Fırat Nehri'nin orijinal taşlarından yapılmasından dolayı uzmanlarca dünyanın en kıymetli mozaiği olarak tanımlanıyor.


Avlanan Amazonlar Mozaiğinin tamamlanmış tasviri...


Balıklıgöl'ün neredeyse karşısında bulunan müzeleri gezdikten sonra Balıklıgöl'e doğru yürüyoruz.

Balıklıgöl'ü akşam ışıkları yanarken görmüştük. Bir de gündüz gözüyle görelim...

Balıklıgöl'ün kıyısındaki Rızvaniye Camii, Rakka Valisi Rıdvan Ahmet Paşa tarafından 1736 yılında yaptırılmış. Harim kısmı (ana ibadet mekanı) her yönden açılan pencereleri ile oldukça aydınlık. Harim girişindeki ahşap kapı, çivi kullanılmadan geçme ve kakma tekniğiyle iki renkli malzeme kullanılarak yapılmış. Kapı, üzerinde zengin bitkisel ve geometrik desenleri ile Osmanlı kündekari tekniğinin en güzel örneklerinden...


Caminin doğusunda tek şerefeli bir minare yer alıyor. Cami "U" biçimli medrese ile yıllarca hizmet vermiş. Bu medreseden birçok talebe ve alim yetişmiş.

Balıklıgöl'ün yanındaki Ayn-Zeliha Gölü'nün hikayesini de anlatalım... Hz. İbrahim’in (aleyhisselam) ateşten kurtulma mucizesini gören kralın kızı Zeliha, Hz. İbrahim’in (aleyhisselam) davetini kabul ederek, babasının ilahlığını yüzüne karşı reddeder. Öfkelenen Nemrut kendi eliyle kızını ateşe atar, Nemrut kendisine yakışır bir vaziyette kızının diri diri yanmasını ve ölümünü seyreder.

Zeliha'nın düştüğü yerde bir göl ve bu gölün içinde balıklar oluşur. İşte burası, Zeliha'nın pınarı veya Zeliha'nın gözyaşı anlamına gelen Ayn-Zeliha Gölü...


Birçok kavmin göç edip medeniyetler kurduğu Şanlıurfa eski yapılarıyla birçok medeniyetin izlerini taşıyor. Biz de bu izleri takip etmek için gördüğümüz her caminin içinden geçmeye çabalıyoruz. Urfa Ulu Cami'nin avlusunda buluyoruz kendimizi...

Yerinde 5. yüzyıla kadar bir sinagog bulunurken, daha sonra buraya bir kilise yapılmış. Kilise de yıkıldıktan sonra kalıntılarının yerine cami yapılmış. Ulu Caminin, Eyyübilerden önce gelen Zengîler döneminde, bir görüşe göre de Artuklular devrinde yaptırıldığı düşünülüyor. Caminin tahmini yapılış tarihi 1175...

Cami kesme taştan yapılmış olup geniş bir avlunun ortasında yer alıyor. Avludaki mezarlıkta, 1823 yılında vefat eden, Halidi Tarikatı’nın kurucusu Mevlana Halid-i Bağdadi'nin oğlu Şehabettin Ahmet'in türbesiyle karşılaşıyoruz. Caminin avlusunda kiliseye ait olan çan kulesi bulunuyor. Sekizgen yapılı çan kulesi bugün minare olarak kullanılıyor. Şehrin ilk ve tek saat kulesi görevini gören minareye bu saat Cumhuriyet döneminde eklenerek saat kulesine dönüştürülmüş.


Sonraki durağımız yürüme mesafesindeki Selahaddin Eyyubi Camii...


Eskiden Selahaddin Eyyubi Camii’nin bulunduğu yerde Aziz Yuhannes (Vaftizci Yahya) Kilisesi bulunuyormuş. Selahattin Eyyubi döneminde (900-1250) bu kilise cami olarak kullanılmış. Yapı uzun yıllar harap durumda kalmış ve bir ara elektrik santrali olarak da kullanılmış. 1993 yılında yapı restore edilerek camiye dönüştürülmüş ve 1994 yılında ibadete açılmış.

İbadet alanı, epeyce geniş ölçüde pencerelerle aydınlatılmış. Bu pencerelerin kenarlarında yarım sütunlar ve birbirlerine dolanmış ejder kabartmaları bulunuyor. Ayrıca yarım sütunların başlıkları üzerindeki haç taşıyan azizler ve kuş figürleri de yapının camiye çevrilmesinden sonra sıva ile kapatılmış.

Şehir merkezine çok yakın olan Selahaddin Eyyubi Camii’nden sonra yolumuz yine Balıklıgöl'e düşüyor. Zaten Şanlıurfa’da yollar hep Balıklıgöl'e çıkıyor... Balıklıgöl'ün yakınında, Şanlıurfa Kalesi’nin eteklerinde, Hz. İbrahim’in doğduğuna inanılan Mevlid-i Halil Mağarası bulunuyor. Şanlıurfa’nın en çok turist çeken yeri, aynı zamanda yerli halk tarafından da yoğun bir şekilde ziyaret ediliyor. Özellikle haftasonu giderseniz zaten küçük olan mağaranın içi çok kalabalık oluyor. Halk tarafından Mevlid-i Halil Mağarası’ndan çıkan suyun zemzemden sonra en şifalı su olduğu kabul ediliyormuş. Zaten bu durum suya gösterilen yoğun ilgiden anlaşılıyor.

İnanışa göre; kral Nemrut'a kahinleri, dinini ve tahtını yıkacak bir çocuğun haberini verdiklerinde Nemrut, o yıl doğacak bütün çocukların öldürülmesini emreder. Bu sırada hamile olan Hz.İbrahim’in annesi Nuna Hatun, gizlice bu mağaraya sığınır ve Hz. İbrahim’i burada dünyaya getirir. Doğum sonrası her gün gizlice gelerek onu emzirir. Yine bazı rivayetlere göre; Allah'ın emriyle bir ceylanın, her gün mağaraya gelip mucizevi bir şekilde Hz. İbrahim’i emzirdiği; aylarca kaldığı mağarada ise bir genç görünümünü aldığı söylenmektedir.

Dergah da denilen bu mağaranın bitişiğindeki Mevlid-i Halil Camii kesme taştan dikdörtgen planlı yapılmış. Caminin çeşitli yerlerinde bulunan kitabelerden anlaşıldığına göre Hz. İbrahim’in (aleyhisselam) doğduğu sanılan mağara çevresindeki yapılanma 18. yüzyılda başlamış.


Mevlid-i Halil Camii’nin önünde havuzlu ve şadırvanlı avlular var. Şadırvanlı avlusu ve avlu kapısı Hacı Müslim Hafız tarafından 1947 yılında halkın yardımı ile yaptırılmış.

Aşağıdaki fotoğraflar da daha önce kaleye doğru çıkarken ulaştığımız seyir tepesinden Mevlid-i Halil Camii ve Şanlıurfa manzarası...


Mevlid-i Halil Camii çevresiyle çok uyumlu, vakur ve cesur duruşuyla adeta Şanlıurfa Kalesine taş çıkarıyor... Kale kapalı olduğu için buradaki bir kafede manzarayı seyre dalıyoruz...

Mevlid-i Halil Camii’nin avlusunda, mağaranın karşısında, Bediüzzaman Said Nursi'nin 23 Mart 1960'da vefat edince defnedildiği makam varmış, buraya gelene kadar hiç bilmiyorduk. 1960 darbesi sonrası dönemin hükümetinin emriyle mezarı gece açılarak naaşı bilinmeyen bir yere götürülmüş...


Velhasıl; Balıklıgöl, Mevlid-i Halil Camii, kale ve çevresi hepsi beraber öyle âhenkle birbiriyle uyumlu ki insan şaşırıyor. Zaten insan o mekanda bulunduğu vakit öyle bir rahmet cümbüşüne kapılıyor ki âdeta nerede olduğunu unutuveriyor... Akşam olduğunda Cevahir Han'da yediğimiz yemek sonrası öğretmenevine dönüyoruz. Cevahir Han, yemek ve sıra gecesi için kesinlikle tavsiye ettiğimiz bir mekan...

3.Gün: Şanlıurfa - 40 dk - Harran

Bugünkü gezi planımızda Şanlıurfa’nın en popüler ilçesi olan Harran var. Kahvaltımızı eder etmez Harran yoluna koyuluyoruz. Niyetimiz dünyanın en eski üniversitesinin olduğu, düzlüğü insana uhrevi bir ferahlık veren Harran Ovasını görmek. Ama önce yol üzerindeki Hz. Eyyûb Peygamberin (aleyhisselam) Sabır Makamını ziyaret ediyoruz.


Yaşadığı musibetler ve ileri safhaya gelen hastalık sonrasında Hz. Eyyûb (aleyhisselam); “Ya Rabbi! Bana zarar dokundu. (Bu hastalık) Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime zarar veriyor. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (Enbiyâ Suresi 83. ve Sâd Suresi 41. ayet) diye niyaz edince Cenab-ı Hakk, Cebrail (aleyhisselam) ile gönderdiği vahiyle “Ayağını yere vur.” diye emreder. Hz.Eyyûb (aleyhisselam) gelen bu ilahi emirle hemen ayağını yere vurur ve yerden latif bir su fışkırmaya başlar. Kuran-ı Kerim’de “İşte sana yıkanılacak ve içilecek bir su…” (Sâd Suresi 42. ayeti) diye nitelenen şifalı su ve sabır makamı denilen mağara Şanlıurfa’nın Eyyubiye mahallesinde bulunuyor.


Bizans döneminde MS 460 yılında Piskopos Nona bu kuyu suyunun cüzzam, fil ve gut hastalıklarına iyi geldiğini fark edince buraya bir hastane ve hamam yaptırmış. Yine Bizans döneminde buraya inşa edilen şifacı azizler Cosmas ve Damian Manastırlarında kuyunun şifalı sularıyla hastalar tedavi edilirmiş. 1145 yılında Urfa’yı Haçlılardan alan İslam komutanı İmadeddin Zengi, Hz. Eyyûb (aleyhisselam) kuyusunun şifalı suyu ile yıkanarak romatizma hastalığından kurtulmuş. Şimdi ise şifalı su sabır makamının karşısındaki musluklardan içilebiliyor.

Makamın karşısındaki Eyüp Peygamber Camisini de ziyaret ettikten sonra yola çıkıp yarım saatlik bir yolculuktan sonra Harran'a gidiyoruz.

Harran'dan önce, bu camide ve Şanlıurfa Müzesinde de gördüğümüz "yıldız, ay, güneş" kabartmasından bahsedelim. Biz bu kabartmaları Kuran-ı Kerim’deki En'am Suresi ile bağdaştırdık. 75-79. ayetlerde Hz. İbrahim ile ilgili şu ifadeler geçiyor: 
"Böylece Biz İbrâhim’e, güçlü bir imana sahip olsun diye göklerin ve yerin muhteşem saltanatını gösteriyorduk. Karanlık basınca İbrâhim bir yıldız gördü, “İşte Rabbim!” dedi. Yıldız batınca da, “Ben batıp kaybolan şeyleri sevmem.” dedi. “Sonra doğmakta olan ayı görünce “İşte Rabbim!” dedi. O da kaybolunca, “Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermeseydi, mutlaka yolunu yitirenlerden olurdum.” dedi. “Güneş’i doğarken görünce: İşte Rabbim! Bu hepsinden de büyük!” dedi. O da batınca şunları söyledi: “Ey kavmim! Sizin ilahlık yakıştırdığınız şeylerle benim hiçbir ilgim yoktur.” “Doğrusu ben, tek Allah’a inanan bir kimse olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim. Ben müşriklerden değilim.”

 

Zengin bir tarihi geçmişi olan Şanlıurfa yöresi pek çok höyük ve eski yerleşim yerine sahip. Şanlıurfa’yı Harran’dan ayrı düşünemeyiz. İl merkezinin 44 km güneydoğusunda, adını verdiği ovada yer alan, kendine özgü sivil mimarisi ile büyük ilgi toplayan Harran tarihi süreç içerisinde birçok medeniyete beşiklik etmiş önemli bir şehir. MÖ 2000 yılında Ur şehrinin bir ticari kolu olarak kurulduğuna inanılan Harran’ın Sümerce veya Akatça kervan veya geçit yeri anlamına gelen “Harran-U” kelimesinden türediği düşünülüyor. Bu tarihi kentte, Moğol istilasında yıkılan tarihi Harran Üniversitesinin harabeleri ile tarihi Harran evleri var.

Eski Harran şehrinin ortasında yer alan Harran Kalesinin önüne aracımızı park edip etrafa bakınırken yanımıza biri geldi ve yerel rehber olduğunu söyledi. Bir anda kendimizi adamın peşinde Harran sokaklarında ilerlerken bulduk. Artık bir rehberimiz vardı :)

Harran evlerinin yıllardır sahibi olan kişiler, eskiden yaşadıkları evlerini gelen turistlere gezdirerek rehberlik ediyorlarmış. Buraya turist olarak geldiğinizde hemen yanınıza birileri geliyor, tek başınıza gezmeniz çok zor. Rehberimiz de bizi öncelikle kendi ailesinin olduğunu söylediği geleneksel konik kubbeli Harran evlerinden birine götürdü. Bu evler ören yerinden toplanan tuğlalarla 150-200 yıl önce inşa edilmiş. Her kubbe kemerlerle diğer bir kubbeye bağlanarak içeride geniş mekanlar oluşturulmuş. Harran evleri bölge iklimine uyumlu olup yazın serin kışın sıcak oluyormuş.

Aracımızı buraya bıraktıktan sonra, rehberimiz önde biz arkada Dünyanın İlk Üniversitesine doğru yürümeye başladık. Harran, ay, güneş, yıldız ve gezegenlere tapınmanın yaşandığı Sabiiliğin merkezi olmasının yanı sıra, İslami dönemde ise müspet ilimlerin okutulduğu Dünyanın İlk İslam Üniversitesine başkentlik etmiş bir şehir...

İlk çağ Helenizminin İskenderiye’deki bilim ve felsefe okulu dağıtılınca buradaki alimler MS 639 yıllarında Hz. Ömer (radıyallahu anh) zamanında Antakya ve Harran’daki okullara yerleşmiş. İslamiyetten önce varlığı bilinen Harran okulu, İslami dönemde de ününü devam ettirmiş. Harran’daki İslam üniversitesinde Sabiiler, Hristiyan ve Müslümanlardan oluşan aydın gruplar araştırmalar yapıyormuş. Harran okulundaki Sabii alimlerinden büyük kısmı sonradan Müslüman olmuş. 7. yüzyıl ve 8. yüzyılın ilk yarısında Harran okulunda tercüme işi hızlanmış. İlk çağ Yunan bilginlerinin eserleri Arapçaya tercüme edilmiş. Harran, Yunanca ve Süryanice’nin Arapçaya tercüme edilme merkezi durumuna gelmiş. Emevi Halifesi 2. Mervan, Harran’ı başkent yapınca (744-750) buradaki bilimsel çalışmalar daha da ağırlık kazanmış. Harran okulunda sürdürülen bilimsel çalışmalar din, astronomi, tıp, matematik ve felsefe olmak üzere beş bölüme ayrılıyormuş. Burada yetişen alimler, Avrupa medeniyetinin oluşumuna büyük katkı sağlamış.


Anadolu’da kurulan İlk İslam Medresesi (Tarihi Harran Üniversitesi), eski Harran şehrinin ortasında yer alan 22 m yükseklikteki Harran Höyüğü, Türkiye’de İslamiyet döneminde kurulmuş en eski cami olma özelliğini taşıyan Harran Ulu Camii kalıntılarını gördükten sonra konik kubbeli evde mırra içip Şeyh Yahya Hayat El-Harrani Türbesine doğru yola çıkıyoruz. Şeyh Yahya Hayat’ın türbesi ve bunun güneyine bitişik olan camisi, Harran şehir surlarının dışındaki mezarlık alanında...

Şeyh Yahya Hayat el-Harrânî, Harran’da doğmuş ve 1185 tarihinde 80 yaşındayken burada vefat etmiş büyük bir İslâm alimi ve mutasavvıf. Keramet sahibi Hayat el-Harrani, ölümünden sonra da tasarrufu devam eden 4 büyük evliyadan biri olarak kabul ediliyor ki bunlardan biri de Abdülkâdir-i Geylanî... Kendisiyle çağdaş olan sultanlar mutlaka onu ziyaret etmiş, onunla görüşmekten şeref duymuş ve hayır duasını almışlar. Halep hükümdarı ve Urfa fatihi Nureddin Mahmud Zengi ve Selahattin Eyyubi de onu ziyaret etmiş. Sultan Nurettin Zengi'yi Haçlılarla savaşa teşvik eden duacısı olan Hayat El Harrani Hazretlerini ziyaret etmek etkileyici ancak restorasyonda olduğu için türbenin içine giremedik. 

17. yüzyılın ortalarında Harran'ı ziyaret eden Evliya Çelebi, Şeyh Hayat'ın türbesinden şu şekilde bahseder: "Şeyh Yahya'nın ziyaret yeri Harran'ın dibindedir. Kutupluğa ayak basmış ulu sultandır. Harran Kalesinin yanında, çöl tarafında büyük bir kubbe içinde medfundur. Çöl Arapları bu sultana son derece bağlıdırlar... Bu sultana Yahya Hayati demelerinin aslı, bir seccade üzerinde tahiyatta ve hayatta oturur gibi oturduğundandır."

Türbeden sonra Han El Ba’rur Kervansarayına doğru yola çıktık. Harran'ın güneydoğusundaki Göktaş Köyü'nde bulunan, Eyyubiler dönemine ait bu kervansaray, kısmen harap olmuş. Ticaret kervanlarının konaklaması için inşa edilmiş olan Han El Ba’rur klasik Selçuklu kervansarayları planında. Tektek Dağları olarak anılan bölgede, Harran-Bağdat yolu güzergâhında bulunuyor.

Hanın ismi olan "ba'rur" kelimesi Arapça'da "keçi gübresi" anlamına geliyor. Rivâyete göre, hanı yaptıran kişi, burayı kuru üzümle doldurup yoldan geçen ve kervansarayda konaklayan misafirlerine ikram edermiş. Geleceğe dönük olarak "Benden sonra gelenler burayı keçi gübresi ile dolduracaklar" demiş. Yapı, Moğol istilasından sonra harap hale gelmiş ve yerli halk tarafından uzun yıllar ahır olarak kullanılmış. Gerçekten de keçi gübresi ile dolması düşündürücü ve bir o kadar da anlamlı...


Biz eski bir taş ocağı olan Bazda Mağaralarına, Şuayb Peygamber’in yaşadığına inanılan Şuayıpşehri harabelerine, Soğmatar (Sumatar) Antik Şehrine de gitmek için yola devam edip Harran'a dönmeden Şanlıurfa-Mardin yoluna çıktık. Ama bu rotayı kesinlikle tavsiye etmiyoruz, Harran'dan sonra Şanlıurfa'ya dönmek en mantıklısı. Han El Ba’rur da dahil olmak üzere buralarda aracımızdan iner inmez etrafımızı çocuklar sarıp para istediler. Hem bu durum hem de görülecek hiçbir şeyin olmaması nedeniyle buralara gelmeye değmez.

4.Gün: Şanlıurfa - 1 saat - Birecik - 40 dk - Halfeti - 1,5 saat - Gaziantep

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte uyandığımızda, Şanlıurfa'ya veda edip rotamızı Gaziantep'e çevirdik. Önce yol üzerindeki Birecik'e uğradık. Fırat Nehri üzerinde önemli bir geçiş noktası olmasıyla tarih boyunca sürekli yerleşim merkezi olan Birecik’in tarihi MÖ 2. bin yıla kadar uzanıyor. İlçe merkezinden Fırat kıyısı kuzeye doğru yaklaşık 1 kilometre takip edildiğinde Kelaynak Kuşları Koruma Alanına varılıyor. Burada dünyada nesli tükenmekte olan, sadece Fas ve Birecik’te bulunan kelaynak kuşları görülebiliyor.

Kuşlar koruma altında olduğu için biz sadece uzaktan görebildik.

Fırat kıyısındaki Birecik'ten sonra baraj yapımıyla bir kısmı sular altında kalan Halfeti’ye doğru yola çıktık. Batık kent Halfeti´ye Birecik´ten 36 kilometrelik asfalt yolla ulaşılıyor. Fırat nehri en görkemli kanyonlarını Birecik ve Halfeti ilçeleri sınırları içerisinde oluşturmuş. Suyun kayaları binlerce yıl içinde aşındırmasıyla oluşan kanyonlar, sürekli değişen ve adeta canlı bir oluşum. Kaya parçalarının küçük kırıntılar halinde ufalanması ile kanyonların görüntüsü zaman içinde değişiyormuş. Halfeti'ye geldiğimizde seyir tepesinde bu güzel manzarayla karşılaştık.

Bu gördüğümüz baraj gölü üzerinde tekne turuna çıkmak için eski Halfeti'ye doğru inişe geçiyoruz. Eski Halfeti rıhtımındaki dolmuş tekneler ile gidilen Savaşan köyü ve Rumkale’yi kapsayan tur 1-2 saat civarında sürüyormuş.

Birecik Barajı’nın 2000 yılında su tutmaya başlamasıyla Halfeti kasabasının bir bölümü su altında kalmış. Baraj gölünün kıyısındaki yerleşim, çehresi değişen coğrafyayı tanımaya gelen bizim gibi çok sayıda ziyaretçiyi kendine çekiyor. Mevsimsel olarak ve barajdan salınan su miktarına göre su seviyesi birkaç metre değişebiliyormuş. Bu farklılıklar Halfeti Ulu Camii’nin duvarlarındaki izlerden de kolaylıkla görülebiliyor.

Kişi başı 20 TL olan tekne turuna çıktığımızda ilk önce Ulu Caminin önünden geçiyoruz. 1804-1807 yılları arasında Ermeni ustalar tarafından yapılan Ulu Cami, Birecik Barajı’nın sularının alıp götürdüğü tarihi eserlerden...

Kaptanımız yaklaştığımız yeri göstererek burası “Kralın Kızı Mağarası” diye sesleniyor. Fırat Nehri, Güneydoğu Anadolu’da işlenmesi kolay kireçtaşları içinden akıyor. İnsanoğlu tarih boyunca elverişli bölgelerde kayalara yerleşimler oymuş ve yüzlerce yıl bunların içinde yaşamış. Kralın Kızı Mağarası da kayaya oyulmuş bir yeraltı şehri. Rivayetlere göre Rumkalesinin kralı bu mağarayı kızı için yaptırmış.


Sırada Rumkale var. Kale, Halfeti´nin 5 kilometre kuzeydoğusunda, Fırat´ın batı kıyısında yükselen sarp kayalık bir tepe üzerine kurulu. Rumkale 11. yüzyılda Haçlıların Şanlıurfa´da kurduğu Edessa Kontluğu´nun, 13.yüzyılda ise Memlûkların eline geçmiş. Kaleye ortaçağda, Ermeniler Hromklay, Süryaniler Kala Rhomata adını vermiş. 13. yüzyılda ise Memlûklar tarafından Kal-at el Müslimin olarak isimlendirilmiş. Bu devirlerden kalan zarif eserler, biraz yıpranmış olsa da bugün de görülebiliyor. 

Rumkale´ye Halfeti´den Fırat´ın karşı kıyısına geçip, yaklaşık 3-4 kilometre yürüdükten sonra ulaşılabiliyormuş. Bir diğer alternatif de ilçeye 7 kilometre mesafedeki Savaşan köyünden motorlu kayıklarla ulaşmak ama biz tekneden görmekle yetindik.

Rumkale'den sadece 15 dakikalık bir tekne yolcuğu ile Savaşan Köyüne vardık. 1900'lerin başlarında yapılmış tarihi taş evler görülmeye değer...

Halfeti’nin kuzeyindeki Savaşan köyü de sulara teslim olan yerleşimlerden. Suyun altında en az bu kadar daha ev ve bağ bahçe varmış. Aşağıdaki fotoğrafta da köyün okulunun çatısını görebilirsiniz.

Savaşan köyünün camisinin su üstünde kalan minaresini ve belli belirsiz çatısını görüyoruz.

Tekne turunda büyük bir kısmı sular altında kalan Savaşan Köyünü de gördükten sonra tekrar Halfeti’ye varıyoruz. 

Sahilde tekneden indiğimiz yerin biraz ilerisinde karagül teşhir serası var. Halfeti'ye gelen herkesin bu serayı ve karagülü görmesini tavsiye ederiz. 

Halfeti aynı zamanda Citta Slow (Sakin Şehirler Birliği) üyesi. Dünyada sadece Halfeti ilçesinde yetişen, sessiz şehrin saklı kokusu denilen karagül dizilere ve kitaplara konu olmuştu. Karagül ilkbahar aylarında ve sonbaharın sonlarına doğru siyah açarken, diğer zamanlarda koyu kırmızı açarmış ve gonca halinde iken çok daha siyah olurmuş.


Karagülden parfüm, kolonya gibi ürünler yapıldığı için serada kurutma işlemi de yapılıyor.

Karagül kendine has kokusu, rengi ve yarı katmerli yapısıyla bizim de ilgimizi çektiği için karagül fidesi aldık. Kendine özgü görünümünü ve kokusunu yetiştiği topraktan alan karagülün başka bölgelerde rengini koruyamadığı söylense de denemek istedik. Sera gezisinin ardından Halfeti’den ayrılarak Gaziantep’e hareket ettik. Aklımızda ise bu güzel Urfa gezisi ile ilgili güzel hatıralar ve Asaf Halet Çelebi'nin İbrahim şiiri kaldı:

ibrâhîm
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim

güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrâhîm
güneşi evime sokan kim

asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrâhîm
gönlümü put sanıp da kıran kim


Güneydoğu Anadolu Seyahatimiz Bölüm 2: Türkiye'nin Mutfağı: Gaziantep

Güneydoğu Anadolu Seyahatimiz Bölüm 3: Kralların Taşlaştığı Yer: Nemrut

Güneydoğu Anadolu Seyahatimiz Bölüm 4: Dicle'nin Şehirleri: Diyarbakır ve Hasankeyf

Güneydoğu Anadolu Seyahatimiz Bölüm 5: Gündüzü Seyranlık Gecesi Gerdanlık: Mardin

2 yorum:

  1. Sevgili Şeyma'cığım ve Fatih'ciğim,
    Elinize, yüreğinize sağlık çok güzel bilgileri, çok güzel bir dil ile paylaşmışsınız, resimler de harika. Kuş olup oralara uçmak istedim. İnşallah ilk fırsatta soluğu hilal bölgesinde almak istiyorum.

    YanıtlaSil